Hayranız o Üstâd’a ki, diyor: “Musîbet zamanının uzunluğundan, uzun dersler gördüm. Dünyanın ruhanî lezzeti olan hüzn-ü mâsumâne ve mazlûmâneden, zayıfa şefkat ve gadre şiddet-i nefret dersini aldım.”
Şimdi, başlığa aldığımız mânâ ve maksattan uzaklaşmadan, uzlaşma ile uzaklaşmanın biribiriyle ne kadar irtibatlı ve iç içe olduğunu görmeye çalışalım.
Bu arada bir halimizi bağışlayınız ki, bazen bir kelime üzerinde fikir cimnastiği yaparken ve bunu da sizlerle paylaşırken, aynı anda içtimaî-sosyal alanımızdaki hareket sahamızda, tabiri caizse “koşu bandında” beraberce yol alıyoruz. Hem hareket, hem sohbet. Ne güzel!
Bir zamanlar bir makalemde “toka(t)laşmak” üzerinde yol almıştık.
Özetle demiştik ki: Tokalaşmaktan tokatlaşmaya insanı sürükleyen ve kelimenin bağrına saplanan o “t”yi atalım ki, yani Hazreti Üstâd’ın tabiriyle kalbimizdeki adavete adavet edelim ki, “tokalaşma” hasıl olsun ve devam etsin.
Bu ifadelerimi okuyan edebiyatçı-eğitimci bir dostum, “çok hoş ve lâtif” bularak iltifatta bulunmuştu.
Uz(ak)laşma meselesinde de kelimenin bağrındaki “ak”, uzlaşmayı uzaklaşmaya çeviriyorsa artık bu “ak”a itibar edilmemeli.
Üstad’ımızın Kosturma esaretindeki uzun kış gecelerini İstanbul’un beyaz şâşaalı gündüzünden bir yönüyle üstün tuttuğunu hatırlayalım. “Güya o gurbet gecesi, hayatımın gözünde nurlu siyahlıktı. Ve İstanbul’un beyaz, şâşaalı gündüzü, o hayat gözümün nursuz beyazıydı ki, ileriyi göremedi, yine yattı.”
Bugün siyaset sahasında da ehl-i imanın gözüne perde olup ileriyi göstermeyen “ak”tan uzak durabilenler kolayca uzlaşabiliyorlar.
Uzlaşma meselesinde bir inceliği eğer biraz daha irdelersek, görürüz ki “uzlaşmak” ile “barışmak” kelimeleri mâna ve kavram olarak biribirine yakın göründükleri kadar da uzaktırlar..
Zira “barışmak”, çeşitli sebeplerle biribirlerine kırgın ve küskün olanların, biribirleriyle yeniden buluşmaları, kırgınlıkları gidermeleri alanında daha çok istimal edilir. Ki bunlar; aile fertleri, eşler, kardeşler veya evlât-ebeveyn de olabilirler.
Halbûki “uzlaşma” bazen düşmanlar veya taban tabana zıt fikirler arasında da sağlanabilir ki, bu da ancak karşılıklı tavizlerle mümkün olur. Ya taviz vererek uzlaşırsın, ya da taviz vermez uzaklaşırsın.
Buna en güzel misal, Hudeybiye Antlaşması’dır. Karşılıklı “uzlaşma” sürecinin, Müslümanların lehine işleyeceğini gaybî bir nazarla gören Peygamber Efendimiz (asm), zahiren Müslümanların aleyhinde görünen bazı maddeleri de kabul etmişti.
Hak ve hakikatın hatırını kıran uzlaşmalar da makbul sayılmaz. Bazen olur ki, uzlaşamayıp uzaklaşmak kaçınılmaz olur.
Üstad Bediüzzaman da, o zaman o malûm maddelerle ve malûm “eşhas”la uzlaşılamıyacağını anladı, oradan ve onlardan uzaklaştı. Onun uzak durduğundan biz de uzak duruyoruz, biz de onlarla itikaden ve fikren uzlaşamıyoruz.
Bazen “uzaklaşma” gerçekleşirken, aynı anda “uzlaşma” da olur. Birinden uzaklaşırken, öbürüyle uzlaşmış olursun. Hak ve hakikatla uzlaşan, batıldan mânen ve itikaden uzaklaşmış olur. Batılla itikaden uzlaşan, haktan uzaklaşmış olur.
Bediüzzaman bu hakikatı, “Cebrail şeytan ile barışmaz” hükmüyle ibraz ediyor. Yani bazen, yolları ayırıp “sen yoluna, ben yoluma” demek gerekebiliyor.
Ama masum ve insanî olan unsurlarla uzlaşılamadığı, uzaklaşıldığı zaman, o işte İblis’in parmağı var demektir.
Bizi kendisine ram etmeye, uhrevîlikten uzaklaştırıp dünyevîlikle uzlaştırmaya çalışan sinsî zihniyetin planlarıyla, birbirimize de “sen yoluna, ben yoluma” demek durumlarında kalmaktan Allah’a sığınırız.
TAZİYE: Gazetemizin Yayın Koordinatörü Mustafa Döküler’in muhtereme annesi Mükerrem Hanımın vefatını teessürle öğrendik. Cenab-ı Allah’tan merhumeye rahmet ve Cennet, sevenlerine sabırlar diler, Avusturya’dan taziyetlerimizi arz ederiz.