Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 14 Nisan 2007
Mehmet Fırıncı ve Mehmet Kutlular ; Mehmet Emin Birinci'yi anlattı...indirmek ve dinlemek için tıklayınız

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Görüş

Yazmak üzerine

Yazmak, yazmak ve yazmak… Aşkının uğruna geceleri uykusuz geçirmek. Sevda nöbetlerinde, birkaç kelâm da olsa satırlara dökülen; nazına, niyazına bir kalem oynatmak. Bir şiirde, bir denemede, bir öyküde bulmak kendini. Yazmak, keşfe hazır kelimelerin arasında seyran etmek. Sevda mıdır: yazmak? Söyle; yoksa başka bir isimle mi bilinir?! Yazmak, tutku olabilir mi? Kendinden geçme, maksuduna nail olma ya da bir sevda. Adı: kendisiyle müsemma.

Yazmak, niyetin hangi kelâmda da sıralanırsa sıralansın; yürek coşkuya gelip, kalem oynatılmıştır. Ne yazarsan yaz; hazzına varılmıştır. Bir de tam isteğin gibi olmuşsa, işte o zaman sen gör coşkuyu. Kalem ilhama dayanıp neler dökmüştür, bir tutam kâğıda. Yazılmak istenen yazılmış, kelâm neticesini göstermiştir. Bezirgân ağalarının bir tutam sevinci değildir; asıl bu sevinçtir yaşanan. Tutkunun naçizane armağanıdır: yazıya sevdalanmak. Kimseye nasip olmayan, nasiplenenlerin de pek kıymetini bilmediği bir hazinedir. Yazmak öylesine bir sevda olmamalıdır. Aşk ve şevkle dolu dolu olup, her an bu sevdayı hissetmektir. Yazmadan durmama halidir: “Ben bu gün bir paragraf da olsa yazmalıyım” demeli, yazar ya da yazar adayları. Sevdayla donanmalı; her sözü yazıya varmalıdır. Kanadı kırık kuş nasıl uçamazsa: yazar da yazmadan yapamayacak duruma gelmelidir. İçindeki, yazma tutkusunu basite almak, tam olarak istenen yazıları netice vermeyecektir. Yazmak tutkusunu her daim şevkle tutmakta önemlidir. Şevk kırılıp gitti mi, yazı yazma isteği de kaybolacaktır. İstidat zamanla körelecek, hiç yazı yazmamak gibi olacaktır. “Ben de bir zamanlar bir şeyler karalıyordum” lâfı sadece ağızda sakız olacak. Netice ortada olmadığı için, niyette hiçbir şeye yaramayacak.

Sevda, her şeye bir sevda vardır: Anneye, babaya, evlada, yâre, tabiata, kuşa vb. saymakla bitmeyen sevdalar bizi kuşatır. Bir de istidadımızı fiiliyata döken sevdalar vardır. Kaside yüklü anlara götüren. Övgü adına bir terennüm sunan. Yaşamak ve yaşatmak adına bir nevbahar, bir gül kokusu. Ve ona yaklaşan bir sevinç. Olgunluğa ulaşmış her sevda sahibini memnun eder. Vazifesini yerine getiren bir askerin, memnuniyetinden farkı yoktur. Vazife yapıldı mı derinden çekilen bir oh! O zaman zarfında yaşanan zorluklara hediye olur. Zevk verir, gurur verir ve anlatılması zor bir rahatlama. Dile kolay neler atlatılmıştır, bu ana gelene kadar. Çaba varsa; o her şeye değer. Çabayla elde edilmeyecek bir sonuç düşünemiyorum. Bir de fedakârlık yapıldı mı; al sana güzel bir sonuç.

Sevdana naz mı dayanır. Al sana bir kalem, bir kâğıt. İçinde geçenleri dök. Ne anlatmak istiyorsan yaz. Kalem sana yabancılık; kâğıt gariban olmayacaktır. Sen gelmişsen ben sana koşarak gelirim dercesine, sana aşinalık peyda edecektir. Ne de olsa yıllara dayanan bir dostluk var. Kalemi ilk tutuşun değil, son tutuşun da olmayacaktır. Sen de bu istek varken: kim ayırabilir seni kâğıt ve kalemden. Ateş olup yansa da; kor olur yüreğinde senin. O kor yakmayacaktır. Onun yerine belki de ısıtacak. Ne olursa olsun beni aldığına göre: ateş-i Suzan da olsan, gel gayrı. Seninle gelen bu kabulleniş, bir sevdaya akmanın fermanını okuttursun.

[email protected]

Fadime KAYA

14.04.2007


İstanbul’un köprüleri

Çeşitli kaynaklardan derlenen bilgilere göre, 3. boğaz köprüsü yapılması gündemde olan İstanbul’daki ilk köprü, Pers kralı Darius tarafından, ordusunun karşı kıyıya geçirilmesi amacıyla bugünkü Beykoz ile Rumelihisarı arasında salların yan yana dizilmesiyle oluşturulan ve ordunun geçişinden sonra kaldırılan köprü oldu.

Osmanlı döneminde ilk köprü fikrinin Sultan 2. Beyazıt’a ait olduğu, Topkapı Sarayı’nda bulunan ve Venedikli bir mimarın Beyazıt’a yazıp köprü fikri ile özelliklerinden bahsettiği mektupla kesinlik kazanırken, Fransa Ulusal Kütüphanesi’nde bulunan bazı çizimler, Leonardo da Vinci’nin Haliç üzerinde bir köprü projesi üzerinde çalıştığını gösterdi. İstanbul’un Osmanlı dönemi ilk köprüsü ise Sultan 2. Mahmud tarafından 1836 yılında Haliç üzerinde ahşaptan yaptırıldı. Bugünkü Unkapanı Köprüsü’nün bulunduğu noktada inşa edildiği tahmin edilen köprüden geçişler ücretsiz olduğu için ‘’Hayratiye’’ ismi verildi.

İLK PARALI KÖPRÜ

Sultan Abdülmecid döneminde Eminönü ile Karaköy arasında kurulan Galata Köprüsü, 1845’te hizmete açıldı ve tarihteki ilk ‘’paralı köprü’’ olarak kayıtlara geçti.

Haliç üzerindeki üçüncü köprünün yapımı, Sultan Abdülaziz tarafından 1863’de başlatıldı. Ancak Abdülaziz köprünün açılışını yapamadan vefat ederken, yeni köprü 1875’te demir ağırlıklı ve dubalı olarak tamamlandı. 2. Abdülhamid zamanında ulaşıma açılan bu köprü (eski Galata), yaklaşık 37 yıl Eminönü ile Karaköy arasında ulaşımı sağladı ve 24 yıl boyunca da Unkapanı’nda hizmet verdikten sonra 1936’da yerinden söküldü.

Haliç’in 466 metre boyunda ve 25 metre enindeki 5. köprüsü ise bir Alman firması tarafından yapıldı ve 27 Nisan 1912’de hizmete açıldı. 1992’de çıkan yangında büyük zarar gören eski Galata Köprüsü, yerine bugünkü Galata Köprüsü’nün yenisinin yapılmasının ardından Balat-Hasköy arasına çekildi.

2. ABDÜLHAMİD'İN PROJESİ YARIM KALDI

Boğaziçi üzerinde köprü yapılması projesi de ilk kez Sultan 2. Abdülhamid döneminde gündeme geldi. Anadoluhisarı ile Rumelihisarı arasında bir köprü inşa edilmesi için görüşmeler yapıldı. Bu ilk boğaz köprüsü üzerinde bir raylı sistem de planlandı. Ancak Abdülhamid’in tahttan indirilmesiyle proje de rafa kaldırıldı. Bundan yaklaşık 70 yıl sonra Beylerbeyi ile Ortaköy arasında yapımına başlanan Boğaziçi Köprüsü, Alman ‘’Hochtief AG’’ ile İngiliz ‘’Cleveland Bridge and Engineering Company’’ şirketleri tarafından yapıldı. Bu köprü, 29 Ekim 1973’te açıldı. Yaklaşık 22 milyon dolara mal edilen Boğaziçi Köprüsü’nün yumuşak ve yüksek dirençli çelikten yapılmış olan kuleleri 165 metre yüksekliğinde, üçer gidiş ve gelişli 6 şeritlik köprünün orta noktası ile deniz arasındaki mesafe 64 metre, iki kule arasındaki uzunluk ise 1074 metre iken, kulelerin içerisinde yolcu ve servis asansörlerine de yer verildi.

İKİNCİ BOĞAZ KÖPRÜSÜ

Şehrin artan trafik sorununa yeterince cevap veremeyen ilk köprünün ardından İstanbul Boğazı’ndaki ikinci köprünün yapımına, 985 yılında başlandı ve 1988’de ulaşıma açıldı. Kavacık ile Rumelihisarı arasında inşa edilen Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nün projesi İngiliz ‘’Freeman Fox and Partners’’ firmasınca hazırlandı. Yapımını da Japon ‘’Ishikawajima Harima Heavy Industries’’, ‘’Mitsubishi Heavy Industries’’ ile ‘’Nippon Kokan K.K’’ firmaları üstlendi. Yaklaşık 125 milyon dolara mal olan ve içerisinde servis asansörleri de bulunan 102.10 metre yüksekliğinde kuleler arasında 39.40 metre genişliğindeki tabliyelerin yerleştirilmesiyle oluşturulan asma köprünün taşıyıcı kabloları, birinci köprüdekinden farklı olarak dikey şekilde düzenlendi. Gidiş ve geliş yönünde, Boğaziçi Köprüsü’nden birer şerit daha geniş olan Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nde ayrıca, yan konsollar üzerinde bugün kapalı tutulan yaya yolları da yapıldı.

SİNAN KÖPRÜLERİ

Mimar Sinan, bu dönemde 9 adet köprünün yapımını gerçekleştirdi. ‘’Elfakir-u Hakir Sermimaran-ı Hassa’’ şeklindeki mührü bugünkü Büyükçekmece Köprüsü’nde kazılı bulunan Sinan, İstanbul’da Büyükçekmece, Silivri ve Kapıağası köprülerine imza attı. Sinan’ın en görkemli eserlerinden biri olan ve yapımında yaklaşık 40 bin metre küp taş kullanıldığı tahmin edilen Büyükçekmece Köprüsü, 635.57 metre uzunluğunda, 7.17 metre genişliğinde yapıldı. İstanbul’un Cumhuriyet dönemi köprülerinden ilki 1940 yılında, bugün de halen kullanılmakta olan Unkapanı Köprüsü olurken, Ayvansaray ile Halıcıoğlu arasında ise Sultan Abdülaziz dönemindeki ilk girişimlerin ardından 1974 yılında ‘’Haliç Köprüsü’’ hayata geçirildi.

/ İSTANBUL

14.04.2007


‘Bediüzzaman ve Çocuk’ panelinden...

Bediüzzaman Said Nursî... Asrın âlimi… Asra ışık tutan zât...

“Ben kendi nefsimi terbiye etmek için yazıyorum, nefsini terbiye etmek isteyenler benimle birlikte okuyabilirler” diyerek elmas değerindeki Risâle-i Nur Külliyatını asrın eline teslim eden Üstad!

İmânî bahisler başta olmak üzere, bütün ilimleri içinde barındırabilecek derinliğe sahip olan bu eserlerin, aynı zamanda yediden yetmişe bütün insanlığın anlayabileceği bir dile sahip olması, kaynağı olan Kur’ân-ı Kerim’in mucizevîliğinin bir lem’ası olsa gerek..

İşte bu gerçeği göz önünde bulundurarak Risâle-i Nurlara çocuklar adına, çocuk gözlüğüyle bakarak, Üstad, çocukları nasıl anlatmış, onları nasıl anlamış ve o minik zihinlerde bu yüksek hakikatleri nasıl şekillendirmiş gibi merakâver soruların cevaplarını bulduğumuz “Bediüzzaman ve Çocuk” paneli 7 Nisan Cumartesi günü Ümraniyede gerçekleşti.

Henüz 7 yaşında olan Yıldız Hesna Kayabaşı kardeşimizin Kur’ân okumasıyla başlayan programı, Zehra Bulut ve Nadire Gürsoy’un birlikte seslendirdiği şiir takip etti. Geçen hafta kaybettiğimiz, Üstadın talebesi Mehmet Emin Birinci Ağabeyin kaleme almış olduğu, geçmiş asrın Risâle-i Nur talebesinin göğsünde taşıdığı imana olan hayranlığını ve takdirlerini dile getiren bu şiir, Nur talebelerini tekrar intibaha getirdi.

Panelistlerden Yadigar Öztürk, çocuğun ilk öğretmeni olan annenin şefkat, sevgi, bilgi ve ilgi gibi değerlerle donatılmış olması gerektiğine dikkat çekti. Küçük çocuğa öğretilenlerin taş üstüne yazılan yazı gibi silinmeyeceğini söyleyen Peygamberimizi (asm), Üstad Hazretleri de teyid ederek insanın hayat kanunlarına cahil olarak dünyaya gelmesine rağmen iyi işlendiğinde antika bir eser olabilaceğini bildirmesi, ilk eğitimciler olan ebeveynlere ne kadar ciddî sorumluluklar düştüğünü gösteriyor sanırım.

Çocuklarımızı hayata değil, iki dünya hayatına hazırlamakla mükellef olduğumuzu hatırlatan Hülya Kartal, asıl gayenin Cenâb-ı Hak tarafından anne-babalara verilmiş olan bu tertemiz emanetlerin, yine aynı temizlikte geri dönmelerini sağlamak olduğunu vurguladı. Cenâb-ı Hakkın isimleri kâinatta iç içe ve tam bir denge çerçevesinde tecellî ettiği gibi, anne-babaların evlât yetiştirirken de bu dengeye özen göstermesi gerektiğini dile getirdi.

Risâle-i Nur’da defalarca masum olarak sıfatlandırılan bu taifeye, gerçekten “masum gözlüğüyle” bakmayı ne kadar başarabildiğimizin üzerinde duran Zeliha Özpamukçu, aynı zamanda dinleyicilerin dikkatini, “Çocuktur anlamaz” sözünün o saf zihinleri götürebileceği hazin sona çekti. “Çocuktur anlamaz” diyerek gerekli olan şeyleri anlatıp anlatmamakta tereddüt ederek kaybettiğimiz zaman içerisinde, o masum zihinlerin malum kesimler tarafından sihir, büyü, vs… gibi boş şeylerle işgal edildiğini unutmamalıyız.

Her bir panelistimizin farklı bakış açısıyla ortaya koyduğu, bütün ilimlerin fihristesini içinde taşıyan ve hangi cihetle bakılırsa insana mutlaka yeterli ve gerekli bilgiyi kazandıran Risâle-i Nurların, ne kadar derin hakikatleri barındırdığını bir kez daha idrak ettik.

Minik yavrulara aktaracağımız bilgileri onların zihinlerine en uygun şekilde yerleştirebilmek için yetişkin gözlüğümüzü bir kenara bırakıp, Risâle-i Nurlara çocuk gözlüğüyle bakmamızı tavsiye eden Fatma Beyza Tütüncüoğlu, Üstadımızın hakikatleri akla yakınlaştırmak için kullandığı latif kelimelerin şirin mânâlarına dikkatleri çekti. Üstadın, her taifeye olduğu gibi masum çocuklara ve içimizdeki masumluğunu kaybetmemiş çocuğa bile derin mânâları taşıyan ince nüktelerle hitabının güzelliğini gözler önüne serdi.

Betül Nur Demir’in sunduğu, Betül Yılmazcan’ın başarıyla yönettiği panel, dinleyicilerin panelistlere yönelttiği soruların cevaplandırılmasıyla son buldu.

Gülsüm KANBUR

14.04.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004