Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 03 Ağustos 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Aya gelince, onun için de menziller takdir ettik ki, kurumuş hurma dalının ince yay halini alıncaya kadar incelir.

Yâsin Sûresi: 39

03.08.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

İki Müslüman musafaha ettiklerinde daha elleri birbirinden ayrılmadan günahları bağışlanır.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 303

03.08.2007


Kuraklık, yağmur namazı ve duâsının vaktidir

(Bana hizmet eden küçücük bir

Risâle-i Nur talebesinin çoklar

nâmına sorduğu suâline cevaptır.)

Suâl: Üstadım, yağmur duâsı ve namazın neticesi görünmedi, faydasız kaldı. İki üç defa bulut toplandı, yağmur vermeden dağıldı. Neden?

Elcevap: Yağmursuzluk, bu çeşit duâ ve namazın vaktidir, illeti ve hikmeti değil. Nasıl ki güneş ve ayın tutulması zamanında Küsuf ve Husuf namazı kılınır ve güneşin gurubuyla akşam namazı kılınır; öyle de, yağmursuzluk, kuraklık, yağmur namazının ve duâsının vaktidir. İbadet ve duanın sebebi ve neticesi emir ve rıza-i İlahidir, faydası uhrevîdir. Eğer namazdan, ibadetten dünyevî maksatlar niyet edilse, yalnız onlar için yapılsa, o namaz battal olur. Meselâ, akşam namazı güneşin batmaması için ve husuf namazı ayın açılması için kılınmaz. Öyle de, bu nevî ibadet, yağmuru getirmek için kılınsa yanlış olur. Yağmuru vermek Cenâb-ı Hakkın vazifesidir. Biz vazifemizi yaptık; Onun vazifesine karışmayız.

Gerçi yağmur namazının zahir neticesi yağmurun gelmesidir; fakat asıl hakiki, en menfaatli neticesi ve en güzel ve tatlı meyvesi şudur ki: Herkes o vaziyetle anlar ki, onun tayınını veren babası, hanesi, dükkânı değil; belki onun tayınını ve yemeğini veren, koca bulutları sünger gibi ve zemin yüzünü bir tarla gibi tasarrufunda bulunduran bir Zat, onu besliyor, rızkını veriyor. Hatta en küçücük bir çocuk da, daima aç olduğu vakit validesine yalvarmaya alışmışken, o yağmur duâsında, küçücük fikrinde büyük ve geniş bu mânâyı anlar ki: Bu dünyayı bir hane gibi idare eden bir Zat, hem beni, hem bu çocukları, hem validelerimizi besliyor, rızıklarını veriyor. O vermese, başkalarının faydası olmaz. Öyleyse Ona yalvarmalıyız der, tam imanlı bir çocuk olur.

Emirdağ Lâhikası, s. 31

Bediüzzaman Said NURSÎ

03.08.2007


Muhabbet (2)

Anne babamızı şefkatle donatıp bizi onların elleriyle terbiye ettiren Hikmet ve Rahmet hesabına onlara muhabbet, Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetine aittir. Bunun en büyük delili ise, onlar ihtiyar olup faydadan çok bizi zahmete attıklarında dahi daha ziyade muhabbet ve merhamet ve şefkat etmektir. Çünkü zahmet başladığında muhabbetin bitmesi gerekirdi.

Eğer lillah için olmazsa bundan hem anne-babamız, hem kendimiz zarar görürüz.

Anne babanın evlâtlarını o Zât-ı Rahîm-i Kerîm’in hediyeleri olduğu için şefkat ve merhametle sevmesi de Hakk’a aittir. Bunun ise delili evlâdın vefatında sabır ve şükürdür. Meyusane feryat etmemektir. Eğer şükür ve sabır gösterilmezse ve evlâdının asıl sahibinin Cenâb-ı Hak olduğunu kabul etmezse, bundan şiddetli azap duyar. Bîçâre kalbi bunu kaldıramaz. Yani Cenâb-ı Hak namına evlâdını sevmezse, evlâdının firakından (ki kaçınılmazdır) şiddetli azap duyar.

Hem refika-i hayat (eş), rahmet-i İlâhiye’nin lâtif bir hediyesi olduğu cihetle sevilir, muhabbet edilir. Fakat fani olduğu için çabuk bozulan hüsn-ü sûretine (dış güzelliğine) muhabbet bağlanmamalı. Belki refika-i hayatın en cazibedar, en tatlı güzelliği kadınlığa mahsus olan letafet içindeki hüsn-i sîrettir (ahlâk güzelliği) ve nuranî şefkatidir. Cemal-i şefkat ve hüsn-i sîret âhir hayata kadar bırakın azalmayı, katlanarak ziyadeleşir.

Bu konuya Üstad Hazretleri ayrıca ahirete imanın faydalarından bahsederken değinmiştir. Refika-i hayat ile olan münasebet ve şefkat ve karabet ve muhabbet kısacık bir ölçüyle değil ahiret gibi sonsuz bir beraberlik ile ölçüldüğünde muhabbet daha ziyadeleşir.8 Sözgelimi biz bir yolculuğa çıktığımızda yolculuk süresine göre yanımızda oturan yabancı kişiye hürmet ederiz. Yolculuk süresi ne kadar uzarsa, edilen hürmet o derece artar. İşte hüsn-i sûret belli ve kısa bir ömrü olduğundan ona olan muhabbet de o derece kısa ve az olur. Diğer şekilde olan hüsn-i siret uzun bir süre, hatta ebediyete kadar devamı olduğundan ona olan muhabbet, ömrü uzun olması hasebiyle katlanarak artar.

Ehl-i Beyt’e muhabbet

İki kısımdır:

Biri: Mânâ-yı harfiyle, yani Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hesabına, Cenâb-ı Hak namına, Hazret-i Ali ile Hasan ve Hüseyin ve Âl-i Beyti sevmektir. Şu muhabbet, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın muhabbetini ziyadeleştirir, Cenâb-ı Hakkın muhabbetine vesile olur. Şu muhabbet meşrûdur, ifratı zarar vermez.

İkincisi: Mânâ-yı ismiyle muhabbettir. Yani bizzat onları sever. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmı düşünmeden, Hazret-i Ali’nin kahramanlıklarını ve kemâlini ve Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in yüksek faziletlerini düşünüp sever. Hattâ Allah’ı bilmese de, Peygamberi tanımasa da, yine onları sever. Bu sevmek, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın muhabbetine ve Cenâb-ı Hakkın muhabbetine sebebiyet vermez. Hem ifrat olsa, başkaların zemmini ve adâvetini iktiza eder.9

Birinci muhabbette insan istediği kadar sevsin, kimsenin adavetine sebep vermez; çünkü Cenâb-ı Hakk namına bir sevmektir. İfratı zarar vermez.

Ancak ikinci muhabbet olan Ehl-i Beytin şahsı sevilirse yani Cenâb-ı Hak ve Resulullah nâmına sevilmezse, başkalarının adavetine sebebiyet verir. Hem Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetine de sebebiyet vermez, liyakati de olmaz.

Aynı şey kemal sahibi büyük zatlar için de geçerlidir. Abdulkadir-i Geylânî Hazretleri, İmam-ı Azam, Üstad Hazretleri...

Gayr-ı meşrû muhabbet

Cenâb-ı Hak hesabına ve Onun namına, Onun bir âyine-i esmâsı olmak cihetiyle muhabbet etmek lâzımken, bazan o zâtı, o zat hesabına, kendi kemâlât-ı şahsiyesi ve cemâl-i zâtîsi namına düşünüp, mânâ-yı ismiyle sever. Allah’ı ve Peygamberi düşünmeden yine onları sevebilir. Çünkü Cenâb-ı Hakkın esması o zatta tecellî etmiştir. Bu muhabbet, Muhabbetullah’a vesile değil, perde oluyor. Mânâ-yı harfî ile olsa, Muhabbetullah’a vesile olur, belki cilvesidir denilebilir.

Gayr-ı meşrû muhabbetin âkıbeti, mükâfatı, mahbubun gaddârâne adâvetidir.

Muhabbet ve adavet

Muhabbetin zıttı, adâvettir (düşmanlıktır) diyebiliriz. Ziya (ışık) ve zulmet (karanlık) gibidirler. Hangisinin etkisi ziyade ise, o hakikatiyle kalbde bulunacak; onun zıddı hakikatıyla olmayacak. Meselâ, muhabbet hakikatiyle bulunsa, o vakit adâvet şefkate, acımaya inkılâp eder. Ehl-i imana karşı vaziyet budur. Veya adâvet hakikatiyle kalbde bulunsa, o vakit muhabbet, mümaşat ve karışmamak, zahiren dost olmak sûretine döner. Bu ise tecavüz etmeyen ehl-i dalâlete karşı olabilir.10

Evet, muhabbetsiz hayat hayat olamaz, bunun aksini de kimse iddia edemez. Ancak aşk, çok tehlikeli bir şeydir. Çünkü burada akıl bir derece hükmünü kaybetmiştir. Tamamen duygular hâkimdir insana. Bu durumda insana her şey yaptırılabilir. Kişiye “öl” deseniz ölebilir. Çünkü burada akıl işlemiyor, duygular işliyor.

“Yaşasın sıdk! Ölsün yeis! Muhabbet devam etsin! Şûrâ kuvvet bulsun! Bütün levm ve itâb ve nefret, hevâ hevese tâbi olanlara olsun. Selâm ve selâmet, Hüdâ’ya tâbi olanlar üstüne olsun. Âmin.”

“Bütün firaklardan gelen feryatlar, aşk-ı bekadan gelen ağlamaların tercümanlarıdır.”

“Muzaaf ihtiyaç, iştiyaktır. Muzaaf iştiyak, muhabbettir. Muzaaf muhabbet dahi aşktır.”

Dipnotlar:

8- On Birinci Şua, s. 201

9- On Dokuzuncu Mektub, s.107

10- Yirmi İkinci Mektub, s. 254

Said KURT

03.08.2007


Şahitleri, Muzaffer Arslan’ı anlatıyor

Rahmi Erdem’in kitabından:

“Av. Gültekin Sarıgül’ün sitayişle bahsettiği 1960’lı yılların kahraman talebelerinden Nazım Ocak, katıldığı ilk derslerden birinde, Muzaffer Arslan’ın ağzından Beşinci Şuâ dersini dinler. Bu dersi Nazım Ocak bakınız nasıl anlatıyor: ‘Hayatımı ilgilendiren o satırlar Muzaffer Arslan Ağabeyin ağzından döküldükçe kalbimin, aklımın ve ruhumun en ücrâ köşeleri etkileniyordu. O gece çok şey değişmişti. Ben de bayağı değişmiştim. Hayata yeni atılmıştım; dünyaya niçin ve neden geldiğimin sırrı tebarüz etmişti.’

“O geceyi de bu ulvî sohbette geçiren Nazım Ocak eve döner. İsmini dahi üç gün sonra öğrendiği bu ağabeye bir yemek vermek için hazırlanır. Üçüncü gece yine aynı evde İktisat Risâlesi okunur. Ve mevcut eserlerden alır. Ders sonrası bu ağabeyle tanışmak için yanına ulaşır, elini öpmek ister. Elini öptürmeyen Muzaffer Arslan abi ile kucaklaşır.

“Nazım Ocak bakınız Muzaffer Arslan’ı nasıl tarif ediyor:

‘Bize 15 gece ders okuyan, yılmayan, korkmayan bir cesaret âbidesi nur naşiri, nur talebesi bir kahraman.

‘Risâle-i Nurları ilden ile, dilden dile taşıyan, az bir nafakaya razı olarak diyar diyar koşup bu ulvî hakikatları bu nurlu kitapları yılmadan, sebatla, feragatla dağıtan Erzurum’un İspir kazasında doğmuş, Bediüzzaman Said Nursî’ye teslim olmuş ve sahabe-misâl bir aşkla dolaşan bu zat Muzaffer Arslan idi.’

“Bundan sonra Muzaffer Arslan öz ağabeyim olmuştu” diyen Nazım Ocak, her yıl Sivas’a gelen, 15 gün misafir olan Muzaffer Arslan’dan çok istifade eder. Artık nurları okumaya başlayan Nazım Ocak, DDY işine de devam eder.

“Muzaffer Arslan ağabeyin gelmesi ile hareketlenen Nazım Ocak ve birkaç arkadaşı 15 lira aylıkla bir ev kiralarlar. Evlerden topladıkları eskimiş sergileri bir hasır alıp eve sererler. Bir odun sobası temin edip Sivas’ın o şiddetli soğuğunu bu derslerin harareti ile tadil etmeye çalışırlar...”

(Rahmi Erdem, Bediüzzaman ve

Talebelerinin Hukuk Mücadelesi)

***

Fethullah Gülen anlatıyor:

“Kırkıncı Hoca, bana, ‘Selahaddin ve Hatem’e Bediüzzaman Hazretlerinin yanından birisi gelmiş, akşam sohbet yapacak, oraya gidelim’ dedi. Teklifini hemen kabul ettik. Çünkü Bediüzzaman’ın yanında bulunmuş bir insanı ilk defa görecektik. Bu da bizim için çok cazib ve orijinal bir hadiseydi.

“Mehmed Şergil’in terzi dükkânına geldik. Burası, iki kilimden biraz daha genişçeydi. İlk gece veya ikinci gece orada bulunanlardan aklımda kalan isimlerden bazıları, Mehmed Şevket Eygi, Esat Keşafoğlu ve Osman Demirci’dir. Şevket Eygi, yedek subaylık yapıyordu. Esad Keşafoğlu ise o sırada üsteğmendi. Bediüzzaman Hazretleri, Muzaffer Arslan’a ‘Şark’ı bir dolaş gel’ demiş, o da Sivas, Erzincan ve Erzurum’u dolaşmaya gelmişti. 15 gün kadar Erzurum’da kaldı. İlk gece Hücumat-ı Sitte okundu. Ertesi gün Beşinci Şuâ’dan ders yapıldı. Bizimle gelen mollalardan bazıları, oradaki te’villere itiraz ettiler ve bir daha gelmediler. Fakat anlatılanlar beni iyice sarmıştı. Bilhassa Muzaffer Arslan’ın bir sahabe hayatı yaşaması, sadeliği ve samimiyeti bana çok tesir etti. Ben zaten sahabe aşığı bir insandım. Onu görünce, işte aradığım insanları buldum, dedim ve bir daha da ayrılmayı düşünmedim.

“Muzaffer Arslan’ın pantolonunun iki dizi de yamalıydı. Ceketi de işte ona göreydi. Tabiî ki bu sadelik bana apayrı duygular ilham ediyordu.

“Ayrıca ibadette derinlik vardı. Namaz kılışları, duâ edişleri bana bambaşka görünmüştü...”

(Fethullah Gülen, Küçük Dünyam)

03.08.2007


Adamı nasıl bilirsin?

Hz. Ömer (r.a.) bir dâvâda, meseleyi bilen birisinin şahitliğini aradı. Bir adam çıkıp geldi ve şahitlikte bulunabileceğini bildirdi. Hazret-i Ömer (ra) ona:

“Ben seni tanımıyorum, seni tanıyan birini getir,” dedi.

Orada bulunanlardan birisi:

“Ya Ömer! Ben onu tanıyorum,” deyince Hz. Ömer,

“Adamı nasıl bilirsin?” diye sordu. Adam:

“Emin ve âdil bir adam olarak tanıyorum,” cevabını verdi.

Hz. Ömer (r.a.) sorularını sürdürdü:

“Bu adam gecesini gündüzünü bildiğin, yakın bir komşun mudur?”

Adam:

“Hayır,” dedi. Hz. Ömer (r.a.):

“Alış veriş yaptığın bir kimse midir?” dedi. Adam:

“Hayır,” dedi.

Hz. Ömer (r.a.);

“Bununla yolculuk yaptın mı?” diye sordu.

Adam bu soruya da:

“Hayır,” cevabını verince, Hz. Ömer (r.a.):

“Sen onu tanımıyorsun,” dedi ve adama dönerek,

“Git, seni tanıyan birini getir,” buyurdu.

Süleyman KÖSMENE

03.08.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri