Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 14 Nisan 2007
Mehmet Fırıncı ve Mehmet Kutlular ; Mehmet Emin Birinci'yi anlattı...indirmek ve dinlemek için tıklayınız

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Orada meyveler, salkım salkım hurmalar, yapraklı daneler, hoş kokulu bitkiler vardır.

Rahman Sûresi: 11-12

14.04.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Fetva vermekte ve mal taksiminde en cüretkârınız, Cehenneme karşı en cüretkâr olanınızdır.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 108

14.04.2007


Müslümanların fakr-ı hâli nedendir?

Ey divane baş ve bozuk kalb! Zanneder misin ki Müslümanlar dünyayı sevmiyorlar veyahut düşünmüyorlar ki fakr-ı hale düşmüşler; ve ikaza muhtaçtırlar, tâ ki dünyadan hissesini unutmasınlar?

Zannın yanlıştır, tahminin hatadır. Belki hırs şiddetlenmiş; onun için fakr-ı hale düşüyorlar. Çünkü mü’minde hırs sebeb-i hasârettir ve sefalettir. “El-harîsu hâibun hâsirun” (Hırs, hasaret ve muvaffakiyetsizliğin sebebidir) durub-u emsal hükmüne geçmiştir.

Evet, insanı dünyaya çağıran ve sevk eden esbab çoktur. Başta nefis ve hevâsı ve ihtiyaç ve havassı ve duyguları ve şeytanı ve dünyanın surî tatlılığı ve senin gibi kötü arkadaşları gibi çok dâileri var. Halbuki bâki olan âhirete ve uzun hayat-ı ebediyeye davet eden azdır. Eğer sende zerre miktar bu biçare millete karşı hamiyet varsa ve ulüvv-ü himmetten dem vurduğun yalan olmazsa, hayat-ı bâkiyeye davet eden azlara imdat etmek lâzım gelir. Yoksa, o az dâileri susturup çoklara yardım etsen, şeytana arkadaş olursun.

Âyâ, zanneder misin, bu milletin fakr-ı hali dinden gelen bir zühd ve terk-i dünyadan gelen bir tembellikten neş’et ediyor? Bu zanda hata ediyorsun. Acaba görmüyor musun ki, Çin ve Hintteki Mecusî ve Berâhime ve Afrika’daki zenciler gibi, Avrupa’nın tasallutu altına giren milletler bizden daha fakirdirler? Hem görmüyor musun ki, zarurî kuttan ziyade Müslümanların elinde bırakılmıyor? Ya Avrupa kâfir zalimleri veya Asya münafıkları, desiseleriyle ya çalar veya gasp ediyor.

Sizin cebren böyle ehl-i imanı mim’siz medeniyete sevk etmekteki maksadınız, eğer memlekette âsâyiş ve emniyet ve kolayca idare etmek ise, kat’iyen biliniz ki, hata ediyorsunuz, yanlış yola sevk ediyorsunuz. Çünkü itikadı sarsılmış, ahlâkı bozulmuş yüz fâsıkın idaresi ve onlar içinde âsâyiş temini, binler ehl-i salâhatin idaresinden daha müşküldür.

İşte bu esaslara binaen, ehl-i İslâm dünyaya ve hırsa sevk etmeye ve teşvik etmeye muhtaç değildirler. Terakkiyat ve âsâyişler bununla temin edilmez. Belki mesailerinin tanzimine ve mâbeynlerindeki emniyetin tesisine ve teavün düsturunun teshiline muhtaçtırlar. Bu ihtiyaç da, dinin evâmir-i kudsiyesiyle ve takvâ ve salâbet-i diniye ile olur.

Mesnevî-i Nuriye, s. 136

Lügatçe:

sebeb-i hasâret: Zarar sebebi.

esbab: Sebepler.

dâi: Sebep.

ulüvv-ü himmet: Yüce himmet ve gayret.

zühd: Dünyadan el etek çekme, dünyaya değer vermeyip ahireti düşünme.

Berâhime: Brahmanizm dinine bağlı olanlar.

ehl-i salâhat: Salih, güzel ahlâklı kimse.

mâbeyn: Ara, arasında.

teavün: Yardımlaşma.

teshil: Kolaylaştırma.

evâmir-i kudsiye: Kudsi emirler.

salâbet-i diniye: Dinin emirlerini uygulamaktaki sağlamlık.

14.04.2007


“Yarın kabirde nasıl yatacaksınız?”

- 2 -

Sıradan bir günü yaşarken telefonum çaldı. Telefondaki ses “Biliyor musun, Birinci Ağabey ölmüş” diyordu. Bir anda gözlerim karardı. Yaşanılan hayat, bir sinema şeridi gibi gözlerimin önünden gelip geçmişti. Rahmetli ağabeyimiz, şu karşımdaki koltukta az mı bizlere imanî sohbetler etmiş, şu masada az mı yemek yemiş, şu koridorlardan kim bilir kaç defa gelip geçmişti.

Ayağa kalkıp bize geldiği zaman yattığı çekyatlı odaya gitmiş, çekyata öylece otura kalmıştım. Bir gün yine bize gelmişti, biz çekyatı açtık. “Eşim, bunun üzerine bir de yün döşek koyalım” dedi. Bir de yün döşek koyduk, rahmetli ağabeyimiz içeri geldi, yün döşeğe bakıp “Bu ne?” dedi. Biz de “Ağabey çekyatta rahat edemezsiniz diye bunu koyduk” dedik. “Kaldırın bunu, sabaha kadar rahat edip tatlı tatlı uyumak yok, ibadet var, burada bu kadar rahat ederseniz, yarın kabirde nasıl yatacaksınız?” dedi ve bize yün döşeği toplattı.

Bu olay bana hemen Asr-ı Saadet’te yaşanan bir olayı hatırlattı. Efendimizin (asm) hasır bir döşeği varmış. Eve geldiği zaman onun üzerinde uzanır ve dinlenirmiş. Öyle olurmuş ki mübarek sırtına, hasırın izi çıkarmış. Bir gün Hz Âişe (ra) annemiz, bir sahabe annemizle otururken sahabe annemiz kendisine sormuş: “Bu nedir?”

Hz. Âişe (ra) annemiz de anlatmış. Sahabe annemizin rikkatine dokunmuş olmalı ki, eve gitmiş, otlardan yapılmış kalın bir döşek getirip sermiş, “Hiç değilse Allah Resûlü bunun üzerinde dinlensin” demiş.

Efendimiz (asm), eve gelmiş, bakmış, hasır yok, onun yerinde kabarık bir döşek. Âişe (ra) annemize “Bu nedir?” diye sormuş.

Âişe annemiz de olanları anlatmış. Efendimiz “Ya Âişe! Biz dünyaya talip değiliz, kaldır şunu” demiş. Onlar her şeyleriyle ebediliğe taliptiler, bizler gibi fani dünyanın şişeleriyle oynamaya değil. Mehmed Emin Birinci Ağabey de, Allah Resûlünün (asm) yolunda gidiyor, dünyanın rahatına dönüp bakmıyordu.

Oysa dünya gerçekten de fani. Bu fani olan dünyanın da iki yüzü yok mu? Biri faniye bakan, diğeri de bakiye. Neden bizler hep faniye bakan yüzüne takılıp kalıyoruz ki. Neden “Ya Bâkî, madem Sen Bâkîsin yeter. Her şeye bedelsin. Madem Sen varsın, her şey var. Öyle ise Senin muhabbetinle onlar sevilir. Yoksa kim olursa olsun kalbin alâkasına onlar lâyık değiller” demiyoruz.

Neden sonra bu düşüncelerden sıyrılıp, koltukta olduğumu fark ettim. Daha sonra kaybolan yıllar bir bir gözlerimin önünden gelip geçti. Sanki yaşanılan yıllar dün gibiydi.

Uzun yıllar olmuştu Birinci Ağabeyi tanıyalı. Ama onunla hizmet adına tanışmamız 1991 yılında Almanya’nın Duisburg şehrinde olmuştu. Ben Duisburg’a 15 günlüğüne gitmiştim. Birinci Ağabeyle orada karşılaştım. Bana “Ne zaman İstanbul’a döneceksin?” demişti. Ben de “Ağabey, birkaç gün sonra döneceğim” dediğim zaman, “Yok öyle, hizmet etmeden kolay kolay gitmek yok” demişti. O zaman oğlum daha çok küçüktü ve rahmetli anneme bırakmıştım.

“Ağabey, olmaz, oğlum çok küçük, anneme bıraktım” dediğim zaman çok sinirlenmiş “Oğlan kız olmaz kardeşim öyle, bu hizmet zahmet ister, emek ister, fedakârlık ister, sokakta değil annende” demişti.

Bir hafta daha programı uzatmıştı ve kendisiyle beraber Viyana’ya kadar gitmiştik.

O gece Almanya’nın Köln şehrinde kaldık. O akşam hanımlara sohbet ayarlamışlardı. Sohbette bir hanımın tavrı beni çok rahatsız etmiş ve içimden o hanıma kızmıştım. O akşam rüyamda Birinci Ağabey geldi ve bana “Kardeşim, kalbini neden bozuyorsun, bozma” demişti.

Ertesi sabah erkenden eşim, ben, Birinci Ağabey ve şoförümüz özel bir arabayla Viyana’ya yola çıktık ve ben rüyanın o kadar tesirinde kaldım ki rüyamı Birinci Ağabeye anlattım: “Ağabey bana bu gece çok kızdınız” dedim. Bana döndü ve dedi ki: “Kardeşim, kalbini sen de bozma, ben de kızmayayım.” Mesaj alınmıştı.

Yıl 2005. Bu defa, programım Almanya’nın Mainz şehrinde. Birinci Ağabey de Mainz’de. Bizim program gece geç vakit bitti ve biz Stuttgart’a dönmek zorundayız. Yarın erkenden bir programımız daha var. Gecenin üçü ve biz şehre giriyoruz. Artık yoğun programlar, gece yorgunluğundan arabayı kullanan hanım Hamide Öksüz, bir an dalgınlığa gelmiş olmalı ki şehrin içinde hızı 50 olması gerekirken 90’a çıkmış. Hemen flaşlar patladı, radar resimlerimizi çekti. Arkadaş o kadar kötü oldu ki “Kesin hem birkaç puanım gider, hem de burada çok büyük bir suç, ehliyetime el korlar ve üç ay ehliyetim gider” dedi.

Eve geldik, orada bu işleri bilen bir arkadaşa sorduk. O da aynı şeyleri söyledi, “Şehir içinde bu kadar sür'at olmaz. Bunu Alman affetmez, cezanız çok büyük” dedi.

Ben arkadaşa “Üzülme, Allah Kerim” dedim ve Birinci Ağabeyi hemen aradım. Olanları anlattım ve bana söylediği şu: “Korkmayın bir şey olmaz, hizmete devam.” Ama arkadaş “Nasıl olmaz, iki hafta sonra ceza gelir” diye söyleniyordu. Aradan zaman geçti, ne ceza geliyor, ne de en ufak bir ihtar. Sonra anladık ki güya radarda film bitmiş, bizi çekememiş. Arkadaş “Bu, Almanya tarihinde olmaması gereken bir şey” dedi. Onlar varsınlar film bitmiş desinler, hayatını iman ve Kur’ân hizmetine vermiş Bediüzzaman’ın talebesi “Korkmayın, hizmet için yollara düşmüş insanları engelleyecek resimler, melekler tarafından yırtılmaz mı?” diyordu.

Mayıs ayında ben Almanya’ya program için gitmiştim. Ortalık çok sıcaktı. Beni programlara götüren Hamide Hanımla aramızda şöyle tatlı bir tartışma geçiyordu. Hamide Hanım diyordu ki: “Ortalık çok sıcak, ferahlarsın, sana dondurma alayım.” Ben ise “Hayır, yemem, şüpheli olan şeylerden kaçmak lâzım.”

Hamide hanım ise diyordu ki, “Kardeşim, bunlar doğru söyler, varsa katkı maddesi var derler, yoksa yok derler, bunlara inan” diyordu. Ben ise “Hayır yemem” diyordum.

O sıralar Birinci Ağabeyin Viyana’da olduğunu öğrendim. Bir gün baktık, ansızın çıkıp benim misafir olduğum eve geldi. Birkaç gün de onunla beraber kaldık. Hep beraber Mannheim’e gideceğiz.

Arabada gidiyoruz, Birinci Ağabey birden dedi ki: “Kardeşim, şüpheli şeylerden uzak durmanız gerekiyor. Siz şimdi ortalık çok sıcak ferahlayalım diye dondurma yemek isteseniz, bu dondurmada katkı maddesi yok dersiniz, ama katkılı dondurmadan çıkardığı kaşıkla sana vermeye kalkışır ve az da olsa sen yemiş olursun, en iyisi mi burada dondurma yemeyin” dedi. Hamide hanım, arabanın aynasından bana bakarken işaret ettim, tamam mesaj alınmıştır. “Demek ki Viyana’dan Birinci Ağabey bunu bize söylemek için gelmiş” dedik.

Birinci Ağabeyin bende o kadar çok hatıraları var ki... Bir gün Kadıköy’de vitrinde bir kıyafet beğendim. Mağazaya girdim, "Şu vitrindeki kıyafeti alabilir miyim?" dedim. Tezgâhtar “O tek kaldı, şu an vitrini bozamayız, birkaç gün sonra gelin verelim” dedi.

O akşam bize Birinci Ağabey geldi. Yemekler yenildi, çaylar içildi ve hemen iman hakikatlerine, sohbete başladı. Sohbet ederken bir ara bana bakarak dedi ki: “Kardeşim, dünya fani, vitrinde gördüğünüz bir kıyafeti beğenip de onu düşünmeyin, alın, aklınız onda kalmasın” demez mi? Ben de “Ağabey alacaktım ama adam vitrini bozmadı” dedim.

Bir gün yine rahmetli ağabeyimiz bize gelmişti. Eşim, “Birinci Ağabey yesin” diye kiraz almış, dolaba koymuş, bana söylemeyi unutmuş. Ben de fark etmemiş olacağım ki, Birinci Ağabey hem sohbet ediyor, hem de kiraz misâli veriyordu. Bir değil, iki değil. Eşim beni hemen mutfağa çağırdı “Ben Birinci Ağabeyin yemesi için kiraz almıştım, onu bize hatırlatıyor” demişti.

Yaptığı sohbetlerde aile efradının ne sıkıntısı varsa onun üzerinde sohbet eder, herkesin içini okur, teker teker ihtar ederdi. O, sohbet ederken herkes göz göze bakışır, tasdik ederdik.

Hani Bediüzzaman diyor ya: “Kerâmetin izharı, zaruret olmadan zarardır. İkramın izharı ise, bir tahdis-i nimettir. Eğer kerâmetle müşerref olan bir şahıs, bilerek harika bir emre mazhar olursa, o halde eğer nefs-i emmâresi bâki ise, kendine güvenmek ve nefsine ve keşfine itimad etmek ve gurura düşmek cihetinde istidraç olabilir. Eğer bilmeyerek harika bir emre mazhar olursa: Meselâ, birisinin kalbinde bir sual var. İntâk-ı bilhak nev'inden ona muvafık bir cevap verir; sonra anlar. Anladıktan sonra kendi nefsine değil, belki kendi Rabbisine itimadı ziyadeleşir ve ‘Beni benden ziyade terbiye eden bir Hafîzim vardır’ der, tevekkülünü ziyadeleştirir. Bu kısım, hatarsız bir kerâmettir”

Demek ki onun bize kerâmet göstermesi bir zaruretti, ama o hiçbir zaman onu kendi nefsinden bilmiyordu.

—Devam edecek—

Esra Nuray SEZER

14.04.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004