Gönüldür bilirdim hep, bir başka gönle şifa.. Canlıdır, hayattır, bir başka canla hemdem olan.. İnsan yaşadıkça neler öğreniyor. İnsan deyip geçişin, üzerinde çok durmayışın teessürü belki, aniden yakalayıveren. Beklemiyorum deyip beklemişliğin teessürü..
İnsanı tanımlayan nasıl tanımlar ki? Tek bir kelimeye, cümleye sığmayışlığını neye yorar, neyle yorumlar? Dar sorularla paslaşan aklın, insan deyince çaresizliği.. Acizlikle tanımlanan insanın, kendini bile tanımaktaki beceriksizliği. Ruhun aynasına yansıyan şırıltılar, insan için belki ipuçları. Belki de sadece içten gelen birikimlerin enmuzeci, ihtişamı. Bilinmez elbette. Her sır kendi sırdaşını arar, her sihir sâhirini. Her ruh farklı aydınlatır aynasını. Kiminde doğan güneş, diğerinde küsufa tutulur. Birinde açan gökkuşağı, diğerinde boran olur. Ama bir şey var ki, her kalp birşey çıkarır hayata.
Her gönül, bir mim koyar dünyanın bahçesine. İzler, takip edilesi değil, görülüp geçilesi. Başkasının izi değil midir, bizi rotamızdan, yolumuzdan, rengimizden saptıran? Kendini tanımlayan insan, bir başkasıyla kendi rengi için teşrik-i mesai kurar. Bir yüzücünün, yarış esnasında diğer yüzücünün yoluna girmesi düşünülebilir mi? Var olan, varlığıyla âleme renk katan insan, değerini bilmelidir. Üstadın “Haydar Ağa, Haydo, Haydar” meselesinin de bâtınında böylesi bir anlam derinliği de çıkabilir mi acaba? İnsan insanı olduğu gibi değerlendirebilmelidir. Başkalarına bakışında bunlar ölçü olduğu gibi, kendine bakışı da böyle olmalıdır. Objektif bir bakış...
Zaman oluyor ki, insan dilinde tüy bitirerek anlattığı şeyleri karşıdan dinlemek istiyor. Bir insanın kırdığı kalbini, başka bir insan iyi ediyor. Bir yanın mutsuzken, bir yanınla çiçek açıyorsun. Matematikteki havuz problemleri gibi. Bir yanın dolarken bir yanın boşalır. Hadi bilin bakalım, bu kap ne kadar sürede tamamen boşalır?
Aslında bütün sorun yaşayacaklarımıza önceden isim vermekten kaynaklanıyor. İsim ve hüküm vermekten. Çıkarımlarımızdan, tahminlerimizden, ihtimallerimizden... Olma ihtimali yüzde yüz olan hiçbir plan mevcut değilken, herşeyin bizim kafamızdaki plana göre gitmesini istiyoruz. En ufak bir zikzakta, sarsılmada, plan değişikliğinde gümbür gümbür çöküyoruz. Hayalin eli elimizden tutarken, birden içine düşüverdiğimiz gerçekler gibi. Ahh insan..! Hep böyle mahzun baktıracak mısın bizi kendine?
Hep böyle leylî bir tarafımız vardır. İsteğimizin, arzumuzun, içimizden geçenin hemen önümüzde hazır oluvermesi gibi. Hislerimiz hemen harekete geçer, deniz kenarında yürüyüşe başlar hayalleriyle. Hep eline aldığı taşı denize atan bir çocuk kıpırtısıdır hayalimiz. O hiç büyümez, yaşlanmaz, usanmaz, bıkmaz, küsmez... İnsanı her daim dimdik ayakta tutmasının sebebi de budur belki. Bizi ve ümitlerimizi her daim beslemesi, büyütmesi, hareketlendirmesi..
Ruh, kendi aynasında bir başka gönlün gölgesini görürse ünsiyet eder. Kendi ruhunu bir başkasında hissederse mutmain olur, sürur dolar. İnsan, kendini başka bir ruhun dostluğuyla doldurursa ayakta kalır, dayanır.
Hadiseler, musîbetler biraz da ona nasıl baktığınızla alâkalıdır çünkü. Onu nasıl karşıladığınızla, onun size kattığı hâsiyet ve renklerle, onun sizi ne kadar donattığıyla alâkalıdır. Eğer ünsiyet kurduğunuz bir dostunuz varsa, musîbetler müz’iç olmaktan çıkar, kolaylıkla aşılan tümseğe döner.
Şahs-ı manevî ve âmâl-i uhrevî düsturlarında bir araya gelmiş yüreklerin, bir güzelliği de buradadır. Ne kendi oluşlarını / renklerini zayi ederler, ne de bir başkasının renklerine ziyan verirler.
Herkesin kendisi gibi, olduğu gibi, kendi rengiyle durduğu; ama kendi içinde de sürekli bir yenilenme, hareketlenme, derinleşmenin vukû bulduğu bir anafor..
Rabbim, bu daireden hissemizi ziyade eyleye...!