Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 03 Aralık 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

İslam YAŞAR

Bir sürgün yeri



Burdur...

Binlerce yıllık bir yerleşim merkezi sakinlerinin ‘Buldur’ dediği bu şehir.

İlk defa Cilâlı Taş devrinde gelmiş insanlar buraya. Gelmişler ve kalmışlar. Onları başka gelenler takip etmiş. Her gelen kalmamış, ama kalanlar oraya kendilerince adlar vererek yerleşmişler.

Zaman içinde Asurlar, Hititler, Frigyalılar, Lidyalılar, Selevkoslar, Persler, Makedonlar, Bergamalılar, Romalılar, Bizanslılar şehre hâkim olarak varlıklarından söz ettirmişler.

Selçuklu akıncıları, Malazgirt Zaferinden hemen sonra gelmiş bu diyara. Onlar kaleyi fethedip Müslümanların iskânına açınca, bazı Türkmen aşiretleri gelip yerleşmişler ve şehre de Tirkemiş adını vermişler.

Selçukluların dağılmasından sonra Hamidoğulları Beyliği’nin hâkimiyeti altına giren şehir, I. Murad’ın bir bölümünü satın almasıyla kısmen, Yıldırım Beyazıt’ın yaptığı seferden sonra da tamamen Osmanlıların kontrolüne geçmiş.

Önceleri Isparta’ya, sonra Konya’ya bağlanan Burdur, çok eski bir yerleşim merkezi olmasına rağmen fazla gelişmemiş, ama değerini de yitirmemiş. Osmanlı’nın inkırazı sırasında İtalyanların işgaline uğramış, Kurtuluş Savaşı’nda da kurtarılmış.

Bir ara doğrudan İstanbul’a bağlanan Burdur, il sıfatını ilk defa Cumhuriyet döneminde almış. Ne var ki bu sıfatı veren devlet adamlarından bir il ilgisi değil, sürgün yeri muamelesi görmüş.

Oraya ilk sürgün edilenlerden biri de Bediüzzaman Said Nursî olmuş.

***

Aslında ne Said Nursî sürgün edilecek bir şahsiyet, ne de Burdur sürgün yeri olacak mahrumiyet diyarı. Lâkin ülkesini bilmeyen, insanını tanımayan kişilerin başa geçtiği zamanlarda böyle nâhoş hadiseler yaşanır.

Nitekim, Cumhuriyet idarecileri de “Bâkiye-i ömrümü mağaralarda geçireceğim. Bu insanların hayat-ı içtimaiyesine karışmak artık yeter. Madem sonunda yalnız kabre gideceğim, yalnızlığa alışmak için şimdiden yalnızlığı ihtiyar edeceğim” diyerek Van’a gidip inzivaya çekilen Said Nursî’yi oradan alıp Burdur’a getirmişler.

Aşiretine yerleşecek verimli bir yer ararken, oradan geçtiği esnada burnuna güzel çiçek kokuları gelince bulunduğu yerin verimli bir arazi olduğunu anlayıp yanındaki oğluna ‘Burda dur’ diyen ve aşiretini oraya yerleştirerek şehre bu adın verilmesine vesile olduğu söylenen âmâ Türkmen beyinin yaptığı gibi, ona da ‘Burada dur’ demişler.

Onların istediği şey Said Nursî’nin, şehrin hudutlarının dışına çıkamaması, kimseyle görüşmemesi, siyasî, içtimâî, dinî fikirler beyan etmemesi ve sadece hayatiyetini devam ettirmesiymiş.

Fakat o durmamış. İlk günlerde bir otelde kalarak şehre intibak ettikten sonra Hacı Abdullah Camii’nin meşruta olarak kullanılan odasına yerleşince kendisini maddî, mânevî bir hareketliliğin içinde bulmuş.

O zamanlar Burdurlular Şark sürgünleri ile karşılaşmaya alışkın olduklarından daha ilk günden başlamışlar gelip gitmeye. Eşrafın ve esnafın yanı sıra memurlar, askerler, öğretmenler de gelince ‘Benim yanıma gelmeyin, size zarar verirler’ diyerek ikaz etmiş ama onlar ziyaretlerine devam etmişler.

Gelenlerin her birinin ayrı bir maksadı varmış. Bazısı merak ettiği meseleleri sormuş, bazısı halledemediği müşkülünün hallini dilemiş. Kimi onun nasıl bir zât olduğunu anlamaya çalışmış, kimi ilminin derinliğini, zekâsının kuvvetini ölçmeye kalkmış.

O hepsinin niyetini hissettiği, zaafını bildiği hâlde kimseyi geri çevirmemiş. Dertlilerin dertlerini dinlemiş, meraklıların meraklarını izale etmiş, sorulan soruları hayatın içinden misaller getirerek cevaplamış.

Ziyarete gelenlerin hâllerinden ve sorulan soruların muhtevasından ahâlinin içine düştüğü mânevî boşluğu hisseden Said Nursî, bu boşluğun beşerî zaafların tazyikiyle iman zafiyetine dönüştüğünü müşahede edince, camide imanî dersler vermeye başlamış.

Çoğunda münhasıran kendi ismini söyleyerek nefsine hitap ettiği ve “Eski Said ile yeni Said’in birbiriyle münâzarâ edip nefs-i emmareyi susturan ve şuhut derecesindeki hakikatleri ihtiva eden” bu derslerde gururu, enaniyeti, dünya meftuniyetini işlediği için o hâllerden muzdarip olanlar ilgiyle takip etmişler.

Bediüzzaman’ı tanıdıktan sonra sık sık yanına gelip giderek bir nev’î talebe vazifesi üstlenen Nasuhizade Mehmed, Hasan Efendi, Binbaşı Asım Bey gibi zatlar anlatılanları yazmışlar.

Derslerde âyetler, hadisler ve bazı Arapça metinler olduğu için yazdıklarını ona tashih ettirerek küçük kitapçıklar hâline getirmişler ve Bediüzzaman’ın ‘Risâle-i Nur’un bir fihristesi ve bir listesi ve bir çekirdeği’ diye tavsif edip ‘Nur’un İlk Kapısı’ adını verdiği eserin telifine vesile olmuşlar.

Bu eserin başkaları tarafından da istinsah edilmesi ve aile sohbetlerinde, bazı hususî meclislerinde okunması neticesinde kısa zamanda o havalide Said Nursî’nin adını duymayan kalmamış.

Zamanla bu alâka o kadar artmış ki, bazı yüksek rütbeli subayların ve âmirlerin yanı sıra ekserisi aşiret reisi, âlim, meşayih gibi muteber sıfatlar taşıyan Şark sürgünleri de gelip gitmeye başlamışlar.

Kendileri her türlü maddî imkâna sahipken Said Nursî’nin zahiren fakr u zaruret içinde yaşamasını kabullenemeyen bu insanların bazıları ona yardım etmek veya zekâtlarını vermek istemişler.

Fakat o, bütün ısrarlara rağmen “Gerçi param pek azdır, fakat iktisadım var. Kanaate alışmışım. Ben sizden daha zenginim” diyerek yapılan teklifleri geri çevirmiş ve iktisadı, kanaatkârlığı sayesinde ‘nâstan istiğna’ düsturunu bozmamış.

Bu arada fırsat buldukça kırlara çıkıp tabiatı tefekkür ve temâşâ ederek ruhunu dinlendirmeyi de ihmal etmemiş. Bazı günler şehrin içinden geçen ırmağın kenarında gezerek değirmencilerle, bahçıvanlarla sohbet etmiş.

Bazen, talebesi mesabesindeki birkaç kişi ile birlikte şehrin sırtını dayadığı dağın yamaçlarına gitmiş, tepelere çıkmış ve Burdur Gölü’nü, Söğüt dağlarını seyrederek Van’a duyduğu hasret hislerini teskin etmeye çalışmış.

Kendisinin, “Burdur’a getirildim. Orada yine hizmet-i Kur’âniyede bulunduğum miktarca—O vakit menfilere çok dikkat ediliyordu. Her akşam ispat-ı vücut etmekle mükellef oldukları halde ben ve halis talebelerim müstesna kaldık—ben hiçbir vakit ispat-ı vücuda gitmedim. Hükümeti tanımadım” sözleri ile de ifade ettiği gibi önceleri bu hareketlerine pek müdahale edilmemiş.

Lâkin Bediüzzaman’ın ziyaretçileri artıp dersleri kalabalıklaştıkça endişelenen vali, gerek ona saygı duyduğu, gerekse halkın tepkisinden çekindiği için fiilî bir müdahalede bulunmamış.

Meseleyi Ankara’ya bildirmeyi düşündüğü günlerde gelmiş Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak, Burdur’a. Vali de bu fırsatı değerlendirmek istemiş.

“Said Nursî hükümeti tanımıyor, ispat-ı vücuda gelmiyor, dinî dersler veriyor” diyerek Said Nursî’yi Paşaya şikâyet etmiş.

“Ona ilişmeyiniz, hürmet ediniz” demiş Fevzi Paşa da.

Ona ‘hizmet-i Kur’âniyenin kudsiyetinin söylettiği’ bu cevap üzerine Said Nursî’ye bir şey yapamayacağını anlayan vali, Ankara’yı gelişmelerden haberdar edince oradan Isparta’ya sürgün emri gelmiş.

Burdur’da yedi ay kadar kalan Bediüzzaman bir an bile boş durmamış. Şahsî ibadet, zikir ve evradının yanı sıra insanlarla sohbet etmiş, camilerde dersler vermiş, eserler yazmış, talebeler yetiştirmiş ve Isparta’ya giderken ardında pek çok nuranî izler bırakmış.

Böylece bir sürgün yeri olan Burdur, Nur Menzili hâline gelmiş.

***

Nur menzillerini gezmeye başladığımızda, yolumuzun sürgün yerlerinden de geçeceğini biliyorduk. Hatta buna hazırlıklıydık ama bu hazırlık zorluk çekme değil, sefa sürme hazırlığıydı.

Zira Said Nursî ve saff-ı evvel sıfatlı Nur Talebeleri oralarda ağır sürgün şartlarının bütün zorluklarını yaşamalarına rağmen insanlar üzerinde müsbet tesirler bırakarak muteber bir hizmet zemini teşekkül ettirmişlerdi.

Nitekim, Bediüzzaman’a reva görülen sürgün şartlarını kısmen de olsa yaşama hevesine kapılıp Antalya, Bucak güzergâhını takip ederek Burdur’a geldiğimizde mahallin Nur müdebbirleri bizi şehrin girişinde karşıladılar.

Yol boyu sürgün şartlarını konuştuğumuz için hislerimizi o hâllere biraz fazla kaptırdığımızdan olsa gerek, daha hoşâmedî faslı bitmeden arkadaşları harekete geçirmeye çalıştık.

“Bizi, Üstadın ilk geldiği gün kaldığı tahmin edilen otele götürün” dedik.

“O sadece bir tahmin” dediler.

“Madem öyle, daha sonra kiralayarak bir süre kaldığı rivayet edilen eve gidelim” deyince onun da bir rivayetten ibaret olduğunu söylediler.

O esnada dikkatle bize bakan arkadaşlar, hâl ve hareketlerimizde “Burdur’a boşuna geldik galiba” der gibi tavırlar sezmiş olmalılar ki, önceden tasarladıkları anlaşılan ağırlama plânını değiştirdiler ve bizi alıp Hacı Abdullah Camii’ne götürdüler.

Mekâna hakim ve ufku geniş bir mevkideydi cami. Mabedin bânisi, bahçeye diktirdiği ağaçların bile görüş mesafesini kapatmamasına dikkat ederken, etraftaki yüksek binalardan, müteahhitlerin o hassasiyeti taşımadıkları anlaşılıyordu, ama yine de caminin bütün cepheleri farklı manzaralara münazırdı.

Biz, Üstadın bir ara orada ikamet ettiğini bilmenin işgüzarlığıyla şehri temâşâyı sonraya bırakıp camiye girmeye hazırlanırken, onlar meşruta tarafına doğru dönünce durduk ve mihmandara uymamanın mahcubiyetiyle onları takip ettik.

Az sonra, mimarî açıdan cami ile pek mütenasip olmayan küçük bir yapının önünde durduk. Burdurlu arkadaşlar kapıyı açıp kenara çekilerek bizi içeri dâvet ettiklerinde, odaya ancak bizim sığabileceğimizi düşünmüştük, ama bizden kalabalık olmalarına rağmen onlar da girdiler ve kendilerine yer bulmakta pek zorluk çekmediler.

“İşte burası Burdur’un bilinen yegâne Nur Menzili” dediler.

Bizim, “Nasıl olur?” kabilinden hareketlerle hayretimizi ifade etmemize fırsat kalmadan, Üstadın kaldığı bu odanın yıllarca caminin ardiyesi olarak kullanıldığını, bir süre önce kendilerinin cami derneği ile işbirliği yaparak tamir ve tefriş edip sohbet mekânı hâline getirdiklerini, haftanın muayyen günlerinde de gelip ders yaptıklarını anlattılar.

Zaten duvarların sıvalı, boyalı, eşyaların yeni olmasından, odanın yakın zamanda tamir ve tefriş edildiği belli idi. Bu iş yapılırken aslının korumasına gayret edilmemişse de tefrişatın, kullanılış mânâsına münasip olmasına itina gösterilmişti.

Biz leziz ikramlardan nasiplenirken, onlar önce Burdur’un Nur Menzili oluş macerasını anlatıp odanın kitaplığından Nurun İlk Kapısı’nı alarak Sekizinci Ders’i okudular. Ardından da Üstadın tenezzüh menzili olarak kullandığı tahmin edilen dere boyunu, göle bakan yamaçları, tepeleri gezdirdiler.

Artık sıra şehir hakkında umumî bir malûmat sahibi olmaya gelmişti. Onlarla birlikte İnsuyu mağarasını, Ulucami, Eskiyeni, Lalabalaban, Divanbaba, Manastır, Şeyh Sinan, Taşdemir, Saden, Karahisar, Hecin, Selimoğlu camilerini gezip şehrin şiârı sayılan Saat Kulesi’ni gördük.

Günün kalan kısmında askerlik hatıralarını tazeleyip bazı dostları ziyaret ettik. Akşam da umumî derse katıldık ve yeni yapılan çok amaçlı modern hizmet binasında konakladık.

Böylece, Burdur’un mahallî hizmet merhalelerini müşahede edip şehrin hey’et-i umumisi hakkında malûmat sahibi olduktan sonra, bir başka sürgün diyarına doğru yola koyulduk.

03.12.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Yazıları

  (26.11.2006) - Öğretmenler Günü komedisi

  (19.11.2006) - İstanbul’un hazireleri

  (12.11.2006) - Ebedî yaşama iştiyakı

  (05.11.2006) - Bir şairin çocukluk yılları

  (29.10.2006) - Taştaki tekâmül temayülü

  (22.10.2006) - Bayram sabahları

  (15.10.2006) - ‘Nur’un mânevî avukatı’

  (08.10.2006) - Ramazan ve san’at

  (01.10.2006) - Bir Ramazan hatırası

  (24.09.2006) - Ramazanla yenilenmek

 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004