Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 10 Ocak 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Kazım GÜLEÇYÜZ

Sadece hizmet



Bediüzzaman her konuda olduğu gibi, eskilerin “derd-i maişet” dediği geçim konusunda da çok orijinal bir ölçü veriyor.

Maişeti temin etmenin tabiî, meşru ve canlı yollarının san'at, ziraat ve ticaret olduğunu ifade ettikten sonra, memuriyet ve idareciliğin bunlar arasında yeri bulunmadığını kaydederek, “Bence memuriyete ve imarete (idareciliğe) giren, yalnız hamiyet ve hizmet için girmelidir” diyor. (Münâzarat {Nur Seti}, s. 49)

Nur talebesi kimliği bilinen Hakkı Yavuztürk, bu bakımdan da örnek bir şahsiyetti.

Sağlık memuru olarak, ebe olan hanımıyla birlikte uzun yıllar Türkiye'nin çok değişik yerlerinde hizmet vermiş; Siirt’in, Trakya’nın mahrumiyet ve zorluklarla dolu ücra köylerinde fakir ve çaresiz Anadolu insanının yardımına koşmuştu.

Mesai kavramı tanımadan, gece gündüz demeden, hiçbir maddî veya manevî karşılık beklemeden ve istemeden, tam tersine hediye ve ikramların dahi çoğunu nazikçe geri çevirerek verdiği hizmetlerle, insanların gönüllerini bu cihetten de fethetti.

Bulunduğu konuma razı, halka hizmetten başka hiçbir şey düşünmeyen bir insandı.

Bu noktadaki dikkat ve hassasiyeti o derecedeydi ki, kardeşi Zeki Yavuztürk Millî Savunma Bakanı olduğunda âmirlerinden gelen “Hakkı Bey, seni daha iyi ve rahat bir yere getirelim” tekliflerine dahi iltifat etmemişti.

“Bakan ağabeyi” olma konumunu kendisi için bir imtiyaz vesilesi olarak kullanmayı aklından bile geçirmediği gibi, bu durumun başkalarınca istismarına da izin vermemişti.

Çünkü memuriyet onun için bir hizmet vesilesiydi; insanların çaresizliğini kullanarak cebini doldurma veya onlara tahakküm etme aracı değil. Ve bu yönüyle de, bilhassa tek parti döneminin mâlûm klasik “ceberut” ya da özellikle son dönemlerin “cüzdanıyla vicdanı arasında sıkışan” ve bu ikilemden çıkmanın yolunu “Benim memurum işini bilir” sözündeki mesaja uygun davranmakta arayan memur tipinden çok farklı bir profil sergiledi.

Bu tavrının karşılığını, göçtüğü ebediyet âleminde, Cevad-ı Kerîm olan Rabbimizin ziyadesiyle ihsan edeceğine yürekten inanıyoruz.

Ancak oradan önce, yaptığı hizmetlerin bu dünyada da karşılıksız kalmadığını gösteren bazı duygulandırıcı tabloları bizzat yaşadık.

1970’li yıllarda hizmet verdiği Keşan’ın Suluca köyüne iki yıldır birlikte yaptığımız ziyaretlerde, aradan otuz sene geçmesine rağmen köylülerin Yavuztürk’leri unutamadıklarına ve nasıl hasretle kucak açtıklarına şahit olduk.

O zaman Edirne şehir merkezinde çok daha rahat şartlarda çalışmaları mümkünken, hattâ bunun için sağlık müdüründen teklif de aldıkları halde sırf hizmet için köyü tercih eden Yavuztürk ailesini yıllar sonra yine sevgiyle bağrına basan köy halkının tavrı, insanımızın kadirşinaslığının da canlı timsaliydi.

Sulucalılar, geçtiğimiz Eylül ayındaki son ziyaretimizin üzerinden dört ay geçtikten sonra vuku bulan vefattan haberdar olduklarında, köye yeni yaptırdıkları güzel caminin minarelerinden salâlar okutup hatimler ve dualar okuyarak vefalarını yine gösterdiler.

Evet, Hakkı Yavuztürk’ün vefatı, memuriyeti sırf hizmet için yapan bir vatan evlâdının aramızdan ayrılması yönüyle de büyük kayıp. Yerini doldurmaksa hiç kolay değil...

***

Tazminat, tashih-i karar yolunda

Avukatımız Turgut İnal’ın verdiği bilgiye göre, Aktulga ailesinin açtığı dâvâda, Yargıtay 4. Hukuk Dairesinin onadığı tazminat kararına karşı, kararı veren Ankara 14. Asliye Hukuk Mahkemesine yaptığımız “tashih-i karar” başvurusu kabul edilerek, dosya yeniden Yargıtay’a gönderildi. Böylece, yapılan aşikâr haksızlığın düzeltilmesi için bir fırsat daha ortaya çıkmış oldu.

Temennî edelim ki, hiç değilse bu fırsat iyi değerlendirilsin ve “yargıda çifte standart” eleştirilerine yol açan haksız karar kaldırılarak hak ve adalet yerini bulsun.

10.01.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Anti/Semitizm (Yahudi düşmanlığı)



Bana biri şu “anti-semitizm” konusunda bilgi vermeli.

Mesela ünlü Hollywood yıldızı Mel Gibson “Yahudiler” hakkında bilerek veya bilmeyerek bir söz sarfetti.

Adamın burnundan fitil fitil getirdiler. Ünlü olmasına rağmen, rezil kepaze ettiler.

Artık Gibson’un üzerinde bir etiket var:

“Anti/semitist.”

Birçok projesi de yarım kaldı. Hollywood’da iş yaptırmadılar.

Judith Regan... ABD kitap yayıncılığın önde gelen isimlerinden...

Önceki gün CNN’deki söyleşisinde şöyle bir söz sarfetti.

Dedi ki:

“Amerikan medyası, Yahudiler tarafından kontrol ediliyor.”

Vayy sen misin bunu diyen?

“Pis anti/semitist!”

Regan, bu sözlerinden dolayı, çalıştığı ünlü yayınevinden apar topar kovuldu. Tekmeyi yedi.

Peki işten atan kim?

Amerika’nın en büyük medya gruplarından biri olan Fox Grubu’nun patronu Rubert Murdoch... Yani, TGRT’yi satın alan kişi... Yani, Yahudi!

Bizzat devreye girerek Regan’ı işten kovması onun “hassasiyeti”ni gösteriyor.

Peki Regan’ın söyledikleri yalan mı? Ki, bu sözleri söylediğinden dolayı kovulsun?

Tam tersi: doğru!

Bugün dünyada çok satan dev medya kuruluşların arkasında “Yahudi” işadamları var.

Peki, doğru bir söz yüzünden insanlar işinden atılabilir mi?

Eğer “anti/semitizm” izi taşıyorsa “suç .”

Üstelik bu bazı ülkelerde kanun olarak kayda geçilmiş.

Şu antisemitizm denen olayı bir incelemek lazım. Dünyanın başka hangi ülke “anti” denen bir kavramla sorgulanıyor? Misal, “antisemitizme karşı” tüm dünyada kanunlar var ama “anti-İslamizme” karşı kanunlar hiç yok.

“Antimesimizm” kavramı aslında Batı’ya ait bir söylem. Batı tarihinde ortaya çıkmış olan bu kavram, bir dönem Yahudi karşıtı Hiristiyanlardan gelen bir olgu...

Tarihe bakıldığında özellikle Hıristiyanlar, Yahudileri kendi toplumlarından uzaklaştırmış hep. Yani “getto”laştırmış.

Ne İslam tarihinde, ne de Türkiye’de “antisemitizm” yoktur. Osmanlı, İspanya(dan kovulan Yahudilere kucak açmadı mı? Üniversitelerimizde bu gün Yahudi bilim adamları yok mu?

Dikkat edin, biz “Yahudi düşmanlığını” filmlerde gördük. Üstelik, Yahudi sermayesiyle çekilen filmlerde.

1948’e kadar Yahudilere karşı hiçbir tavır görülmemiştir bizde... Hıristiyanlar ise binyıllardır antisemit! Batıda antisemitizm belli açılımlar kazanmıştır. Yahudi devletinin kurulmasına batının destek oluşu da bir bakıma günah çıkarmadır. 1800’lerden itibaren batı yoğun şekilde Yahudi sorununu tartıştı. Komünizmin babalarından Karl Marx bile bu konuda bir kitap yazmış...

Batı bu sorunu kendi bünyesinin dışına atarak çözmek istemiş... Başardılar da... İsrail devleti bu başarının ürünüdür.

Medya Türkiye’de Yahudi düşmanlığı olduğunu söylerken, İslam karşıtı tavrın bir parçası olarak ifade ediyor bunu.

Çünkü, “Kimdir Yahudi düşmanı?” sorusuna, “Müslümanlar” diye cevap veriyorlar. Batılılar da Yahudilere düşmanlıklarını bu şekilde kamufle ediyor...

Peki neden zaman zaman bazı gazetelerde kimi “İsrail politikaları eleştirildiğinde” antisemitizm var deniyor?

İşte bu bir aldatmacadır.

Türkiye Müslüman bir ülke ve bu insanların inançları “antisemitizm”e izin vermez. Çünkü bu mukaddes din, ırktan, kavimden yola çıkarak bir övgüyü yahut yergiyi kabul etmez, etmiyor da.

Peki, “antisemitizm” tartışmaları en çok kimin işine yarıyor?

Bu soruya cevap vermek yerine Yahudilerin, son asır içinde kendilerine yönelik antisemitizm dalgasını nasıl sömürdüğünü, nasıl politik ve iktisadi mevkiiler kazandığına bakmak lazım.

10.01.2007

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

2007 perspektifi ve yeni misyon



Özal’ın ilk dönemi, ekonomi teknisyenliği havasında geçti. 1983-87 arasındaydı. Türkiye ithal ikâmeli, karma ekonomik modelden liberalizasyona doğru bir açılım içine girdi.

Devletçi ekonomiden 24 Ocak kararlarıyla temeli atılan dışa açık ekonomik büyümeye yönelindi. Özal’ın ikinci dönemi ise siyasetçi olduğu dönemdi.

Özal, Sovyetlerin de dağılmasıyla birlikte aktif dış politikaya yöneldi. Türk dünyasının lideri, ABD’nin Ortadoğu’daki en büyük müttefiki rolüne soyundu.

Artıları vardı, eksileri vardı. Komşularımıza etrafımızdaki ateş çemberi olarak değil, fırsatlar ülkesi olarak bakmamıza hizmet etti.

Tansu Çiller’in ilk döneminde de, bölgesel güç olma, dünyanın sözü dinlenir önemli liderlerinden biri olmaya yönelik vizyonun ipuçları vardı. Menderes’in başlattığı “büyük değişim” hareketi de içe kapanmacı, dış tehdit odaklı değil, içten dışa doğru açılan ve etrafını fırsatlar çemberi olarak gören bir bakış açısı vardı.

Osmanlı’nın parçalanma eşiğinde Enver Paşa arkadaşlarıyla dünya haritasını ortaya koyup, Teşkilât-ı Mahsusa üyelerine, “Nuri Paşa Bağdat, Musul, Süleymaniye, Rauf Bey sen İran, Halil Paşa sen Azerbaycan, Afganistan, Eşref Şencer sen Afrika bölgesine” gibi bir paylaşım yaptığı sahne var. Bunu Enver Paşa’nın hayalciliğine verebiliriz. Ama burada anlatmak istediğim o değil. Onlar üç kıt'ayı yönetmiş Osmanlı’nın paşalarıydı. Olaylara makro düzeyde, milletler ve kıt'alar seviyesinde bakıyorlardı. Tabiî biz 80 yıldır Kürtle Türkü, Alevî ile Sünnî’yi bir arada yönetmeyi başaramadığımız, Güneydoğu’yu kalkındırmaktan, yönetmekten aciz olduğumuz için bunu anlamakta zorlanıyoruz.

Başbakan Erdoğan’ın grup konuşmasını Ankara Temsilcimiz Mehmet Kara ve Haber Müdürümüz Kemal Benek ile birlikte takip ettik. Onlar ne düşündü bilemem, ama ben Erdoğan’ı dinlerken Enver Paşa’yı hatırladım.

Bir Enver Paşa benzetmesi yapma peşinde değilim. Bunu doğru da bulmuyorum. Ancak Başbakan bir süredir girdiği iç politikanın kısır tartışmalarından kendini çıkarıyor. Vizyonunu ve misyonunu bir devlet başkanı düzeyinde ve lider ülke Türkiye perspektifine oturtuyor.

Başbakan bu açılımının ilk ipuçlarını Kurban Bayramı sebebiyle bilboardlara çıkan, ay yıldızlı afişlerde ortaya koydu.

Bu alanda avantajları var, ama yalnız değil. MHP lideri Devlet Bahçeli’nin kurultay konuşması da baştan sona, “lider ülke Türkiye” perspektifi üzerine kurulu. DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar’ın “Yozgat’ın kaderi ile Musul aynı olacak, Denizli’nin dokuması Kerkük’te gümrüksüz satılacak” şeklindeki yaklaşımı da aynı vizyonun ipuçlarını veriyor.

Başbakan Erdoğan’ın gurup konuşması yeni yılın ilk konuşması olması açısından önemliydi. Başbakan birkaç gurup toplantısında olduğu gibi 4 yıllık icraatlarını anlatıp, milleti uyutacak mıydı yoksa 2007 yılına yönelik bir perspektif mi ortaya koyacaktı?

İşte bu sorunun cevabını almak üzere gittik grup toplantısına. Erdoğan’ın sözlerini kaydetmek üzere not defterimi açtığımda, bütçe görüşmeleri sırasında Baykal’ın sözleri üzerine patlak veren kavgayı yazdığım sayfalar çıktı karşıma.

2006’yı kavgayla, sertlikle kapatmışız. Bakalım 2007’de karşımıza ne çıkacak? Başbakan’ın konuşması bu açıdan yararlı oldu. “Konuşmamı dış politikaya ayırmak zorunda kaldım” dedi. Ortadoğu, Irak ve Lübnan merkezli değerlendirmeler yaptı. Irak’ta getirilen koordinatörlük müessesesine yönelik eleştirileri olduğu zaman, “Başbakan elinde farklı bilgiler olsa gerek” demiştik. Erdoğan bunu doğruladı. “Bunu durup dururken söylemedim, gelişmeler bizi söylemeye mecbur etti” dedi.

Uzun sözün kısası 2007 perspektifimiz dış politika ağırlıklı olacak. Erdoğan bir dönemler Özal’ın soyunduğu bölge lideri rolüne oynayacak.

Bu rol iyi. Osmanlı’nın torunlarına da yakışıyor. Ancak Türkiye istikrarını koruyamadığı ve sık sık krizlere maruz kaldığı için bu elbiseyi taşıyamıyoruz. Belki bu yüzden Alan Makovski’nin Türkiye’nin liderlik genlerinin sınırlı olduğu yönündeki üzücü yaklaşımı doğru çıkıyor.

Bunu tersine çevirmek aslında bu ülkenin yöneticilerine yakışıyor, Türkiye’nin İslâm dünyası başta olmak üzere milletler ailesi ne yapabileceği en büyük katkının da bu rolle olacağına inanıyorum.

Başbakan’dan 2007 vizyonunu aldıktan sonra muhalefetin nabzını tutmak üzere CHP Grubunu takip ettik. Kürsüde Baykal vardı. Ancak hiçbir haliyle yeni bir yıla girmiş görüntüsü yoktu. Söylemi eskiydi.

Tek yeni olanı MİT Müsteşarının tartışmaya açtığı ulus devlet konusunda oldu.

Bunu Türkiye’nin Ortadoğulaşma sürecinin başlangıcı olarak ilân etti, “millî devleti korunmadığı takdirde Türkiye’nin dağılacağı” yönündeki resmî görüşü tekrarladı.

Katılırsınız, katılmazsınız ama bu bile yeniydi.

10.01.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

‘Ben de Alevîyim’



Alevîliğin üç boyutunu iyi kavramak gerekir. Bu boyutlardan birisi meşrep boyutudur, ki buna genel mânâsıyla Alevîlik diyoruz. Bir de bunun fıkhî boyutu var. Buna da Caferîlik diyoruz. Problemli kısım ise, üçüncü boyutta yatıyor. Bu boyuta da siyasî klik mânâsında Şiîlik diyoruz. Elbetteki bu mânâda Sünnîliğin Alevîliği sadece manevî boyutla sınırlıdır. Bu, meşrep boyutudur. Fıkhî mezhep boyutu en azından nötr bir alandır. Alevîliğin üçüncü boyutu ki, buna genel olarak Şiîlik diyoruz, bu boyut, siyasî klik boyutudur. Öyleyse, üçüncü boyutuyla Şiîlik siyasî bir kliktir. Ayrıldığımız ve içtima ettiğimiz noktalar bunlardır. Birinci makamda ve anlamda hepimiz Alevîyiz. Bu hususta ihtilaf yok. İkinci alan da, Mutezile deyimiyle “menziletü beynelmenzileteyn” makamı, yani ara makamdır. Mut’a gibi bir takım hususların dışında fıkhî alanla Sünnîlerin pek bir alıp veremedikleri yoktur. Şiîlik veya siyasî boyut ise, akaid boyutuyla iç içedir. Siyasî zemin gücünü itikadî boyutundan alır. Bu boyutları birbirinden tefrik etmeli ve birbirine karıştırmamalıyız. Abdullatif Şener’in kastettiği Alevîliği de bu olmalıdır. Bu anlamda, Alevîlik moduna geçenlerden veya daha doğru bir aktarımla, aidiyetini ifade edenlerden birisi de Hayreddin Karaman Hocadır. Ümran dergisinin Ocak sayısında Abdullah Yıldız’ın kendisiyle yaptığı söyleşide şunları söylüyor: “Anadolu’daki ortalama dindar/muhafazakâr bir aileden geliyorum. Alevî kardeşlerimizin çoğunlukta olduğu, birkaç da muhacir ailenin bulunduğu bir mahallede oturduğumuz için, çocukluk arkadaşlarımın da çoğu onlardandı. Dolayısıyla ben, Hz. Ali’yi ve Ehl-i Beyt’i çok severim; Sünnî bir ailenin çocuğu olduğum halde, bir anlamda Alevîliğim de vardır. Yani, normal Sünnîlerden daha fazla Hz. Ali’yi, Hz. Fatıma’yı, Ehl-i Beyt’i severim; onlara eziyet edenleri de hiç sevmem...”

***

Şener bu anlamda, ‘hepimiz Alevîyiz’ derken Hayreddin Karaman Hoca da tekil veya ferdî olarak kendisinin de bir Alevî olduğunu vurgulamaktadır. Burada Alevîliği sosyolojik ve psikolojik boyutuyla da tahlil etmek gerekiyor. Şüphe yok ki, Sünnîlerin Alevîlik aidiyeti sevgi bağıyla kaimdir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim de buna vurgu vardır. Bu tarafgirlik bağı veya boyutu değildir. Hem Hazreti Mesih, hem de Hazreti Ali bağlamında onları sevmekle; sevgiden naşî olan bir takım illetleri birbirinden ayırmamız gerekir. Bu illetlerden ilki tarafgirliktir. Tarafgirlik geldiğinde hakikat ortadan kalkar. Aşırılık noktası buradan başlar. Aşırı nefret veya sevgi de genellikle taragirlik kalıbına bürünür ve dökülür. Tarafgirlik sevginin taassup ve kalıp haline gelmiş halidir. Başka bir açıdan nurun nar haline gelişidir. Bu anlamda, Sünnîler Hazreti Ali’yi severler, ama tarafgirlik mânâsında teşeyyü etmezler. Partizanlık yapmazlar. O da kendisine körü körüne değil, anlayışına bağlı olanları takdir ederdi. Bu itibarla, Sünnîlerin sevgi ve saygıları akıl kalıpları ve insaf ölçüleri dahilindedir. Aristo ile Eflatun arasındaki münasebette olduğu gibi, hakikatın sadakatı kişinin sadakatine müraccahtır. Bu bizi şöyle bir soruya da götürecektir: Hakikatla Hazreti Ali ayrı düşebilir mi? Sünnîlikte teorik olarak, evet. İmam-ı Gazali’nin de vurguladığı gibi, bize göre tek Kur’ân-ı natık, Hazreti Peygamberdir. Onun rihletinden sonra Kur’ân-ı natık kalmamıştır. Bu bağlamda, ‘Ali ne yana düşerse, hak o yana düşer’ yaklaşımı en azından mübalâğalıdır. Bu tespit sadece Hazreti Ali için değil, bütün kibar sahabîler için de geçerlidir. Hazreti Ömer’in, ‘Levla Aliyyin leheleke Ömer’ sözü doğru ise de bu doğruluk hiçbir zaman mutlak zorunluluğu ifade etmez.

***

Hatta Abdulkerim Suruş ‘tebiru nahl/Medine’de hurma aşılanması’ hadisine gönderme yaparak ‘Bu hadis Şiîlerde olsaydı Şiîler kurtulmuştu’ şeklinde bir görüş serdetmiştir. Suruş, bu hadisin ışığında muazzam bir epistomolojik keşfiyatta bulunmuştur. Bu epistomolojik boyut farkı daraltılabilirse, Sünnîlerle Şiîler arasındaki mesafe de zamanla ortadan kalkabilecektir. Derinliğini kaybedip, sığlaşabilecektir. Hurma aşılanmasıyla ilgili hadis Peygamberimizin beşerî hallerinde yanılabileceğini ortaya koymaktadır. O yanılgılar ya vahiyle müeyyed olarak tashih edilmiş, ya da içtihadla veya sahabîlerin alternatif mütalaalarıyla ortadan kalkmıştır. Her şeyin vahye bağlanması insan aklını ve tecrübesini atalete sevk edebileceğinden, daima akla bir alan açılmıştır. Peygamberimiz mürebbî olduğundan dolayı, sahabeleri terbiyesinde elbetteki beşerî arazlar göstermiştir. Sıkıntımızın bir kısmı da epistomolojik ayrımdan kaynaklanmaktadır. Zaman zaman Sünnîler de, Ehl-i Beyt bağlamının dışında olsa da yüce şahısları ihtiram, takdis ve tenzih noktasıyla hakikatı takdis noktası arasında sıkışıp kalmışlardır. Sehviyatı düzeltmek bırakın saygıya engel olmayı, bilakis saygı ve ihtiramın ikmal ve tekmilidir. Doğruları ortaya koymak için saygıyı zedelemeye ihtiyaç yoktur.

10.01.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Şükür, ‘aile’ sağlam



Bilindiği üzere, toplumların muhafaza etmeleri gereken ‘değer’lerden biri de aile yapısı, aile kavramıdır. Sağlam aile yapısına sahip cemiyetlerin içerden ya da dışardan yıkılması kolay değildir. ‘Hayalî düşmanlar’ icad etmek istemeyiz; ama Türkiye’yi yıkmak isteyenlerin önce ‘aile’yi yıkmaya çalıştıkları da ortadadır.

Başkaları farklı şekillerde tarif edip, farklı değerlendirmeler yapabilir. Ama bizim ‘sağlam aile’ tarifimizde ‘aile’nin sağlamlığını; dinden, İslâmdan aldığı destek belirler. Kim, hangi aile İslâmın emrettiği şekilde kurulmuş ve devam ediyorsa o aile sağlamdır ve ters rüzgârlardan etkilenmez ya da az etkilenir.

İslâm dini aileye önem atfetmiş ve ‘sağlam’ tutulmasını emretmiştir. ‘Mimsiz medeniyet’ ise, İslâmın tavsiyelerinin aksine aileyi önemsememiş; ‘modern aile, çekirdek aile’ gibi kavramlar üreterek toplumları çıkmaz sokaklara sürüklemiştir.

Almanya’da faaliyet gösteren Türkiye Araştırmalar Merkezi Vakfı (TAM), Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonunun (TİSK) işbirliği ile “Avrupa’da Türk Kadını” konulu bir araştırma yapmış. Almanya’da 1000 kadın ve 500 erkekle yapılan araştırmanın sonuçları İstanbul’da düzenlenen bir basın toplantısı ile kamuoyuna açıklandı. Araştırma sonucu ortaya çıkan rakamlar farklı şekillerde değerlendirilebilir, ancak bir şey inkâr edilemez: Çeşitli amaçlarla Avrupa’ya giden ve orada yaşayan gurbetçilerimizin hayatına da İslâm yön veriyor. Böyle olması da tabiîdir. Çünkü ne kadar tahrip edilmiş olursa olsun, ‘aile’ anlayışımızın temelinde ‘din/İslâm’ anlayışı var.

Araştırma sonunda ortaya çıkan rakamları elbette ‘uzman’lar ayrıntılı olarak değerlendireceklerdir. Ancak ‘gurbetçi’lerin belli başlı konularda sergilediği tavır, Türkiye’de yaşayanların sergiledikleri tavırdan farklı değil. Avrupa’lı ya da Türkiye’de yaşayan ‘Avrupalı anlayış sahipleri’nin önemsemediği, (ya da önemsemez göründüğü) zaman zaman da eleştiri konusu yaptığı ‘namus’ konusunda gurbetçiler farklı düşünmüyor. Onlara göre de ‘namus’ çok önemli. “Serseri bir genç dahi hayat arkadaşını (evleneceği eşini/hanımını) mütedeyyin ister” tesbitini doğrularcasına evlilikte ‘mütedeyyin eş’ arayışı devam ediyormuş. Araştırma; Avrupa’da ‘asrî bir genç’ hayatı sürenlerin sıra evliliğe gelince eş olarak Türkiye’de yaşayan ‘daha dindar/daha mütedeyyin/daha temiz’ hayat arkadaşı aradığını ortaya koymuş.

Basın toplantısına katılan araştırma sonuçlarını değerlendiren sosyolog-yazar Nevval Sevindi, Danimarka örneğini hatırlattı. Danimarka, yıllar önce yaptığı bir araştırma ile 2010 yılından sonra gurbetçilerle ilgili problem yaşanmayacağını, o tarihe kadar gurbetçilerin Danimarka toplumuna entegre olacağını tahmin etmiş. Türk toplumunu tanımadan yapılan bu tahmin tutmamış, çünkü evlilik çağına gelen kız ve erkekler, Türk dahi olsa Danimarka’daki arkadaşları ile evlenmek yerine; Türkiye’deki komşularıyla, ‘sevgili’leriyle evlenmeyi tercih etmiş. Dolayısı ile beklenen kaynaşma sağlanamamış ve Danimarka, evlilik yoluyla devam eden ‘göç’ü engellemek için yeni kanun maddeleri hazırlamış.

Ankete katılan gurbetçi hanımların bir kısmı,—kendileri çalışıyor olsa da—kadınların çalışmasının ‘aile’nin aleyhinde olduğu kanaatini ortaya koymuşlar. Vak’a da böyle değil mi?

Ne yazık ki, kadınlarımız; “ekonomik özgürlüğe kavuşsun” denilmek suretiyle “paraya” esir edildi. Bir adım sonra da çocuklar ‘fatura’ öder hale geldi.

Araştırmaya dayanmayan kanaatimi şöyle açıklayabilirim: Avrupa, yakın gelecekte “Kadınlar evlerine, çocuklarının yanına dönsün” kampanyası açabilir ve açacaktır. Çünkü mevcut durum, annelerin ‘fıtrat’ına uymuyor. İçerde ve dışarda; feministler bu tesbitten rahatsız olsalar da durum bu...

10.01.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Problemler gün ışığında



Türkiye’nin ertelenmiş problemleri birer birer gün ışığına çıkıyor. Medyanın insafı aşan abartıları ile birlikte karanlık noktaları deşifre edici karakteristiği, kamuoyunun bilinçlenme ve tartışma zeminini renklendirmektedir.

Statükonun ayak bağı çözüldükçe; statik yapı, eksiklikleri seslendiren basiretleri suçlama saplantısına ağırlık veriyor. Çözüme muhatabını dahil etme ve çok taraflılık içinde birliğin sistematiğini kurma yerine, elindeki gücün etkisi ile dayatmayı tercih ediyor.

Tam bu noktada demokrasi ikliminin sesli düşünme sınırlarında patlamalar yaşanıyor. “Sabotaj” eğilimleri ve kuşku uyandıran çıkışlar yaşanıyor.

Kendini korumayı ve kollamayı esas alan, konumuna ve kaynaklarına kendini adamış bir ideolojik kabızlığın tepki biçimi, ortalığı telâşlandırmaya çalışıyor. “Acaba neler oluyor?” endişesini uyandırmaya uğraşıyor.

Bu yetmiyor, “Galiba ülke kargaşaya gidiyor” zihni bulanıklığına tereddüt bulutunu katıyor. Daha ilerisi, “Bizde demokrasi olmaz” bilinçaltına servis yapma gayreti gösteriyor. Sonraki mutsuzluk girdabı ise, “Biz adam olmayız” cümlesinin labirentlerinde, olumsuzlukları öne çıkarıp pozitif yaklaşımların önünü kesmeye yelteniyor.

Kim bunlar?

Demokrasiyi, insan hakkını, beraberce rahat düşünme ve karşılıklı müzakere ortamından irade oluşturmaya müsaade etmeyen her kurum, kuruluş ve mahfil, yukarıdaki sıkışıklığa mazeret pompalıyor. Kördüğüme katkı yapan her adım, bizi amacımızın dışına iter. Velev ki, histerik tatmin yakalansa da.

2007’ye girerken, kendimizle yüzleşmenin şoklarını yaşıyoruz. Bir tarafta Kuzey Kıbrıs Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat bir üst geçidi kaldırmaya çalışırken, müdahale yaşıyor. Maalesef Türkiye ile yaşanan “kriz” basına yansıyor. Millî iradeyi temsil eden ve seçilmiş bir cumhurbaşkanı ile bürokrasinin karşı karşıya gelmesi, Türkiye’nin demokratik olgunluk sınavını zora sokuyor.

Benzer şekilde cumhurbaşkanlığı seçimi anayasada açıkça ifade edilmiş ve hükme bağlanmışken, önümüzde uygulamalar ve teamüller varken, bu kadar yıllık devlet geleneğini, tevillere ve gayr-i ciddî metin yorumlarına kurban etme eğilimi, şık kaçmıyor. Siyaset bezirgânlarının ve kayıt dışı siyaset heveslilerinin, hukuku tartışmaya açma pahasına kamuoyunda kaos oluşturmaya çalışmaları, kontrollü gerilim stratejisinden başka bir şey değildir.

Son altı aydır, gözümüze çöp batarcasına görmek zorunda kaldığımız okullarımızdaki şiddet, uyuşturucu ve terör dalgası, ayrı bir vehametin ve çürümüşlüğün sinyallerini veriyor. Hâlâ gençliği değerlerinden koparma çabaları ve çağdaşlık aldatmasının arkasına gizlenmiş sinsi tuzakların gençliğe musallat olmuş vampir duruşunu görmeyip, irtica şaşırtmacası ile gündemi saptırmak, doğrusu gafletten öte bir şey olsa gerek.

Çocuk pornografisinin basına yansıması ile yapılan operasyonlarda, bu çirkin tezgâhları örgütleyenlerin profiline bakıldığında, çoğunlukla kariyer sahibi, eğitimli ve etkili insanlar olduğunu görüyoruz.

Bu mu topluma vaad edilen mutluluk ve çağdaşlık? Kamu vicdanını tahrip eden gasp ve aile cinnetleri de işin cabası. İnsan tanımında anlaşamayan, beklentilerini doğru okumaktan uzaklaşıp ideolojik kalıplar dayatan bir süreçte, insanımıza ait değer sistemini nasıl iyileştirmeye dahil edebiliriz?

Bu kadar suç işleniyor, acaba bu suç envanterinde başörtüsünden dolayı kaç sabıkalı var? Daha doğrusu suçu böyle tasnif etmek bile doğru değil. Sadece “tehdit algılaması”nı sorgulamak anlamında söylüyorum.

14 milyon aile normal standartlarda yaşamıyor. Çocuk yuvalarındaki rezalet göz önünde. Yolsuzluk diz boyu. İşsizlik almış başını gidiyor. Eğitim sistemi sakat ve bunalım üretiyor. Boşanmalar tırmanıyor. Demokratik açılımlara takoz olunuyor.

Sonra varsa yoksa, irtica ve cumhurbaşkanlığı seçimi. Kamu hassasiyeti, bu aymazlığı hazmetmez. Mutlaka demokratik sillesini vurur. Makul çözümlerde toplumu rahatlatacak söylemlere, en çok 2007 yılında ihtiyacımız olacak.

Sağırlar diyaloğunda çözümsüzlükten geçinmek, bir fırsatçılıktır. Markaların inovasyon manifestosu’nun yazarı John Grant’ın dediği gibi yaşadıklarımız; “Kurumsal kabızlığa karşı örgütlenmiş kaos”tur. Böyle yaşamak, negatif ikilemdir.

Bize düşen, hep pozitif ve çözüm odaklı bir şey öğrenmek, yapmak ve paylaşmak olmalı.

10.01.2007

E-Posta: [email protected]




Hasan GÜNEŞ

Petrol ve diktatör



Geçen ay Şili diktatörü Pinochet’in ölümü üzerine yazdığımız yazıda, fıkradaki gibi “Bir bayram günü öldü” demiştik. Saddam ise gerçekten bir bayram günü idam edilerek öldürüldü. Saddam gibi bir çok siyasî idama imza atan, ülkesini en ufak bir makul gerekçe dahi olmadan savaştan savaşa sürükleyen birisi için pek fazla üzülenin olduğunu zannetmiyoruz.

Belki de Irak halkını ya da insanlığı en çok üzen, Saddam’ın, onu kan dökmede birkaç senede geçen işgalciler ve yerli işbirlikçileri tarafından idam edilmesiydi. Baasçılar kan dökerek, muhaliflerinin cesetlerini sokaklarda sürükleyerek iktidarı ele geçirdiklerinde ya da komşularına savaşlar ilân ederken akıbetlerinin bu şekilde olacağını hiç tahmin etmemişlerdi. Çünkü onlar da şimdikiler gibi arkalarında büyük güçler olduğunu düşünüyorlardı. Bölgede nice piyonlarla birlikte şahlar, vezirler de gitti. Fakat henüz satranç oyunu bitmedi.

Meşhur bir söz vardır: “Dar ağaçlarının altında ot bitmez” diye. Gerçekten de sırf siyasî hesaplarla kişilerin toplumların gözü önünde idam edilmeleri; mağdurları, alkışlayanları ve seyirci kalanlarıyla neredeyse toplumun tamamını büyük bir travmaya maruz bırakıyor. Toplumlar en sonunda doğrudan irtibatı olsun olmasın, kimisi savaş, kimisi terör gibi sonu gelmeyen felâketlere sürükleniyorlar. Tarih binlerce hadiseyle buna şahittir. Eski Türkler bir çok tecrübe yaşamış olmalılar ki, devlet adamlarının kanını dökmenin uğursuzluğa ve felâketlere sebep olacağına inanırlarmış. Bir hile ile güya kan dökmeden yay kirişi ile boğarak musibetlerden kurtulacaklarını düşünmüşler ve çağlar boyu bu gelenek devam etmiş.

“Darağacının altında ot bitmez” ama ya petrol? İdamdan hemen sonra Irak’taki petrol paylaşımı ile ilgili kanun taslağını muhalif The Independent gazetesi ele geçirdi. İçerde kardeş kavgası devam ededursun, taslağa göre petrol gelirlerinin yüzde yetmiş beşini otuz yıllığına ABD ve “Bir zaman gelecek bir damla petrol, bir damla kandan pahalı olacak” diyen Churchill’in memleketi İngiltere alacak. Anlaşılan esas bayramı petrolcüler yapacak.

Oynanan oyun açık ve net: iç savaş ve kargaşa devam edecek, Batılılar da dünyanın en büyük petrol rezervlerini sömürmeye devam edecekler. Kafa tutanın da akıbeti güya Saddam gibi olacak.

Gazetenin gizli tutulan bu paylaşım planını ortaya çıkararak, birilerinin yalanlarını yüzüne vurmasıyla inşallah Iraklılar uyanır. Yoksa onlar da çaresiz “Petrol onların olsun, yeter ki kan dursun” mu diyecekler, bilemiyoruz. Ancak her ne olursa olsun işgalcilerin de, ülkelerini Baasçılara duydukları bir kin ve intikam uğruna Batılılara peşkeş çeken yerlilerin de işleri zor.

Aslında savaşları ve benzer büyük hadiseleri mağlupları için öyle planlı programlı hadiseler olarak düşünmek yanlış olur. Bu sebeple onlardan kurtulmak da zannedildiği kadar kolay değildir. Savaşlar ekseriyetle bir semavî afet gibi, bir musibet olarak milletlerin başına gelip çöker. Meselâ Irak’ın işgali için ABD ve İngiltere yönetiminin gerekçe olarak ileri sürdüğü her şeyin yalan olduğu bu gün herkesin kabulü. Gerekçesi olmayan bir savaştan Iraklılar nasıl kurtulabilirlerdi?

Savaş ve işgal gibi musibetlerde kaderin hükmünü kesin olarak görmek gerekiyor. Elbette yüz binlerin hayatını ilgilendiren hadiselerin kaderin hükmünden hariç olacağı düşünülemez. Öyleyse çare musibet için kadere fetva verdiren fiillerde ve hatalarda…

Meşveret ve şûrânın bir tarafa itilerek diktatörlerin baş tacı edilmesi, “Müslümanlar ancak kardeştir” prensibinin unutularak ırk ve mezhep kavgalarının yapılması, Cenâb-ı Hakkın rahmet ve inayetinden mahrumiyete sebep olduğu gibi düşmanların da iştahını çekeceği açıktır.

Mehmet Âkif’in dediği gibi: “Girmeden tefrika bir millete, ona düşman giremez…” Tefrika ve ikilik olmasaydı işgalciler Irak’a girmeye cesaret edebilirler miydi?

Peygamberimiz (a.s.m.) Veda Hutbesindeki en mühim ikazlarının birinde “Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönüp de birbirinizin boynunu vurmayınız” buyuruyor. Irak maalesef siyasetteki kan dâvâsının zaman zaman zirveye çıktığı bir bölge olmuştur. İç savaş, idamlar ve katliâmlar, tam ilkel kabile kavgaları ya da Peygamberimizin (a.s.m.) ifadesiyle “cahiliyye sapıklıkları”…

İnşaallah bu musibet, hem kefaret olarak, hem de İslâm âlemine verdiği derslerle vazifesini tamamlamıştır ve kısa zamanda biter.

10.01.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Allah'a dayanınca



“Muhakkak ki Allah, kâfirlerin şerrini iman edenlerden uzaklaştırır.”

Hac Sûresinin 38. âyetinde böyle buyuruyor Rabbimiz.

Çünkü Allah mü’minlerin dostudur, yardımcısıdır. Kendine inanan, gönülden bağlı olan kullarını her türlü tehlikeden korur, kollar. Onun için biz her an Onun yardımına, himayesine muhtacız. Ve yine Onun için Rabbimizin öğrettiği şekilde günde en az kırk defa, “Ancak Sana ibadet eder ve ancak Senden yardım dileriz” diye yalvarırız.

Bunun bilincinde olmak ne büyük mutluluk! “Onu tanıyan ve ibadet eden zindanda dahi olsa bahtiyardır” vecizesinde olduğu gibi mutluluğumuza diyecek olmaz.

Bu güzel ifadenin sahibi Bediüzzaman, imanın bir değil binlerce, hatta sonsuz fayda ve nurları bulunduğuna dikkat çeker, imanla altı yönümüzün de aydınlandığını söyler. İnanan insanın dünyanın kuruluşundan sonuna kadar uzanan manevî bir ömrü bulunduğunu, bu manevî ömrüyle ezelden ebede kadar uzanan bir hayat nurundan meded ve yardım aldığını, bunun gibi altı yönü aydınlatan iman sayesinde insanın şu dar zaman ve mekânı geniş ve rahat bir âleme dönüştürdüğünü, bu büyük âlemin âdetâ insanın evi hâline geldiğini, geçmiş ve gelecek zamanların insanın ruh ve kalbine şimdiki zaman hükmüne geçtiğini, aralarından uzaklığın kalktığını söyler.

İman sayesinde kazanılan böyle büyük bir nimet için ne kadar şükretsek az değil midir?

İmanın en büyük bir dayanak ve meded noktası olduğunu düşündüğümüzde de daha çok şükretmemiz gerektiğini anlarız.

Çünkü insan olarak aciziz; mikroptan aşırı soğuk ve sıcaklara, depreme varıncaya kadar hadsiz düşmanlarımız var. Bunların üstesinden gelebilecek güçte değiliz. Sonra bir çiçekten bahara, bahardan Cennete varıncaya kadar nihayetsiz istek ve ihtiyaçlara sahibiz. Buna rağmen son derece fakiriz. Onun için bizi her türlü tehlike ve düşmandan koruyacak, nihayetsiz ihtiyaçlarımızı karşılayacak sonsuz güç, kuvvet ve servet sahibi birisine dayanıp Ondan meded istemeye ihtiyacımız var. Bu noktada Bediüzzaman der ki:

“Ey insan! Senin nokta-i istinadın ancak ve ancak Allah’a olan imandır. Ruhuna, vicdanına nokta-i istimdad [meded isteme noktası] ahirete olan imandır. Binâenaleyh bu her iki noktadan haberi olmayan bir insanın kalbi, ruhu tevahhuş eder [ürküp korkar], vicdanı daima muazzep olur [azap içinde kalır]. Lâkin birinci noktaya istinat ve ikincisinden de istimdad eden adam kalben ve ruhen pek çok zevk ve lezzetleri, ünsiyetleri hisseder ki; hem müteselli, hem vicdanı mutmain olur.”1

Görüldüğü gibi Allah’a iman sayesinde sıkıntı ve ıztıraplardan kurtulup emellerine ulaşabiliyor insan.

Dipnotlar:

1- Şuâlar, s. 636.

10.01.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Tebliğ ve irşadın metotları



Tebliğ, vaaz, nasihat, emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker meselelerini, Kur’ân ve Sünnete dayanarak formüle eden Bediüzzaman, “Medenilere galebe çalmak ikna iledir; söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir!” diyerek şöyle bir değerlendirmede bulunarak vaaz ve nasihatin esaslarını belirler:

“Ben vaizleri dinledim; nasihatleri bana tesir etmedi. Düşündüm; kalbimin katılığından başka üç sebep buldum:

1- Zaman-ı hâzırayı (bugünü) zaman-ı sâlifeye (geçmiş zamana) kıyas ederek yalnız iddia ettiklerinin tasvirini parlak ve mübalâğalı gösteriyorlar. Tesir ettirmek için iddia edileni ispat etmeleri, hakikati arayanı iknâ lâzım iken, ihmal ediyorlar.

2- Birşeyi tergib (rağbeti arttırma) veya terhib (çekinmeyi temin) etmekle ondan daha mühim şeyi basitleştireceklerinden, muvazene-i şeriatın dengesini muhafaza etmiyorlar.

3- Belâgatın muktezası olan, hâle mutabık, yani ilcaat-ı zamana (zamanın gereğine) muvafık, yani teşhis-i illete (hastalığın teşhisine) münasip söz söylemezler. Güya insanları eski zaman köşelerine çekiyorlar, sonra konuşuyorlar.

Özetle, büyük vaizlerimiz hem âlim-i muhakkik olmalı, tâ ispat ve iknâ etsin. Hem hakîm-i müdakkik olmalı, tâ muvazene-i şeriatı bozmasın. Hem beliğ-i muknî olmalı, tâ mukteza-yı hal ve ilcaat-ı zamana muvafık söz söylesin. Ve mizan-ı şeriatle tartsın. Ve böyle olmaları da şarttır.”1

Öte yandan, vaiz veya mübelliğ; halkın nazarına, ammenin/genelin hissine, cumhurun (ekseriyetin, çoğunluğun) fehmine, anlayışına göre konuşmalı.2

***

“Ne kubbe çattı, ne anlattı be! Demediğini bırakmadı. Herkese çattı!” “Ne dedi peki?” “İnsanın aklında mı kalıyor?”

**

Mevzular akılda kalacak şekilde ispatlanmalı, anlatılmalı ve izah edilmeli. Eğer sırf duygusal olursa, tesiri zayıf ve geçicidir. Çünkü, zaman, mekân duyguları değiştirir. Eğer meseleler ikna ve ispat yoluyla aklî anlatılırsa, tesiri daha büyük ve daha kalıcı olur. Çünkü akıl, her zaman kendisiyle beraberdir! Bir toplulukta, topluluğun psikolojisi başkadır, başka bir toplulukta veya yalnız kaldığında başkadır. Cami içinde, kalabalık halde onu etkilemek, hattâ ağlatmak mümkündür. Yalnız başına kaldığında ise, “aklı” kendisiyle beraber olacaktır. Anlatılanlar aklen, ilmen, mantıken isbat edilmeli, izâh edilmeli, açıklanmalı. Tâ ki, etkisi devâm etsin.

***

Bir zamanlar, Edirne valisinin oğlu, her nasılsa çeribaşının kızına âşık olur. Vali biricik oğlunun hatırını kırmak istemez. Çeribaşıya nâzik bir adam gönderir:

“Efendim! Vali paşa hazretleri, arz-ı ihtiram eylediler. Mahdûm-u âlileri efendiye nümûne-i ismet kerimeniz hanımefendiyi arzu buyururlar. Bu hususta muvafakatinizi rica ile bendenizi hak-i pâyinize irsal eylediler. Ne emir ve irade buyurursunuz?”

Çingene ömründe böyle sözler işitmemiş. Ama, valinin bir şey istediğini anlar. Ricacıyı kendisine gönderdiğine göre, ondan iltica mânâsı çıkarır. Çelebinin kibar davranışlarını da, alttan aldığı anlamında yorar. Çeribaşılık damarı kabarır; sert ve haşin bir ifâde ile:

“Ben öyle vali, mali tanımam! Haydi yıkıl karşımdan!” der ve adamı kovar.

Haber valiyi, oğlunu üzer. Bir çâre düşünürken, deli başı huzûra çıkıp, çeribaşına gitmek için izin ister.

Silâhını kuşanıp atına biner; yola çıkar. Çeribaşının kapısına gelince bir nârâ atar. Çeribaşı neye uğradığını anlayamadan dışarı çıkar. Delibaşı silâhını çıkarır:

“Bre mel’un Çingene! Koca bir vali kızını oğluna istesin de vermeyesin, ha! Verecek misin, yoksa şimdi şuracıkta boyunu yere mi devireyim!”

Tabancayı da doğrultunca çingene titremeye başlar:

“Aman ağa! Canım da, kızım da beye kurban olsun! Kızı al götür!”

“İyi de daha önce ne halt ettin de bunu söylemeyip; beni buralara kadar yordun?”

“Aman ağam! İşi sizin gibi yolu-yordamı, edep ve erkânıyla anlatan olmadı ki?..”

Dipnotlar: 1- Divân-ı Harb-i Örfî, Yeni Asya Neşriyat, s. 88-89.; 2- Mesnevî-i Nûriye, Yeni Asya Neşriyat, s. 196.

10.01.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

İki muhalif şahsiyet: Ali Fuat ve Şükrü Kaya



Y akın tarihe damgasını vurmuş iki muhalif şahsiyetin ölüm tarihleri, gün itibariyle (10 Ocak) birbirine denk düştü.

Başlangıçta beraber oldukları halde, sonradan yolları ayrılan ve gittikçe de siyaseten birbiriyle zıtlaşan bu iki şahsiyetten biri Ali Fuat Paşa, diğeri ise Şükrü Kaya.

Ali Fuat (Cebesoy) Paşanın ölüm tarihi 10 Ocak 1968; Şükrü Kaya'nın ölüm tarihi ise 10 Ocak 1959.

Millî Mücadele yıllarında aynı safta bulunan Ali Fuat Paşa ile Şükrü Kaya'nın yolları, Cumhuriyet'in kurulmasıyla birlikte ayrılmaya başladı: Mason teşkilâtına giren Şükrü Kaya, birinci reis M. Kemal'e yakınlaştıkça, Ali Fuat'ın adım adım dışlandığını ve uzak düştüğünü görmekteyiz.

Şimdi, devletin muhtelif yüksek kademelerinde vazife yapmış bu iki muhalif şahsı biraz daha yakından tanımaya çalışalım.

Ali Fuat Cebesoy

Ali Fuat Paşa, 1882'de İstanbul'da doğdu. İlk tahsil devresinin ardından, babasının muhalefetine rağmen Harp Okuluna kaydını yaptırdı.

Burada M. Kemal ile aynı sınıfa düştüler. İkisi de subay olarak yine birlikte mezun oldu.

Ali Fuat'ın ilk kıta hizmeti Beyrut'ta başladı. 1908'de Roma Askeri Ateşeliği görevinde bulundu. 1911'de Trablusgarp'ta İtalyanlarla yaşanan savaşa katılmak üzere, oraya ilk gidenler arasında yer aldı.

Hemen ardından başlayan ve kısa aralıklarla devam eden Balkan Savaşları esnasında Karadağ ve Yanya Kalesi gibi muharebenin en çetin yaşandığı bölgelerde vazife aldı.

1914 yılı sonlarında başlayan Birinci Dünya Savaşında ise, tümen komutanı olarak Kanal Hareketine katıldı. Burada önemli başarılar gösterdi. Hemen sonra da 16. Kolorduya bağlı 5.Tümen komutanlığını yaptı.

İstiklâl Harbinin ilk safhasında 20. Kolordu–Batı Cephesi Komutanlığı ile Konya'da 2. Ordu müfettişliği görevinde bulundu.

Kurtuluş Savaşının en aktif şahsiyetlerinden biri olarak, her tarafta Müdafaa–i Hukuk ve Redd–i İlhak Cemiyetlerinin kurulmasına çalıştı. Bu hizmetleri takdirle karşılandığı için, Sivas Kongresi sonrası "Umum Kuva–yı Milliye Kumandanı" ünvanını aldı.

Ali Fuat Paşayı çekemeyenler, bir süre sonra onu Çerkez Ethem taraftarlığıyla suçlamaya başladılar. Aynı esnada, Büyükelçi sıfatıyla Moskova'ya gönderildi.

Ancak, 10 Mayıs 1921'de Ankara'ya döndü ve yeni kurulan Meclis'te çalışmaya başladı. İşte, M. Kemal ve dolayısıyla Şükrü Kaya ile ters düşmesi de bu döneme rastladı.

Kâzım Karabekir ve Refet Bele gibi Millî Mücadeledeki silâh arkadaşlarıyla birlikte, 1925'te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının kurucuları arasında yer aldı. Şeyh Said hadisesi bahanesiyle bu parti kapattırıldı. Ertesi yıl ise (1926), ismi "İzmir Suikasti"ne bulaştırıldı. Bu yüzden tutuklandı, yargılandı ve idam edilmekten kılpayı kurtuldu.

Bu tarihten sonra devlet ve hükümet işlerinden uzaklaşan Ali Fuat Paşa, ancak M. Kemal'in ölümünden sonra tekrar dönüp siyasî faaliyetlerde bulunmaya başladı.

1939'da milletvekili olarak tekrar Meclis'e girdikten sonra 1943'e kadar Bayındırlık Bakanlığı, 1947–1950 yılları arasında ise Meclis Başkanlığı görevlerinde bulundu.

Şükrü Kaya

Daha çok İçişleri Bakanı olarak isim yapan Şükrü Kaya, 1883'te İstanköy'de doğdu. (Burası, Ege'de halen Yunanistan'a bağlı bir adadır.)

İlk ve orta tahsilinin ardından, İstanbul'a gelerek Galatasaray Sultanisine girdi.

Ayrıca, 1908'de Hukuk Mektebini bitirdi. Paris'e gitti, burada da yine hukuk tahsili gördü.

İstanbul'a dönünce Hariciye Nezaretinde kâtipliğe başladı. Mülkiye müfettişi oldu. Aşair ve Muhacirin (aşiretler ve göçmenler) Genel Müdürü oldu. Mülkiye Müfettişi olarak Anadolu'da ve Irak'ta bulundu. Sonra görevinden ayrılarak İzmir'e gitti.

Mondros Mütarekesinden sonra (Ekim 1918) İzmir Müdafaa–i Hukuk Cemiyetine girdi. Bu yüzden tutuklanarak İstanbul'daki Bekirağa Bölüğüne gönderildi.

İstanbul'un işgalinden sonra Malta'ya sürüldü. Malta'dan kaçarak Avrupa'ya gitti. Bir süre İtalya ve Almanya'da kaldıktan sonra Anadolu'ya geldi ve Milli Mücadele hareketine katıldı.

1923'te İzmir Belediye Başkanlığına getirildi, ardından Menteşe milletvekili olarak Meclis'e girdi. 1924'ten itibaren bazı bakanlık görevlerinde bulunduktan sonra, 1927'de kurulan 4. İsmet Paşa Hükümetinde İçişleri Bakanı oldu.

İşte, bu tarihten M. Kemal'in ölümüne kadar (1938) da aynı bakanlık görevinde bulundu.

Esasen, "Bulunduğu makama sığmayan adam" olarak da nâm yapan Şükrü Kaya'nın en büyük icraatı da, bu yıllarda (1927–1938) oldu.

On seneden fazla Dahiliye Nazırlığı esnasında, özellikle âlimlere ve dindar insanlara âdeta kan kusturdu.

Meselâ, Bediüzzaman Hazretleri ve talebelerinin yedi–sekiz yıl boyunca Barla sürgününde gördükleri eziyet, 1934'teki Isparta hadisesi (baskın ve soruşturma), 1935'te işkenceli Eskişehir Mahkemesi, 1936'da başlayan Kastamonu sürgünü, Şükrü Kaya'nın bakanlık döneminde yaşandı.

Bakanlık görevi zamanında masonlarla da içli dışlı olan Şükrü Kaya, 1935'te bu teşkilâtın kapatılması vesilesiyle hükümet adına yaptığı resmî açıklamada "Türk Masonları kendi ideallerinin hükümetin esas programına dahil olduğunu görerek, kendi teşkilâtlarını kendileri fesh etmişlerdir. Hükümetin bu iş üzerinde hiçbir teşebbüsü ve alâkası yoktur" diyerek, aslında nasıl bir misyonu üstlenmiş olduğunu gösteriyordu.

10.01.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Günahlarda gizlilik derecesi



Mustafa Bey: “İşlenen bir haramı anlatmak dînimizce câiz midir? Günahların örtülmesi için kişi böyle bir suçunu gizlemesi mi gerekir? Yani kul kendi vicdanında mı tövbeye sarılmalıdır? Yoksa kul, ‘Ben şöyle bir suç işledim. (Belki istemeyerek) cezasını bana uygulayın’ diyebilecek güvenilir bir kimseyi mi aramalıdır? Doğru olan hangisidir?”

Günahlar, kulun Rabbi ile iletişimine sınır koyan parazitlerdir. Kulun, Yüce Yaradanı ile görüşmesinin sağlıklılığı, bu parazitleri hayatından temizlemesi ile yakından alâkalıdır.

Bir yakınınızla telefon görüşmesi yaptığınızı farz edelim. Araya bir parazit girdiğinde, nasıl görüşmeden bir şey anlamıyorsunuz ve görüşmeyi yarıda kesip önce parazitin giderilmesine çalışıyorsunuz... Veya bir tv kanalını izlerken araya parazit girip, görüntü ve ses kaybolduğunda, nasıl kanalı izlemeyi bırakıp, önce sesin ve görüntünün netliğini sağlıyorsunuz.

Fizik âleminde defalarca yaşadığımız bu hâdise, manevî âlemde Rabbimizle olan ilişkilerimizde daha öncelikli olarak söz konusudur. Manevî âlemin parazitleri günahlardır, haramlardır, Allah’ın yasak kıldığı davranışlardır, dînimizin nehyettiği hareketlerdir, vicdanımızın mahkûm ettiği suçlardır.

Günahlar, haramlar ve Allah’ın yasakladığı davranışlar konusunda bize ilk hesap soran vicdanımızdır. Allah nezdinde bizi en çetin sorguya çeken kurum vicdanımızdır. Vicdanımızın sorgusu karşısında temize çıkabilmek ise tövbenin ta kendisidir. Temize çıkmadığımız sürece vicdanımız bize baskı yapmaya ve bizi kınamaya devam eder.

Kulun tövbekâr sayılması için kendi vicdanında, yani kendi özünde ve içinde günahlarına karşı pişmanlığa ve tövbeye sarılması en önemli şarttır ve yeterlidir. Günahlarını başka bir kurumun veya kişinin önünde sayıp dökmeye gerek olmadığı gibi, böyle bir davranış tevhid inancı ile de bağdaşmaz. Çünkü Allah’tan başka hiç kimse günahlara tövbeyi kabul veya red konusunda ya da günahlara ceza takdir etmek hususunda yetki sahibi değildir.

Kul hakkını içeriyor olmadıkça günahlar şahsîdir ve kul ile Rabbi arasındadır. Kul hakkını içeriyor olması halinde ise günah, yalnız hakkı yenen kul ile hak yiyen şahıs arasında bir meseledir ve üçüncü şahıslar açısından yine gizlilik taşır.

Yani günahları; 1- Kul, 2- Allah, 3- Hakkı yenen kuldan başka diğer şahısların bilmesine gerek yoktur. Allah’ın “Settâru’l-uyûb” ismi günahları gizlemek istemektedir. Af yolunun açık kalması için günahların gizli kalmasına şiddetle ihtiyaç vardır.

İnsanın kusur ve günah işlemeye kabiliyetli bir fıtratı bulunduğunu1 beyan eden Üstad Saîd Nursî Hazretleri, Cenâb-ı Hakkın Settâr ve Ğaffâr isimlerinin kusurlar ve günahlara karşı bir siper hükmünde bulunduğunu; yalnız Kendisine sığınıldığında Cenâb-ı Hakkın günahları örttüğünü, gizlediğini ve bağışladığını kaydeder.2

Âdil mahkemeler kamuyu ilgilendirmeyen suç ve günahların peşine düşmezler. Günah veya suç, bir veya birden fazla kişinin hakkı ve hukuku ile ilgili bir alanda işlenmiş ise mahkemeler elbette suçluyu yargılamak ve masumları korumak için harekete geçerler. Adaletin sağlanması için bu gereklidir ve bu ayrı bir meseledir. Kişinin mahkemeye karşı suçunu itiraf etmesi bu bakımdan bir fazilettir ve bu da bir nevî tövbe hükmündedir.

Fakat kişi başkasını ilgilendirmeyen günahlarını gizlemeli, günahlarını yaymaktan kaçınmalı ve günahlarına kendi vicdanında tövbe etmelidir. Günahları ile övünmek ise haramdır.

Sözü, Resûl-i Ekrem Efendimize (asm) bırakalım:

* “Günahı açıktan işlemekten sıkılmayanlar hariç bütün ümmetim bağışlanmıştır. Geceleyin bir günah işleyip, Allah da yaptığı bu günahı örtmüşken sabahleyin kalkıp, ‘Akşam şöyle şöyle yaptım’ diyen kişi, açıkça günah işlemekten sıkılmayan kimselerdendir. Rabbi geceleyin suçunu örtmüşken, sabahleyin kalkıp Allah’ın örttüğü bu örtüyü kaldırıyor.”3

* “Bir kul dünyada bir kulun ayıbını örterse, Allah da kıyamet gününde onun ayıbını örter.”4

* “İnsanların gizli yanlarını araştırmayın. Ayıplarını öğrenmeye çalışmayın.”5

* “Günah işlediğinde hemen tövbe et. Gizli işlediğin günaha gizlice, açıktan işlediğin günaha da açıktan tövbe et.”6

* “Günah gizli kaldıkça sadece sahibine zarar verir. Ortaya çıktığında ise düzeltilmezse, topluma zarar verir.”7

* “Allah’tan kusurlarınızı örtmesini ve sizi korktuklarınızdan emin kılmasını isteyin.”8

* “Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: ‘Ben dünyada Müslüman bir kulumun örttüğüm bir kusurunu, âhirette ortaya çıkarıp onu rezil ve rüsvay etmeyecek kadar büyük kerem ve af sahibiyim.’”9

Demek günahlarımızı insanlara karşı gizlememiz, Rabbimize karşı da dürüstçe tövbe etmemiz esastır.

Dipnotlar: 1- Mektûbât, s. 47 2- Lem’alar, s. 59; Mesnevî-i Nûriye, s. 113 3- Riyâzu’s-Sâlihîn, 24; Câmiü’s-Sağîr, 3000 4- Riyâzu’s-Sâlihîn, 240 5- Câmiü’s-Sağîr, 1576 6- Câmiü’s-Sağîr, 419 7- Câmiü’s-Sağîr, 332 8- Câmiü’s-Sağîr, 638 9- Câmiü’s-Sağîr, 2893

10.01.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri

Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004