Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 05 Kasım 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Hüseyin GÜLTEKİN

Kurtuluş takvada



Dinimizde efdal olan öncelikle günahlardan, haramlardan sakınmak; ondan sonra da salih amel işlemektir. Ekserî âlimlerin görüş ve tavsiyeleri bu yöndedir, doğru ve kârlı olan da budur. Diğer bir ifade ile günahlardan kaçınmak, haramlara girmemek; yapacağımız ibadet ve taatlerimizden, işleyeceğimiz hayır ve hasenatlardan daha önemlidir, daha hayırlıdır.

Bu durumu Bediüzzaman “Def-i şer, celb-i nef’a râcihtir” sözüyle veciz bir şekilde ifade etmiştir. Yani her mü’minin ilk ve öncelikli vazifesi, günahları savuşturmak olmalı. Ondan sonra da salih amele yönelmeli.

Bu nevî bir dinî yaşantının diğer adı takvadır. Takvada esas olan, haramlardan şiddetle kaçınmaktır. Böyle bir tercih ve tesbitten, şöyle bir sonuç akla gelmemeli: ‘Günahlardan, haramlardan gereği şekilde sakınamayan bir mü’min, diğer ibadetlerini de yapmasın! Madem bilerek veya bilmeyerek mü’min günahlara ve haramlara giriyor, o zaman diğer ibadetleri yerine getirmenin bir anlamı ve faydası yoktur!’ Böyle bir sonuca varmak, böyle bir fetvayı çıkarmak tamamen yanlıştır. Çünkü beşer olmamız hasebiyle tamamen günah ve kusurlardan uzak bir hayatın içinde olmak hemen hemen mümkün değil. İnsan olarak, fıtratımızın bir gereği olarak, elbette bazı günahlarımız, hatalarımız, kusurlarımız olacak. Peygamberlerde ancak bulunan “ismet” sıfatından mahrum olmamızın bir sonucu olarak, bilerek veya bilmeyerek bazı günahlara girmemiz kaçınılmazdır. Bu durumda yapmamız gereken, derhal istiğfar ile Allah’a sığınmak, hata ve kusurlarımızda ısrar etmemektir.

Ama söz konusu, “takva” içinde bir hayat tarzını tercih olunca işin şekli değişiyor. Bu noktada artık mü’min dinî vecibeleri yerine getirmede ve haramlardan çekinme noktasında daha bir hassas, daha bir teyakkuz durumunda olması gerekiyor.

Takvayı ve amel-i salihi esas alan ve o çerçevedeki bir dinî yaşantıyı tercih eden her ehl-i din, farz ve vaciplerin ötesinde Sünnet-i Seniyyeleri, müstehapları da yapmanın gayretinde olur. Diğer taraftan da haramlardan şiddetle kaçındığı gibi, artık mekruhlardan ve diğer şüpheli şeylerden dahi kaçınmanın gayretinde olur.

Konumuzla alâkalı olarak Efendimizin (asm) şu tesbiti bize ışık tutuyor: “Helâl bellidir, haram da bellidir. Fakat bu ikisinin arasında şüpheli şeyler vardır” dedikten sonra devamında da şöyle buyuruyor: “Nasıl bir çoban, koruluğun kenarında koyun otlattığında, koyunlarının her an koruluğa girme ihtimali varsa, şüpheli şeylerden korunmayanın da harama düşme ihtimali öylece vardır.”

Görüldüğü gibi gayr-ı meşrû saha olarak da adlandırabileceğimiz “koruluğun”, bitişiğindeki alanı mekân olarak seçmek ve sürekli böylesi bir sahada dinî bir hayatı yaşamak, emniyetli bir tercih olmadığı gibi, haramlara girebilme açısından tehlikeli ve riskli bir bölge olduğu bellidir.

En doğrusu ve en sağlıklısı, günahlar ve haramlar bölgesine komşu olan, Efendimizin (asm) “koruluk” olarak adlandırdığı bu tehlikeli ve riskli bölgelerden uzak, daha emniyetli, daha güvenilir bölgelerde dinî hayatımızı yaşamayı devam ettirmenin gayretinde olmak.

“Koruluk” diye tavsif edilen, günah ve haramların komşusu bulunan bu alan, bu asırda daha da genişledi, daha da tevessü edip her tarafı kuşatma altına aldı. Ehl-i dinin yaşama alanını daraltan her an ve her mekânda, günah ve haramların bombardımanı altında bulunan mü’minlerin, bu tehlikelere karşı daha bir tedbirli ve dikkatli olmaları gerekir.

Açıkça görülüyor ki yarım yamalak bir inançla, taklidî olan bir imanla bu dehşetli asrın fitne, günah, haram ve seyyiâtlarına karşı direnip mukavemette bulunmak bir hayli zor. Bu zorlukları ve tehlikeleri gören Bediüzzaman “Risâle-i Nur şakirtleri, bu zamanda, en mühim vazifeleri, tahribâta ve günahlara karşı takvayı esas tutup davranmak gerektir” diyerek kurtuluş çaremizin takvâda olduğunu haber veriyor.

Bediüzzaman bu önemli tavsiyenin devamında da “Madem her dakikada, şimdiki tarz-ı hayat-ı içtimâiyede, yüzer günah insana karşı geliyor; elbette takvâ ile ve niyet-i içtinab ile yüzer amel-i salih işlenmiş hükmündedir” buyurarak tehlikenin boyutunu ve kurtuluş reçetesini bizlere sunmuş oluyor.

05.11.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Yazıları

  (29.10.2006) - Taziyelerin dinimizdeki yeri

  (22.10.2006) - Din-i mübîne perde olmamak

  (15.10.2006) - Maksadım yaraları kaşımak değil

  (08.10.2006) - Modern hayatın tehlikeleri

  (01.10.2006) - Osman Ağabey de göçtü bu dünyadan

  (24.09.2006) - Arkadaş seçimini ciddiye almalı

  (17.09.2006) - Zulüm devam etmez, ama uzayabilir

  (10.09.2006) - Tahkir ve tahriklere karşı itidal

  (03.09.2006) - Ehl-i dinin en çok sıkboğaz edildiği devreler

  (27.08.2006) - Maniler hariçte değil, dahilde

 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habip FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004