Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 03 Şubat 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Görüş

Tebessümle “hayır” diyebilmek

En büyük sıkıntılarımızın başında “hayır diyememek” gelmektedir. “Hayır” demeyi öğrenmek ve onu zamanında kullanma alışkanlığını geliştirmek gereklidir. Yardımınıza ihtiyaç duyulduğunu ve sizin güvenilir ve çok iyi bir insan ve arkadaş olduğunuzu belirterek başlanan istekler; aslında yapılması gereken ve ‘hayır’ denmesi gereken talepler olabilir.

Bazı insanlarda “başkalarının sorumluluğunu alma” veya “kolayca sorumluluk üstlenme alışkanlığı” bulunmaktadır. Oysa bu durum çoğunlukla işe yaramamaktadır. Sorumluluk almak görevinizin sınırlarının ne olduğunu bilerek yapılacak bir davranıştır. Size ait olmayan sorumlulukları alırsanız, eninde sonunda zaman ve emek olarak tükenebilirsiniz.

Biz her zaman ölçülerimize uymayan talepler karşısında “Hayır, yapamam, aynı düşüncede değilim” şeklinde çekinmeden ve gülerek fikrimizi söyleyebilmeliyiz. İnsanlara sevgi göstererek “Hayır, bu talebiniz uygun değildir. Ben bu olayda yer alamam” demek aynı zamanda sizi kötü niyetli uygulamalardan da koruyacaktır.

“Mecburen ve gönülsüz” kabul etme durumunda ise daha şuurlu/bilinçli olmalıyız. Hayır diyebilmenin, talebi yapan kişiyle ilişkileri bozacağı düşünülürse; ruhsal anlamda görünürde kabul ancak iç dünyamızda ise reddeden çelişkili bir durum yaşayabiliriz. Bu durumda bile hayır diyebilmek kendinizi kontrol edebilmek açısından önemlidir. Kendi kontrolünüzü yitirmek hiç de iyi bir davranış olmaz.

Özellikle kendinize, “hayır” demeniz gereken isteğe “evet” diyerek yalan söylemeyin. Kendinize söylenecek yalan suçluluk duygusunu geliştirecektir. Katı ve uyumsuz olmamak adına, sevgi yerine nefret edilen kişi olmamak için kuralsızlık geliştirilirse bir müddet sonra istismar edilen kişi olursunuz. Elbette hiçbirimiz bize “hayır” denmesinden memnun olmayız. Ancak sağlıklı ve sağlam ilişkiler, zamanında ve uygun “hayır” demeler üzerinde kurulabilir.

Hayır diyememenin bir çok sebebi vardır. Bunların başında terk edilme-dışlanma korkusu, zarara uğrama endişesi, iyi insan-arkadaş imajını yitirme korkusu, başkalarının hatalarına ortak olarak kendini rahatlatma duygusu gelmektedir.

Hayır dememiz gereken insanlar ise hayatımızın her döneminde farklılık gösterir. Meselâ, temayüz etmiş bir “büyüğünüze hayır” diyebilmek önemlidir. Aynı ortamda kaldığınız “arkadaşlarınıza hayır diyebilmek” ise daha iyi bir kontrol gerektirir. ‘Başkalarına yardım edeceğim’ diye kendi görevlerinizi ertelemeyin. İşin aciliyeti istisna olmak üzere yardımı görevinizi bitirdikten sonra yapın. “Başka arkadaşlara, ilgili olmayanlara hayır diyebilmek” durumunda hayır demeyi olumlu vurgulama şeklinde yapın. “İsteğinizi şimdi değil ama şu zaman yapabilirim” şeklinde cevaplayın. Ya da “İşinizi halledecek kişiyi bulabilirim” şeklinde teklif edebilirsiniz.

“İdare edilenlere hayır diyebilmek”, müdebbirlerin en sık karşılaştıkları durumlardır. Yapılması gereken; işleri yaparken “kaytaran”, işi anlamamış gözüken, mazeret üretmede usta olanlar karşısında almanız gereken temel tavır. Ustaca “hayır” diyebilmektir. Mazeretle karşınıza gelene sorunu giderecek üç teklif isteyin. Tekliflerden en iyisini seçmesini ve uygulamasını isteyin. Bu durum, size mazeret üretecek kişinin yolunu tıkar. Size gelirken iki kere düşünür.

Özellikle “müzakere” veya “görüşme” yaparak sorun çözme durumunda olan kişiler; her teklife “evet” dememelidirler. Bazı konularda kibarca direnebilmeli ve gülerek “hayır” diyebilmelidir. Şüphesiz size gelen her işe “hayır” diyemezsiniz. Bu durum tembellik ve atalet doğuracaktır. Tebessüm ederek “hayır” derseniz, onları sizin şartlarınıza biraz daha yaklaştırırsınız. Onlar sizin bu direnme gücünüze gizli olarak hayranlık duyarlar.

Ayrıca, yaptığınız davranışları ve inandığınız gerçekleri savunmak için “hayır” demeyi bilmek bir fazilet işidir. Bu hizmete olan sadakatinizi ve hizmetiniz için mücadele gücünüzü gösterir. Yapamayacağımız bir işe “evet” dediğimizde başımıza gelebilecek muhtemel olumsuz durumları düşünürsek “hayır” demenin daha hayırlı bir sonuç vereceği ortadadır.

Genelde “Hayır diyebilmek” birikmiş belli bir kültürün ve aynı zamanda kararlılığın ifadesidir. Sonucunda hizmetin kaliteli ve iyisini yapabiliriz. “Hayır demek” fiilini sadece sözle değil “vücut dilinizle” de yapınız. Özellikle tebessüm ederek hayır diyebilmenin bir beceri işi olduğunu biliniz. Başarılı bir müdebbir olmanın yollarından biri de yerinde ve tebessümle “Hayır” diyebilmektir. Başarılar.

M. Fahri UTKAN

03.02.2007


Radyomu istiyorum

Evet biliyorum BİZİM radyomuz var, fakat ziyadesini istiyorum. Hani sağlığın ziyadesini, malın ziyadesini, imanın ziyadesini istediğimiz gibi… İstiyorum ki BİZİM radyo herkesin radyosu olsun. Tüm kulaklardan kalbe aksın, radyo lisanıyla nurları kalplere bıraksın.

Mehmet Kutlular, Ali Toker, Oğuz Umurca Ağabeylerin saat 15:00-16:00 arası yorumladıkları Risâle-i Nur dersini herkes dinlesin, Şaban Döğen’in sohbetlerini herkes duysun, Davut Şahin ile çocukların o tatlı, masum hasbî sohbetlerini tüm çocuklar duysun istiyorum. Hergün aktüel konulara, değerli konuklarıyla çare arayan bacıların çırpınışlarını tüm bayanlar duysun istiyorum…

Daha fazlasını; Mustafa Özcan’ın dünya siyasetinin gidişâtını yorumlamasını; Kâzım Güleçyüz’ün, Serdar Murat’ın iç siyasetteki gelişmeleri değerlendirmesini, Süleyman Kösmene’nin fıkhî ve imanî konuları dinleyicilerin de katılımıyla canlı diyalogla anlatmasını, Latif Salihoğlu’nun tarih sohbetlerini; İsmail Berk’in kişisel gelişim, moral, motivasyon sohbetlerini; İslâm Yaşar’ın şiir gibi akıcı üslubuyla Çınlayan Kubbelerdeki edebiyat sohbetlerinin aks-i sadasını, Ali Oktay’ın huzur veren sesiyle “Hazan Yağmurları’nı”, Dr. Hakan Yalman’dan mânâ-i ismi, mânâ-i harfi sohbetlerini dinlemeyi, doktorlarımızdan ruh ve beden sağlığı sohbetlerini, daha daha ziyadesini istiyorum…

Daha fazlasına malik olabilmek için elimizdekine itina ile bakmayı, desteklemeyi, emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker çerçevesinde ibadet addediyorum. Gazetem de o vazifeyi yapıyor amma vatandaşa bir bedeli var, yurtdışına gidecek Euro olarak bir bedeli var… Abone yaptık diyelim 3-5 ay devam ediyor, sonra, ‘Hak sadece benim mesleğimdir’ diyen, muzır maniler sayesinde bıraktırılmış… Radyo öyle değil, vatandaşın veya dünya insanlarının bayiye gitmesine, abone ile ayağına gelmesine gerek yok, aracıya gerek yok. Radyonun düğmesini çeviriyor, frekansını 104.4’e getiriyor veya internetten dünyanın neresinde olursa olsun www.bizimradyo.com’a tıkladığında haber portalıyla birlikte gözünün önünde, kulağından kalbine doluyor. Bedeli çok az, sınırı internetten, sınırsız, radyodan henüz Türkiye nüfusunun yarısının yaşadığı, tüm ticaretin ve siyasetin oradan yönlendirildiği, tüm ehl-i hizmetin toplandığı İstanbul’un sınırlarını aşamadı ama inşallah bu azimle, bu gayretle ona da muvaffak olacak.

Bu demek değil ki sadece İstanbullular dinliyor, külfetine de onlar katlansın. Kimin adına iş görüyor ve kimin adına ilânât yapıyorlar, bir öncü karakol gibi nöbetteler, onlar uyanık ve gayretli, bizler cömert ve himmetli olacağız.

Radyo lisanıyla ilân edilen Risalei Nur hakikatlerinin susmaması, bize böyle bir radyo açtığınız için duacınızız diyen ehl-i imanın küsmemesi, başladığımız bu güzel hizmetin akim kalıp vebalinin belimize yüklenmemesi, internetten de olsa yurtdışındaki vatandaşlarımızın irtibatının kesilmemesi için maddî ve manevî desteklerimizle bu kervanı yürütmeliyiz.

İstanbul ticaretinin ehl-i himmet tüccarları, YENİSİAD’ın müstakim üyeleri, Anadolu’nun isimsiz kahramanları önümüzde sadaka-i cariye addolunacak sesli sözlü bir yol var; yürüyün, dinleyin, dinlenin… İleriki günlerde “Radyomu istiyorum” dememek için radyomuza sahip çıkalım ve bütün dünyaya yayın yapabilmesi, ulusal olması için maddî yardımı ve manevî duâlarımızı gönderelim.

Eyüp OTMAN

03.02.2007


İstikrar

“Kararlı olma” ve “yerleşme” gibi anlamlara gelen “istikrar” ifadesi özellikle düzenliliği ve planlı oluşu simgelemesi bakımından çok önemlidir.

Zaman ve ömür sermayesinin bize verilen nimetlerin başında yer aldığı bilinen bir husustur. Bu sermayeyi düzenli kullanmak veya düzenli kullanmaya gayret etmek yapılması gereken işlerin başında gelir.

İstikrarsız işlerden “iyi” sonuç alınmadığı herkesin malumudur.

Bir gün yüz sayfa kitap okuyup yüz gün kitabın kapağına bile dokunmayan bir kimsenin “iyi okuyucu” olamayacağı kesin gibidir.

Bir gün on kilometre koşup günlerce tembel yatanın “iyi sporcu” olduğu söylenebilir mi?

Hatta bir günün yirmi dört saatini bütünüyle ibadetle geçirip günlerce bu vazifeyi ihmal etmenin “kitapta yeri olduğundan” söz edilebilir mi?

Ders çalışan öğrenciye bile tavsiye edilen, düzenli ve istikrarlı tempodur. Örneğin, her gün düzenli olarak kendisine: “Bugün ne okudum?” ve “Yarın ne okuyacağım?” sorularını yönelten talebenin başarısızlığından bahsedilemez. Çünkü, günlük dersini tekrarlayıp ertesi günkü derse de hazırlıklı gittiğinden ayrıca ders işlerken öğretmenini de dinlediğinden “üç dikişli” ve “sağlam hazırlanmış ürün” misâli bilgilerin buharlaşması ya da unutulması mümkün değildir. Oysa bütün çalışmasını “sınav gecesine” inhisar edenin çok sıkıntı çekeceği herkesin bildiği bir husustur.

Vücudunun “bir yıllık” yağ veya tuz ihtiyacını “bir gecede” gidermeye çalışan insanın düşeceği durum ve karşılaşacağı problemi izah etmeye gerek var mıdır? Öyle ya, bir yıl boyunca bir insan gerçekten kayda değer miktarda yağ ve tuz almaktadır. Ancak istikrarlı ve düzenli aldığından bu miktarın farkında bile değildir.

Bu yüzdendir ki ibadetlerde bile “az da olsa devamlı olan” tavsiye edilmiştir.

Ancak, istikrarı yanlış değerlendirip farklı sonuçlar elde etmek doğru değildir. Derslerinden sürekli zayıf alan, sınıfa sürekli geç giden, rızk kapısı olan işyerini/tezgâhını her zaman geç açıp erken kapatan, her gece gereksiz yere geç uyuyup geç uyanan, annesini ve babasını sürekli olarak üzen, çoluk çocuğunu sürekli olarak ihmal eden kişi ya da kişilerin bu davranışlarını olumlu bir istikrar olarak değerlendirmek mümkün değildir.

Nasrettin Hoca’nın “Er kişi sözünden dönmez” esprisi aslında bu tip olumsuzlukları çok güzel tasvir etmektedir.

Bu bakımından, sürekli olarak ilerlemeyi hedeflemek istikrardır.

“İki günü eşit olan ziyandadır” hakikatini ilke edinmek istikrardır.

Her gün “bir şeyler” öğrenmeyi prensip haline getirmek istikrardır.

Anne-baba rızasını amaçlamak ve bunu devam ettirmek istikrardır.

Aile efradının maddî-manevî tüm ihtiyaçlarını gidermeyi ya da gidermeye çalışmayı ana gaye haline getirmek istikrardır.

Dükkânını bir kamu hizmeti görüp hizmete erken sürmeyi ve onu geliştirmeyi hedeflemek istikrardır.

Sorumluluklarının farkında olmak ve bu farkı fark etmek istikrardır.

İnsanlığa yararlı olmayı gaye haline getirmek istikrardır.

Üretken olmak ve bu üretkenliği insanlığın hizmetine sunmak istikrardır.

Güzel alışkanlıkları devam ettirmek ve bu güzelliklerin sayısını çoğaltmak istikrardır.

İbadetlere devam etmek ve sürekli olarak günahlardan kaçınmak istikrardır.

Komşusuna karşı duyarlı ve saygılı olmak ve bunu devam ettirmek istikrardır.

İstikrarlı olmak dileğiyle…

Y. Doç. Dr. Cüneyt GÖKÇE / HRÜ. İlahiyat Fakültesi Kelâm

03.02.2007


Nasıl bir millî eğitim?

Nasıl bir insan tipi?

Gerek tarım ve gerekse endüstride yeni buluşların ve yeni metotların kâşifi ve uygulayıcısı insan olduğuna göre, bu alet ve metotların ancak asgarî bilgi sahibi insanlar sayesinde olumlu bir şekilde uygulanabileceği meydandadır. Artık, millî eğitim müesseseleri, insan faktörünün bu asgari bilgiyi elde etme ve ayrıca toplumun barış ve düzenini tesis edecek vasıf ve disiplinleri kazanması gayesine göre yeniden düzenlenmelidir. Aksi halde, fertlere, toplumsal barış ve kalkınmayı imkânsız kılan menfî vasıflar musallat olacaktır.

Eğitim, siyasî endişe ve hesaplara göre değil, günün ve istikbalin meselelerinin üstesinden gelecek nitelikli insan tipine göre yeniden planlanmalıdır. Bir toplumsal barış buhranı mı yaşıyoruz; toplumsal barışın ferdî seviyede talep ettiği vasıf ve disiplinlerin kültürel dinamikleri tesbit edilmeli ve eğitim mevzuu haline getirilmelidir. Yine, kalkınma problemi ile mi karşı karşıyayız; kalkınmanın ferdî seviyede talep ettiği vasıf ve disiplinleri aşılayacak muhtevada bir eğitim programı yapılmalıdır. Eğitimde insan faktörünün ruhî ve ahlâkî cephesi ile ilmî ve meslekî cephesi birlikte ele alınmalı ve eğitim, toplumu muvaffakiyete götürecek şahsiyet tipini üretecek bir muhtevaya kavuşturulmalıdır. Eğitim bu muhtevaya kavuşmadıkça, içinde bulunduğumuz buhranların üstesinden gelecek nesillerin zuhuru da mümkün olmayacaktır.

Ahlâk ve karakter zayıflığından doğan suçların asgariye indirilmesi; sulh ve düzeni bozan, tesanüt ve organize davranış kabiliyetini ortadan kaldıran sosyal hastalıkların iyileşmesi; karşılıklı münasebetlere ahlâk, fazilet ve dürüstlüğün hakim olması; böylece toplumsal planda sevgi, saygı, emniyet, güven ve dayanışma hislerinin yoğunlaşması için, toplumun ilmî ve ahlâkî vasıflara sahip bireyler ile şekil ve kalıba dökülmesi gerekir. Eğitimin görevi bu insan tipini gerçekleştirmektir. İnsanımızın beynine teorik bilgi yığan ve sınav geçmeye endeksli bir eğitim sisteminin bunu gerçekleştirmesi mümkün değildir.

Hangi kültür ve değerler?

Eğitime, nesillerin ilim, ahlâk, fazilet ve san'at değerleriyle yüz yüze geldikleri bir kültürel muhteva kazandırılmalıdır. İçinde bulunduğumuz terör ve yolsuzluklarla bitkinleşmiş toplum yapımız, nesillerin bu değerlerle yüz yüze gelmediği bir eğitim ikliminde bulunduğunun en bariz göstergeleridir. Zira, bugün ürettiğimiz iş ve davranışlar, eğitimin bize kazandırdığı şahsiyet tipinin bir tezahürüdür. Bütün bu iş ve davranışlar, genel toplum tablomuzu belirlemektedir. Velhasıl, bugüne kadar uygulanan eğitim, nesilleri toplumsal barış ve kalkınmanın talep ettiği vasıf ve disiplinlere terbiye edememiş, onun kalp ve kafasında millî hamleleri gerçekleştirecek aşk ve himmeti getirememiştir.

Eğitimde insan unsurunu birbirine, vatanına, tarihine ve kültürüne bağlayan maddî ve manevî değerler, eğitim ve öğretim yoluyla nesillere aşılanmalıdır. Böylece, toplumsal barış ve kalkınmaya muktedir kılacak vasıf ve disiplinler, nesillerde bilfiil tahakkuk ettirilmelidir. Eğitimde, ferdin her yönden olumlu gelişmesi ile cemiyetin iyileşmesini el ele, birbirine bağlı gören ve buna inanan bir anlayış, genel olarak fertle ilgilenme ve onu yetiştirme gücüne ancak bu takdirde daha çok sahip olacaktır.

İnsan unsurunun müsbet vasıfları kazanması için, insan şahsiyetini yapan ve bozan şeyin bilinmesi; menfî vasıf ve karakter özelliklerini besleyen mikrobik kültürün ve bunun taşıyıcı ve bulaştırıcı vasıtalarının eğitimden ve genel çevreden tasfiyesi; müsbet ve mükemmel vasıfları üreten kültürel ve manevî değerlerin ise eğitime ve genel çevreye hakim kılınması zarurîdir. Çünkü, eğitimde insana iyi davranışlar kazandırmak kadar, onun kötü etkilerden korunması da önemlidir. Nasıl ki, insanın tifo ve koleraya karşı korunmasında koruyucu tedbirler alınıyorsa, aynı şekilde cemiyet sağlığını bozan manevî ve sosyal hastalıklara karşı da koruyucu tedbirler alınmalıdır. Yani, eğitimin geliştirici fonksiyonu yanında, koruyucu fonksiyonu da bulunmalıdır.

İnsanın iç dünyasında mukaddes kavramlar ve ulvî değerler teşekkül ettirerek, toplumun terkip ve bütünlüğüne imkân veren temel etken, manevî değerlerdir. Çünkü, manevî değerlerin teşekkül ettirdiği bu mukaddes mevhumların ve ulvî değerlerin, fertler arasında birlik, beraberlik, yardımlaşma, sevgi ve kardeşlik rabıtası rolü tartışılamaz. Bu inanç ve değerlerden mahrum bulunan fertlerin hayatında, anarşi ve başarısızlık unsuru olan menfaat, egoizm ve türlü zaaf ve ihtiraslar, sosyal hastalıklar baş gösterecektir. Bu ise, müşterek hayatı imkânsız hale getirerek toplumsal dayanışmayı bozacaktır.

Maddî bakımdan ne kadar ilerlemiş olursa olsun, ahlâkî temellere dayanmayan, ruhunda manevî kıymetlere yer vermeyen bir toplumun, dış nüfuz ve istismar politikaları karşısında, bu maddî kuvveti susacak ve muhatap olduğu fikrî, kültürel ve askerî tecavüzlere mukavemet edemeyerek kötü akıbetlere sürüklenecektir. Bu sebeple, eğitim ikliminin ekmek ve suyu bilim ve teknoloji, nefes ve havası İslâm ahlâkı olmalıdır.

Ruh gerçeğini dikkate alan bir eğitim

İnsan, fizikî yapısından ibaret olmayıp, bu fizikî yapıyı harekete geçiren ve davrandıran iç dünyası, akıl, zekâ, kalp, ruh ve vicdan gibi manevî bir yapısı da mevcuttur. Bu sebeple, eğitimin, insanın bu ayrılmaz yapısını bir bütün halinde ele alıp, beraberce inşa etmesi gerekir. Eğer insanın bu manevî yapısı ihmal edilirse, onun fizikî yapısı her türlü sorumsuz davranışın merkezi haline gelir ve toplumsal hayata yabanîleşir. İşte, eğitime düşen temel görevlerden birisi de, ruh gerçeğine saygı duymak, fert ve toplumun ruh sağlığını koruyan inanç ve kültürü de telkin etmektir.

Thomas Stearns Eliot’a göre; “Hayat bir inancın ışığı altında değerlendirilmeli, fertte ruhî ve ahlâkî hayatı maddî hayata hakim kılmalıdır.” Her türlü disiplinsizliğin temelinde, inançsızlık vardır. İnançsızlık, disiplinsizlik doğurur. İnancını yitiren bir insan, bir aile, bir toplum hürriyetsiz, kararsız ve kudretsizdir. Yine, inancını kaybetmiş bir fert ve toplum, sadece menfaat ve korkuların etkisinde kalır. Hayatı anlamsız ve amaçsız bir tesadüften ibaret gören bir insanın ruhunda, ne bir iç disiplin, ne bir ahlâkî değer ve ne de bir toplumsal kavramın yer tutmasına imkân yoktur. Bu sebeple eğitim, fert ve toplumun ruh sağlığını yapan değerleri tesbit etmeli ve bu değerleri insan hayatında hayata kavuşturmalıdır. Bunun için eğitimde, ferdi, sadece maddî hayata değil, ahlâk, fazilet ve dürüstlüğü intibak ettiren manevî bir kültür de hakim kılınmalıdır. Bu intibak, inanç değeri bulunmayan yabancı kültürlerle sağlanamaz. Çünkü, inanç değeri bulunmayan bir kültürün disiplin değeri ve mükellef kılma fonksiyonu da bulunmaz.

Bu sebeple, inanç ve manevî değerlerimizin eğitimde hakim kültür mevkiine yükseltilmesi zarurîdir. Eğitimde manevî değerler fertlere, gelenek, örf, adet ve genel kültür tarzında değil, şuur, hayat ve ideal tarzında verilmeli, ferdin iç dünyasını ve yaşantısını şekillendirmesine yol açacak bir fonksiyonelliğe sahip olmalıdır.

Av. Yusuf ÇAĞLAYAN

03.02.2007


Vatan toprağı kutsaldır!

Çekilen yanlış bir fotoğrafın ve oynanmak istenen kötü bir senaryonun basına sızdırılması, tartışmanın odağına vatan topraklarının kutsal/mukaddes olup olmadığı tartışmasını yerleştirmişti. Dün itibariyle ulaşılan yeni bilgi ve resimlerle bu tartışma hem yön değiştirmiş hem de genişleyerek hız kazanmıştır.

“Vatan topraklarının mukaddes” olması hadisesi yeni değil, insanların göçebe hayatından yerleşik hayata geçtiği gündenberi gelen bir inanıştır. Böyle bir inancın karşısına çıkılamaz ve aksi de iddia edilemez. Nitekim edilememiştir de. Çünkü, vatan herkese her zaman lazım olan bir hakikattir.

Zaten aksini savunan da yok. Her vatan evladı, “Bu topraklar mukaddestir” hakikatine inanır, gerektiğinde hayatını ortaya koyar. Bu noktada ihtilaf yok. Bugünlerde tartışılan sanırım bu değil.

Yani, tartışılan konu vatan için can verilmesi değil. Vatan için ölçüsüz bir şekilde muhakeme etmeden, suçu sabit olmadan, bağımsız yargı önüne çıkarmadan, birilerinin kararıyla, “vatan elden gidiyor” yaftalarıyla birilerinin canının alınmasıdır.

Yerleşik düzene geçildiği günden günümüze vatanın mukaddes olduğu inancı süregeldiği hakikati ne kadar gerçek ise, birilerinin kendi isteği dışında “vatan için” feda (telef) edilmesi inancı da aynı anlayışın bir parçası olarak süregelmiştir.

Hâlâ devlet erkânı kraldan fazla kralcı davranarak, ‘vatandaşı korumak için kurulmuş devleti’ korumak uğruna aynı vatandaşı feda edebilmektedir. Yani, “Siyaset-i beşeriyenin en esaslı bir kanun-u esasîsi olan, “Selâmet-i millet için fertler feda edilir. Cemaatin selâmeti için eşhas kurban edilir. Vatan için herşey feda edilir” diye, bütün nev-i beşerdeki şimdiye kadar dehşetli cinayetler bu kanunun su-i istimalinden neş’et ettiğini kat’iyen bildim” (S.N. Emirdağ Lahikası. s. 333) hakikati çok kez olduğu gibi bu hadisede de bir kez daha teyit edilmiş oluyor.

Tarih bunun binlerce örneği ile doludur. İki cihan harbi bu zalim anlayışın mahsulüdür. ABD’nin onbinlerce km. öteden gelip Irak’a saldırması, Afganistan’ı istila etmesi de yine bu anlayışın bir başka şekilde tezahürüdür.

Bir köyde bir terörist bulunsa o köyü ateşe vermek bu anlayışın vazgeçilmez kuralıdır. Irak, ABD için bir köy statüsündedir. Madem orada birkaç terörist görülmüş o halde orayı ateşe vermek gayet normaldir. Önemli olan Irak halkının canı, kanı, malı, ırzı ve namusu değildir. Önemli olan ABD halkının selameti ve maddi çıkarlarının korunmasıdır.

Ama, şükrediyoruz ki, gelinen nokta gayet ümit verici. İnsanımız artık -tabiri caizse- kül yutmuyor. “Vatan için”, “vatan toprakları için” gibi sözlerle yapılan yanlışlara artık karnı tok. Yeri ve zamanı geldiğinde gerçek tepkisini ortaya koyuyor. Din ayrımcılığı, mezhep ayrımcılığı, millet ayrımcılığı yapanlara hatta vatanı “biz daha çok seviyoruz” ayrımcılığına prim vermiyor.

Ümit ederiz ki, gelecekte bu tepkilerin boyutu genişler ve tüm dünya milletleri bu kabil ayrımcılığa gerekli tepkisini gösterir ve karşı koyma refleksini geliştirir de insanlık biraz olsun rahat eder.

Nurettin HAYAT

03.02.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004