Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 13 Ağustos 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Ali FERŞADOĞLU

Mihengimiz Risâle-i Nur ise…



Gerek telefon, gerek e-mail ile arayan muhterem okuyucularımızın, siyasî çizgimiz hakkındaki düşünceleri üç noktada yoğunlaşıyor:

1- “Sizlerin ve diğer yazar kardeşlerimizin sürdürmüş olduğu yayın politikasını ve çizginizi büyük bir iftiharla takip ediyoruz. Sizleri can-ı gönülden destekliyor ve tebrik ediyoruz. Sizlerin şerefli ve tutarlı bir şekilde ortaya koymuş olduğunuz bu isabetli tutumunuzdan rahatsız olanlar olabilir. İnşallah zaman içinde meseleler anlaşılır.” (Yusuf C./Emekli öğretmen)

2- “Bu konuları yazmayın kardeşim, bize zarar veriyor, arkadaşlarımızı, dostlarımızı kaçırıyoruz.” (S. B./Esnaf)

3- “Siyasî duruşumuz temelde isabetli, ancak üslûpta ifrat ediyoruz, biraz daha ılımlı olmalıyız. Her söylediğimiz doğru olmalı, ama, her doğruyu her yerde söylemek doğru değildir…” (Celal S./Emekli öğretmen)

Elbette bu üç görüş de muhteremdir, saygı duymak mecburiyetindeyiz. Zira, hepimizin gayesi, derdi, gayreti Risâle-i Nur’u anlamak, anlatmak, yaymaktır. Hatta ben bu durumu, Asr-ı Saadet’te, Peygamberimizin (asm) irtihalinden sonra ortaya çıkan üç görüşün yansıması olarak görüyorum:

Sahabilerden bir grup; “Halife Muhacirlerden olmalı!”, diğeri, “Ensardan olmalı”, üçüncü grup ise, “Bir Muhacirlerden, bir de Ensardan seçilmeli” görüşünü savunuyor ve tartışıyorlardı. Sonra, malûm o zamanın şartlarına göre “biat” seçimiyle, “Muhacir’den, Kureyş’ten Hz. Ebûbekir (ra) seçildi ve muhalif düşüncede olanlar omuz omuza vererek hizmetlerine devam etti.

“Tek doğruyu, tek güzeli” değil, “daha doğruyu ve en güzeli!” aradığımıza göre de elbette teferruâtta farklı yaklaşımlar, değişik bakış açıları ve üslup olacaktır. Ki, bu meşveretin, fikir hürriyetinin, demokrasinin gereğidir. Hatta, Ehl-i Sünnet mezhepleri içinde inanç konularında (Eş’âri ve Matüridî); ibadetlerde ve muamelatta (Hanbelî, Malikî, Şafiî, Hanefî) farklı bakış açıları, kimi zaman zıt görüşlerin bulunduğunu biliyor, yaşıyoruz. Bu farklılıklar, coğrafyanın/iklimin, şartların, imkânların, mekânların tabiî bir sonucudur. Ve bu farklılıklar güzelliktir, zenginliktir. Dolayısıyla siyasî görüş ve üslûpta da tek bakış açısı, tek kalıp beklenmemeli.

Farklı bakış açılarına saygı duymak başka; hepsini yansıtmak başkadır. Üstelik bu imkânsızdır. Ancak, “Bunları kimin baskısı ve etkisiyle yazıyorsunuz?” diyen bir anlayış kabul edilebilir değildir. Hepimiz, herkesten, her şeyden olumlu, olumsuz, az veya çok etkileniriz. Beşeriz, bazen veya birçok kere şaşarız. Öte yandan, benim bakış açım, düşüncelerimin falanca; sizinki filanca ile örtüşmesi neden baskı olsun! Veya sizin etkinizde kalırsam iyi de, başkasının etkisinde kalırsam niye fena? Öyle ise, mihengimiz, müessirimiz Üstad olmalı. O da:

“Hakkın hatırı âlidir; hiçbir hatıra fedâ edilmemek gerektir”1 “Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz”2 demiyor mu? Gayet tabiî ki, bu telkini verirken, salkımları yutmayacağım; kendim için de düşüneceğim. Öyle ise, birbirimizi mihenge vurmalıyız!

Burada önemli gördüğüm şu noktayı ifade etmem gerektiğini düşünüyorum: Konjonktürel olan “siyâsî inkılâbât”lara bakıp acele kararlar vermemeliyiz. Bunun siyasî tarihimizdeki örnekleri çoktur. Ancak, 1992-95 yıllarını hatırlayınız. RP yükselişe geçmiş ve birinci parti olmuştu. Bugünkü çalkantılı, sarsıntılı havanın aynısı o gün de vardı. Hatta, omuz omuza hizmet ettiğimiz, yazdığımız bazı arkadaşlarımız ısrarla RP’nin desteklenmesi gerektiğini savunmuştu…

Her ne olursa olsun, hangi düşünceyi taşırsak taşıyalım; gayemiz, gayretimiz Kur’ânî ve Sünnetî ölçüleri veren Risâle-i Nur’u özümseyerek etkisinde kalmak, ölçülerini benimsemek, azamî sadakat ve sebatla bağlanmak değil mi? Biz, elimizden geldiğince yorumlarımızın da kaynağını Risâle-i Nur’dan vermeye çalışıyoruz. Bununla birlikte, ister temelde, ister üslûpta hata yapalım; hepimiz şu ölçülerin tesirinde kalarak değerlendirmeli değil miyiz?

- İktidarın, falan veya filan partinin hatırı için hakkın ve ehl-i hizmetin hatırını kırmamalıyız.

- En müthiş maraz ve musibetimiz, cerbeze ve gurura istinad eden tenkittir. Tenkidi eğer insaf işletirse, hakikati rendeçler/parlatır. Eğer gurur istihdam etse, tahrip eder, parçalar.3

- Bir şahıs, kendi namına hazm-ı nefs eder, tefahur edemez. Millet (ve cemaat) namına tefahur eder, hazm-ı nefs edemez.4

- Sakın! Dikkat ediniz, ihtilâf-ı meşrebinizden ve zayıf damarlarınızdan ve derd-i maişet zaruretinizden ehl-i dalâlet istifade edip, birbirinizi tenkit ettirmeye meydan vermeyiniz. Meşveret-i şer’iyeyle reylerinizi teşettütten (düşüncelerinizi, görüşlerinizi dağılmaktan) muhafaza ediniz. İhlâs Risâlesinin düsturlarını her vakit göz önünüzde bulundurunuz. Yoksa, az bir ihtilâf bu vakitte Risâle-i Nur’a büyük bir zarar verebilir.5

- Bu hizmet-i Kur’âniyede bulunan kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların üstünde faziletfuruşluk nev’inden gıpta damarını tahrik etmemektir. Çünkü nasıl insanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkit etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalb ruhun ayıbını görmez. Belki birbirinin noksanını ikmal eder, kusurunu örter, ihtiyacına yardım eder, vazifesine muavenet eder. Yoksa o vücud-u insanın hayatı söner, ruhu kaçar, cismi de dağılır.6

- Sizler her zamandan ziyade bu fırtınada tesanüdünüzü ve ittihadınızı ve birbirinin kusuruna bakmaması, birbirini tenkit etmemesi, Risâle-i Nur’un vazife-i kudsiye-i imaniyesi hesabına mükellef ve muhtaçsınız. Sakın birbirinizden gücenmeyiniz ve tenkit etmeyiniz. Yoksa az bir zaaf gösterseniz, ehl-i nifak istifade edip sizlere büyük zarar verebilirler.7

- Uhuvvet için bir düsturu beyan edeceğim ki, o düsturu cidden nazara almalısınız: Hayat, vahdet ve ittihadın neticesidir. İmtizaçkârâne ittihad gittiği vakit, mânevî hayat da gider. Tesanüd bozulsa cemaatin tadı kaçar.

- Sakın birbirinize tenkit kapısını açmayınız. Tenkit edilecek şeyler kardeşlerinizden hariç dairelerde çok var.8

- Demek, bu dünyada o adâlet-i İlâhiye noktasında muâmele gerektir. Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına kemiyeten (sayısal olarak) veya keyfiyeten (nitelik olarak) ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstehaktır. Belki, kıymettar birtek hasene ile, çok seyyiâtına nazar-ı afla bakmak lâzımdır.”9

- Nefis ve şeytan, sizi, kardeşinize karşı itiraza ve haklı olarak tenkide sevk ettiği vakit, deyiniz ki: ‘Biz, değil böyle cüz’î hukukumuzu, belki hayatımızı ve haysiyetimizi ve dünyevî saadetimizi Risâle-i Nur’un en kuvvetli rabıtası olan tesanüde feda etmeye mükellefiz. O bize kazandırdığı netice itibarıyla dünyaya, enaniyete ait her şeyi feda etmek vazifemizdir’ deyip nefsinizi susturunuz. Medâr-ı nizâ bir mesele varsa meşveret ediniz.10

- Taassup yerinde hak; ve safsata yerinde bürhan; ve tadlil-i gayr yerinde tevfik ve tatbik ve istişare ederse, dünya birleşse, hak olan mezhep ve mesleğini bir parça tebdil edemez. (Bu meseleyi biraz açarsak; taassup, bir şeye körü körüne yapışmaktır. Kişi, taassup değil gerçeğe, saçma-sapan gerekçelere değil delillere dayanıp; başkasını sapıklıkla suçlamaz, istişare ederse kimse onu yolundan caydıramaz.) Nasıl ki, zaman-ı saâdette ve Selef-i Salihîn zamanlarında hükümfermâ hak ve bürhan ve akıl ve meşveret olduklarından, şükûk ve şübehatın hükümleri olmazdı.11

Bu ölçüleri ve prensipleri üst üste, ehl-i hizmetin hizmetlerini ve hatalarını alt alta koyup; “Ey imân edenler! Adalet üzere olun ve Allah için şahidlik edin. Kendi aleyhinize veya anne ve babanızla akrabalarınızın aleyhine olsa bile. Hakkında şahidlik ettiğiniz kişi, zengin de olsa, fakir de olsa doğruluktan ayrılmayın. Çünkü ikisini de Allah sizden daha iyi gözetir”12 hükmünce kararımızı infaz edelim!

Dipnotlar:

1. Münâzarât, s. 49.; 2. Münâzarât, s. 49; 3. Hutbe-i Şamiye, s. 147.; 4. Sünûhat, s. 20.; 5. Kastamonu, s. 183.; 6. Lem’alar, 164-165.; 7. Kastamonu, s. 172.; 8. Barla Lâhikası, s. 87.; 9. Mektûbât, s. 354.; 10. Kastamonu Lâhikası, s. 181.; 11. Muhakemat, s. 32. 12- Kur’ân, Nisâ, 135.

13.08.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Yazıları

  (11.08.2007) - Risâle-i Nur’a dönersek...

  (10.08.2007) - Tembellik/uyuşukluk zindanı, ümit ve kader

  (09.08.2007) - Cemaat şuuru ve özeleştiri

  (08.08.2007) - İmtihan, murakabe, muhasebe, özeleştiri!

  (07.08.2007) - Görev şeması ve siyasî bağımlılık

  (06.08.2007) - Adalet-i mahzâ ve siyasî ölçü

  (04.08.2007) - Alışkanlıklarımız

  (03.08.2007) - Eleştiri, adalet, sandığa saygı ve özür

  (01.08.2007) - ABD/NATO tövbe etmiş, “seçimlere hiç karışmamış!”

  (31.07.2007) - Tercihlerimiz ve kuraklık musibeti

 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri