Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 10 Ağustos 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet o Allah'a muhsustur ki, gökleri ve yeri yoktan yaratmış, melekleri de ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler kılmıştır...

Fâtır Sûresi: 1

10.08.2006


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Bana salâvat getirene Allah bir kîrat sevap yazar. Kîrat ise Uhud dağı kadardır.

Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3678

10.08.2006


Şiddetli sıcaklar Cehennemin hararetindendir

Ahiret âlemine ait menziller bu dünyevî gözümüzle görülmez. Fakat, bazı rivâyâtın işârâtıyla, âhiretteki Cehennem bu dünyamızla münasebettardır. Yazın şiddet-i hararetine “Cehennem hararetindendir” (Buharî,1:142,162) denilmiştir.

Demek, bu dünyevî, küçücük ve sönük akıl gözüyle o büyük Cehennem görülmez. Fakat ism-i Hakîmin nuruyla bakabiliriz. Şöyle ki:

Arzın medar-ı senevîsi altında bulunan Cehennem-i Kübrâ, yerin merkezindeki Cehennem-i Suğrayı güya tevkil ederek bazı vezâifini gördürmüş. Kadîr-i Zülcelâlin mülkü pek çok geniştir; hikmet-i İlâhiye nereyi göstermişse Cehennem-i Kübrâ oraya yerleşir. Evet, bir Kadîr-i Zülcelâl ve emr-i Kün feye kûn’e (“Ol der; o da oluverir” - Yasin:82.) mâlik bir Hakîm-i Zülkemal, gözümüzün önünde, kemâl-i hikmet ve intizamla kameri arza bağlamış; azamet-i kudret ve intizamla arzı güneşe raptetmiş; ve güneşi, seyyârâtıyla beraber, arzın sürat-i seneviyesine yakın bir süratle ve haşmet-i rububiyetiyle, bir ihtimale göre şemsü’ş-şümus tarafına bir hareket vermiş; ve donanma elektrik lâmbaları gibi yıldızları saltanat-ı rububiyetine nuranî şahitler yapmış, onunla saltanat-ı rububiyetini ve azamet-i kudretini göstermiş bir Zât-ı Zülcelâlin kemâl-i hikmetinden ve azamet-i kudretinden ve saltanat-ı rububiyetinden uzak değildir ki, Cehennem-i Kübrâyı elektrik lâmbalarının fabrikasının kazanı hükmüne getirip âhirete bakan semânın yıldızlarını onunla iş’âl etsin, hararet ve kuvvet versin. Yani, âlem-i nur olan Cennetten yıldızlara nur verip, Cehennemden nar ve hararet göndersin; aynı halde, o Cehennemin bir kısmını ehl-i azâba mesken ve mahbes yapsın.

Mektûbât, s. 15-16

Lügatçe:

Cehennem-i Kübrâ: Büyük cehennem.

Cehennem-i Suğrâ: Küçük cehennem.

haşmet-i rububiyet: Rabb’lığın, idare ve terbiye ediciliğin haşmeti, heybeti, büyüklüğü.

iş’âl: Yakma.

küre-i arz: Dünya.

medar-ı senevî: Dünyanın güneş etrafında dönerken çizdiği farazî daire.

menzil: Oda.

saltanat-ı rububiyet: Kâinatı terbiye ve idare edici olan Allah’ın saltanatı.

şemsü’ş-şümus: Güneşlerin güneşi.

seyyârât: Gezegenler.

şiddet-i hararet: Sıcaklığın şiddeti.

sürat-i seneviye: Dünya’nın bir yıllık hareket ve sürati.

Bediüzzaman Said NURSİ

10.08.2006


Bilerek ve severek tercih etmek

Bilmenin yetmediği bir asırda yaşıyoruz. Hz. Peygamberin (asm) “Bilselerdi yapmazlardı” sözünün, asrımız insanları için de geçerli olduğunu söylemek oldukça zor. Asr-ı hâzır insanlarına, ‘bildikleri halde yapıyorlar’ ifadesi daha çok yakışıyor sanki.

Bunu İbrahim Sûresi’nin 3. âyetinden anlamak da mümkün: “Onlar dünya hayatını seve seve âhirete tercih ederler.”

Bu âyetin, asrımıza hususiyetle parmak bastığını ifade eden Bediüzzaman, “Hiçbir asır böyle bir tarzı göstermemiş. Sâir asırlarda o ehl-i dalâlet âhireti bilmiyor ve inkâr ediyor. Elması elmas bilmiyor, dünyayı tercih ediyor”1 derken, bu asır için ise “hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye, ehl-i İslâma da bilerek, severek tercih ettirdi”2 diyor.

Aslında bu tercih edişin, hiç de akıllı bir tercih olmadığı aşikâr. Zira yine Bediüzzaman’ın benzetmesi ile ‘kırılacak bir cam parçasını bâkî elmaslara bildiği halde tercih etmek’3 gibi, zahirde hiç de ehl-i aklın kârı olmayan bir hamâkat hâlidir bu.

Gel gelelim asrın bu acip hali, “Tercih bilâmüreccih caizdir ve vâkidir”4 kaziyesini, bir kere daha haklı çıkartır. Ortada tercih edici bir sebep yokken, başka bir tâbirle, ehl-i imanca iyi ile kötünün açıkça bilindiği, dolayısıyla tercihin de bir ölçüde anlamını yitirdiği durumda dahi, tercihi hiç beklenmedik şıktan yana yapmanın tuhaflığının, tâbir-i diğerle ‘divanece bir tercih’in bile, bu sözü nasıl doğrulayabildiği, bir vâkıa olarak durur orta yerde.

Asrın bu bedbaht halini, Bediüzzaman, şu cümleleriyle daha da tasvir eder: “Bu asırda hayat-ı insaniye, hususan hayat-ı içtimaiyesi öyle dehşetli, fakat cazibeli ve elîm, fakat meraklı bir vaziyet almış ki, insanın ulvî latifelerini ve kalb ve aklını nefs-i emmaresinin arkasına düşürüp pervane gibi o fitne ateşlerine düşürttürüyor.”5

Demek ki ‘bilerek ve severek’ tercih etmenin arka planında, insanın ulvî duygularının nefse esir olması saklı. Hz. Peygamber (asm) “Fitne-i âhirzaman o kadar dehşetlidir ki, kimse nefsine hâkim olmaz”6 derken bunu nazara vermiş olsa gerek. Nefislere hâkim olunamayan, hatta bir adım ötesinde nefse mahkûm olunan, ulvî duyguların nefs-i emmarenin arkasına düşüp, pervane misal fitne ateşlerine düştüğü bir zaman...

Risâle-i Nur’da insanı büyük bir saraya benzeten Bediüzzaman, akıl, kalp, ruh gibi insanın ulvî duygularını sarayın efendisi; göz, kulak gibi azalarını da sarayın çeşitli odalarında birer vazife ile meşgul sakinler olarak tâbir eder. İnsanın nefis, hevâ, kuvve-i şeheviye ve gadabiyesini ise, bu mükemmel sarayın kapıcısı veyahut iti hükmünde görür. Dünyanın ahirete çoklukla tercih edildiği bu asır, bir nevî ‘efendinin itle oynadığı’7 asırdır onun dilinde. Zira modern insan, ulvî meselelerle meşgul etmesi gerektiği akıl, kalp ve ruhunu; tam aksine his, heves ve nefsin eline oyuncak etmiştir. Aklı mideye indirmiştir sözgelimi. Cesed ruha hâkim olmuştur. Kalbse, nefsin elinde esir...

Dünyayı ahirete, bir anlamda elması cama ‘bile bile’ tercih edişin ardındaki bu acipliği şöyle tahlil eder Bediüzzaman: “İnsanda hissiyat galip olsa, aklın muhakemesini dinlemez. Heves ve vehmi hükmedip, en az ve ehemmiyetsiz bir lezzet-i hazırayı ileride gayet büyük bir mükâfâta tercih eder. Ve az bir hazır sıkıntıdan, ileride büyük bir azâb-ı müeccelden ziyade çekinir. Çünkü tevehhüm ve heves ve his, ileriyi görmüyor, belki inkâr ediyorlar. Nefis dahi yardım etse, mahall-i iman olan kalb ve akıl susarlar, mağlûp oluyorlar.”8 Evet, kalp ve aklın sustuğu bir vasatta, dünyayı ahirete ‘bilerek ve severek’ tercih etmek, daha bir kolay olsa gerek.

Bediüzzaman, ayrıca, nefis terbiye olsa bile, daha şiddetli, akıl ve kalbin sözünü daha fazla anlamaz ve dinlemez, içerisinde şuursuz kör hislerin de bulunduğu manevî bir nefs-i emmarenin varlığından da söz eder ki, bu, insanın ömrünün sonuna kadar nefs-i emmaresinin vazifesini devam ettirir.9

Akıl ve kalbin sözünü dinlemeyerek, bir anlamda aklın hükmünü iptal ederek, insanı, iradesiyle ve bile bile yanlışa sevk eden bu şuursuz, âkibeti görmeyen kör hisler; yazık ki insanı şehevî arzularının kölesi eden hazcı felsefenin de temel dayanağı olmuştur. Nitekim bazı sapkın düşünceleriyle de meşhur Freud, insanı özgür kılmak adına, onun bu hayvanî ve şehevî hislerini, “id”—insanın, irade dinlemez ‘bilinçaltı dürtüleri’—tâbir ederek, güya meşrû ve masum bir insanî ihtiyaç olarak göstermek istemiş. Freud’un ihtiyar dinlemeyen ve kayd altına girmeyen id’i, bana Bediüzzaman’ın kuvve-i şeheviye ve gadabiye için kullandığı ‘it’ tâbirini hatırlatır hep. Ne var ki Freud, insanı, id’in kölesi yaparken; Bediüzzaman it’in dizginini insanın eline verir ve ‘efendiyi it ile oynamak’tan kurtarır.

Evet, Hz. Peygamber’in (asm) işaretiyle nefs-i emmarenin daha bir hükümran olduğu ve nefse hâkimiyetin oldukça zorlaştığı şu asrın insanlarının, dünyanın küçücük ve geçici bir menfaatini, ahiretin büyük ve sonsuz menfaatlerine ‘bilerek ve severek’ tercih etmesinin ardındaki garipliğin sırrı, akıl ve kalbin sözlerini dinlemeyen bir ‘nefs-i emmâre’ ve ondaki ‘âkibeti görmeyen kör hisler’ ile anlaşılabiliyor ancak.

Çare mi? Ona da, bir başka yazı da değinelim...

Dipnotlar:

1- Şualar, s. 624

2- Kastamonu Lahikası, s. 77

3- A.g.e., s. 73

4- Sözler, s. 431

5- Kastamonu Lahikası, s. 73

6- Süyûtî, el-Fethü’l-Kebîr: 1:315, 2:185, 3:9; Şualar, s. 503

7- Sözler, s. 292

8- Lem’alar, 13. Lem’a, 7. İşaret, s. 81

9- Kastamonu Lahikası, s. 180

İsmail TEZER

10.08.2006


Mübeddil

Allah (c.c.), Mübeddil’dir. Yani istediği her şeyi, istediği her an, istediği şekil ve sıfatla değiştirir, tebdil eder. Her şeye, her zaman yeni bir tarz ve yeni bir şekil verir, her şeyi halden hale uğratır. Kâinatta her şey Allah’ın irâdesiyle, kudretiyle ve hikmetiyle bir yazar-bozar tahtası hükmünde her an değişikliğe uğramakta, her an yenilenmekte, her an tazelenmektedir.

Peygamber Efendimizin (a.s.m.) bildirdiği Mübeddil ism-i şerifi Kur’ân’da fiil sîgasıyla vârittir.

Cenâb-ı Mübeddil-i Hakîm, Kur’ân’da, yüz çeviren Sebelilerin üzerine Arim seli göndererek bahçelerini buruk yemişli, acı ılgınlı ve içinde biraz da sedir ağacı bulunan bahçelere tebdil ettiğini,1 tövbe eden, îman eden ve salih amel işleyenlerin seyyiâtlarını iyiliklerle değiştireceğini,2 kıyâmetten sonra yeryüzünü başka bir arzla, gökleri de başka göklerle tebdîl edeceğini,3 yüz çevirenlerin derilerinin, çılgın bir alev ve ateşle dolu Cehennemde yandıkça azabı tatmaları için, başka derilerle tebdil edeceğini4 beyan eder.

Kâinat sarayında her şeyin elbisesinin her saatte tam bir intizam içinde değiştirildiğini beyan eden Bedîüzzaman, Sâni-i Zülcelâlin zamana bir ip gibi, bir şerit gibi her sene başka bir âlemi takıp gösterdiğini, o taktığı âlemi de senenin her gününde intizamla ve hikmetle yeniden değiştirdiğini kaydeder.

“Göklerin ve yerin yaratılışı ile dillerinizin ve renklerinizin farklılığı da Onun âyetlerindendir”5 âyetinde göklerin ve yerin yaratılışından en son silsile olan dillerin ve renklerin farklılığına intikal eden Kur’ân’ın i’câzkârâne bir îcâz gösterdiğini kaydeden Bediüzzaman, bu âyetin Sâni-i Hakîme şehâdet eden âlem sayfasını nazara verdiğini; göklerin ve yerin yaratılmasından, göklerin yıldızlarla tezyin edilmesi ve yeryüzünün hayat sahipleriyle şenlendirilmesine kadar; sonra, güneş ve ayın istihdam edilerek mevsimlerin değiştirilmesinden, gece ve gündüzün bir biri peşi sıra devrine ve bu devir içindeki muhtelif değişikliklere kadar bütün tecellîlerin ve değişikliklerin, Cenâb-ı Hakkın isimlerinin eserleri olduğuna, bu âyetle işâret edildiğini beyan eder.

Kolumuzdaki saatin sabit gibi görünmesine karşın, içindeki çarkların durmak bilmeyen hareketleriyle dâimâ bir zelzele yaşadığını kaydeden Bedîüzzaman, kudret-i İlâhiyenin bir büyük saati olan şu dünyanın da görünüşteki sabitliğiyle beraber, dâimî bir zelzele ve değişiklik içinde yuvarlandığını beyan eder.

Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, dünyanın gece ve gündüzü, o büyük saatin saniyelerini sayan iki başlı bir mil hükmündedir. Sene o saatin dakikalarını saymakta, asır ise saatlerini saymaktadır. Zaman da, dünyayı yokluk dalgalarına atmakta, geçmişi ve geleceği yokluğa vererek, meydanda yalnız hazır zamanı bırakmaktadır. Akıp giden zaman fırtınası içinde, değişmeyen hiçbir şey kalmamaktadır. Dünyada her şey vahşî bir akarsu gibi hızla akmakta, akıntının her saniyesinde her şey değişmektedir. Her şeyin böylesine tebeddüle ve değişmeye maruz kalması Cenâb-ı Hakkın isimlerinin cilvelerinin, tasarruflarının ve tecellîlerinin her saniye tazelendiğini göstermektedir.

Hâlık-ı Rahîmin, bir kuşun “tüylü elbise”sini her sene hangi kanunla değiştiriyor ise, aynı kanunla her sene yeryüzünün elbisesini de değiştirdiğini beyan eden Bediüzzaman, Cenâb-ı Hakkın aynı kanunla her asırda dünyanın şeklini tebdil ettiğini, aynı kanunla kıyâmet vaktinde kâinatın sûretini tebdil edeceğini ve her şeyi âhiret âlemi sûretinde değiştireceğini kaydeder.

Bedîüzzaman’a göre, insan, hayatında dört türlü inkılap yaşamaktadır: İlk durumu ölü ve yok hükmünde olan insan, sonra hiçten yaratılmış ve hayat verilmiştir. Sonra bir kez öldürülecek ve en sonunda ise hayatı tekrar iâde edilecektir. İnsanın vücudu tavırdan tavıra, yani nutfeden alakaya, alakadan mudğaya, mudğadan et ve kemiğe, et ve kemikten insan sûretine bir kast, bir irâde ve bir ihtiyâr altında, hususî kanunlarla, muayyen nizamlarla, muntazam hareketlerle intikal etmekte, değiştirilmektedir. İnsan önce kalıptan kalıba girip çıkmakta, sonra insan vücudu her sene kendi elbisesini değiştirmektedir. Çünkü bedendeki hücreler hep yakılıp, yıkılıp, yeniden yaratılarak sürekli bir değişikliğe tabi tutulmaktadır.

(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna)

Dipnotlar:

1- Sebe Sûresi: 16; 2- Furkan Sûresi: 70;

3- İbrahim Sûresi: 48; 4- Nisa Sûresi: 56;

5- Rum Sûresi: 22

10.08.2006


Delâili'n-Nur

15. Allah’ım! Efendimiz Muhammed’e, onun âl ve Ashâbına, Senin için bizden bir hoşnutluk ve onun üzerimizdeki hakkını ödemeye vesile olacak bir salât ve selâm eyle Allah’ım! Zâtın nuru, esmâ ve sıfatın bütün eserlerinde akıp duran bir sır olan Efendimiz Muhammed’e, onun âl ve Ashâbına, Senin varlığının devamı müddetince ve ilminde bulunan nesnelerin katları kadar salât ve selâm eyle.

10.08.2006


İstiğna sahibi bir zat

Bediüzzaman, küçük yaşından beri halkların mukabilsiz hediyelerinden istiğnâ etmiştir. Hediye kabul etmemeyi meslek edinmiştir. Zindandan zindana, memleketten memlekete sürgün edildiği zamanlarda, ihtiyarlığın tahmîl ettiği zarûretler içinde dahi, bu seksen senelik istiğnâ düsturunu bozmamıştır. En has bir talebesi, bir lokma bir şey hediye etse, mukabilini verir; vermese dokunur.

Neden hediye kabul etmediğinin sebeplerinden birisi olarak der ki: “Bu zaman, eski zaman gibi değildir. Eski zamanda imânı kurtaran on el varsa, şimdi bire inmiş. İmânsızlığa sevk eden sebepler eskiden on ise, şimdi yüze çıkmış. İşte böyle bir zamanda imâna hizmet için, dünyaya el atmadım, dünyayı terk ettim. Hizmet-i imâniyemi hiçbir şeye âlet etmeyeceğim” der.

Hazret-i Üstad, kendi şahsı için birisi zahmet çekse, bir hizmetini görse, mukabilinde bir ücret, bir teberrük verir. Aksi halde, ruhuna ağır gelir, hoşuna gitmez.

10.08.2006


Kapı ve duvarlar, âmin dediler

Nakl-i sahihle Hazret-i Abbas’tan haber veriyorlar ki: Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Abbas ve dört oğlunu (Abdullah, Ubeydullah, Fazl, Kusem) beraber, “mülâet” denilen bir perde altına alarak üzerlerine örttü. Dedi: “Yâ Rabbi! Bu benim amcamdır ve babam hükmündedir. Bunlar da onun çocuklarıdır. Ben abamla onların üzerlerini örttüğüm gibi, sen de onları örterek ateşten koru” deyip duâ etti. Birden, evin damı ve kapısı ve duvarları “Âmin, âmin” diyerek duâya iştirak ettiler.

Mektûbât, s. 134

10.08.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004