Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 20 Ağustos 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Şaban DÖĞEN

Yaşanan İslâm



Güzellikler dinidir İslâm. Mü’min inandıklarını, öğrendiklerini hayata geçirdiği; yaşadığı zaman bu gün ne kadar güçlü, önemli olurlarsa olsunlar yaşanmadıkça etki ve faydalarını gösteremezler.

İslâm yaşanmak için gelmiştir. Yaşanan İslâm hayat veren İslâmdır. Aksi halde insan mezar-ı müteharrik olmaktan kurtulamaz. Şairin dediği gibi, “Ölüler dini değil, sen de bilirsin ki bu din. Diri doğmuş dipdiri durdukça zemin.”

İslâmın yükseliş dönemleri hiç şüphesiz İslâmın yaşandığı dönemlerdi. Bu yüzden Asr-ı Saadette İslâm bütün haşmet ve heybetiyle arz-ı endam etmişti.

Resûl-i Ekrem (a.s.m.) öncelikle üzerinde durduğu konulardan biri de öğrenilenlerin yaşanmasıydı. Kur’ân-ı Kerim öğrendiklerini uygulamayanları kitaplar yüklenmiş merkeplere benzetmek. (Cuma Sûresi: 5.) ve inandıkları yaşamayanlarını “Başkalarına iyiliği emrettiği halde kendinizi unutur musunuz? (Bakara Sûresi. 44) diye kınamaktadır. Kötülüklere sessiz kalan, birbirlerini kötülükten sakındırmayan kimselerin de Hz. Davut ve Hz. İsa’nın lisanıyla lânetlediklerini belirtti. (Maide Sûresi: 78.) “Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah katında pek büyük bir gazap sebebidir.” (Saf Sûresi: 2-3.)

Allah Resûlü (a.s.m.) bir gün Kuba Mescidince ilim öğrenmekle meşgul olan bir grubun yanına gitmiş. “İstediğiniz kadar ilim öğrenin, Valllâhi uygulanmadıkça hiçbir faydasını göremezsiniz” (Camiu Beyani’l-İlm, 2;3.) buyurur.

Hz. Ali öğrendikleriyle amel etmeyenlere alim demez. (A.g.e, 2:7.) Ebudderda da, “Hakîkî âlim ancak ilmiyle amel eden âlimdir” der. (Hilye, 1;214.) Kıyâmet gününde onun en çak korktuğu husus da, “Bildiklerinle neler yaptın?” sorusuna muhatap olmasıdır. (A.g.e, 1:214.)

İbni Mesud’a göre bildiklerine göre amel eden insan mutlu olur. Amel etmeyenler ise ancak kendilerine yazık etmiş olurlar. (Camiu Beyani’l-İlm, 2:6.)

Mutlu olmak kadar önemli ne var? Kendine yazık etme akıl kârı mı?

20.08.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Allah'ın isimlerini zıtlıklar aynasında bilmek



Ufuk Bey: “Dördüncü Şuânın 6. babının 3. nüktesinde (sayfa 84) “ve kezâ sonsuz kudret sahibi Kadir’in kudret mertebelerine... ilâ ahir..” diye geçiyor. Fakat Âyetü’l-Kübra’nın 2. babının 3. hakikatinin 1. sırrında “Kudret-i İlâhiyenin zâtî olduğu ve mertebelerinin bulunmadığı” yazılmaktadır. Bunları nasıl anlayabiliriz?”

Allah’ın zatı mutlaktır. Bütün kâinatı kuşatmıştır. Zıttı yoktur. Zıttı olmadığı için Allah’ın zatının mahiyetini kavrayamıyoruz. Sadece ‘Allah’ın zatının mahiyetinin, sair varlıkların mahiyetine benzemediğini56 bilmekle yetiniyoruz. Yani Allah’ın zatı maddî değil, rûhî değil, mânevî değil, ışıktan değil, şundan değil, bundan değil! Allah’ın zatının mahiyeti meçhulümüzdür. İşte iman burada devreye giriyor. Nitekim Peygamber Efendimiz (asm), “Cenâb-ı Hakk’ın sınırsız nimetlerini tefekkür ediniz. Fakat Zatının mahiyetini düşünmeyiniz. Çünkü siz ulûhiyetin esrarını keşfedemezsiniz.”57 buyuruyor. Bundandır ki, Üstad Bedîüzzaman Hazretleri Allah’ın zatının mahiyetinin bilinemez ve kavranamaz olduğunu beyan ediyor.58

Allah’ın isim ve sıfatlarına gelince... Tıpkı Allah’ın zatı gibi mutlak, muhit ve bütün kâinatı kuşatmış olmalarıyla beraber, mânâ itibariyle isim ve sıfatların zıtları vardır. Ve biz Allah’ın mutlak isim ve sıfatlarını:

a) Zıtlarını kavrayarak,

b) Zıtlarıyla kendi sıfatçıklarımıza bir sınır çizerek tanıyoruz.

Körlük, görmeme, yetersiz görme, az görme, sınırlı görme gibi görme dereceleri olmasaydı ve bu derecelerle kendi sınırlı görmemizi tanımlamasaydık, Allah’ın mutlak bir sıfatı olan görme sıfatını tanıyamazdık ve kavrayamazdık. Şöyle ki, biz görüyoruz. Görme işinin ne demek olduğunu bizzat görmekle kavrıyoruz. Fakat bizim görmemiz çok kayıtlarla sınırlı. Meselâ uzağı göremiyoruz, çok küçük cisimleri göremiyoruz, çok büyük cisimleri göremiyoruz, engelin arkasını göremiyoruz, ışıksız göremiyoruz, gözsüz göremiyoruz, maddesiz ortamı göremiyoruz, derinliği göremiyoruz, geçmiş olayları göremiyoruz, gelecek olayları göremiyoruz... vs. İşte bu âcizliklerimizle anlıyoruz ki, Allah’ın görmesi tüm kâinâtı, tüm olayları, bütün mekânları, geçmişi ve geleceğiyle tüm zamanları bir anda görebilecek sonsuz bir mertebede bütün varlıkları kuşatmış haldedir. Allah’ın zâtı ve sair isim ve sıfatları gibi, görmesi de kemâl derecededir, eksiklik ve kusurlardan münezzehtir.

Allah’ın sair isim ve sıfatları da kemal mertebede, sonsuzluk ile tüm kâinatı kuşatmış halde ve noksanlıklardan ve kusurlardan münezzeh bulunmaktadır. Biz Allah’ın sınırsız kudretini, kendi sınırlı ve eksikli gücümüzle tanıdığımız gibi, Allah’ın işitmesini, konuşmasını ve sair isim ve fiillerini kendi kusurlu ve eksik fiillerimizle tanıyor ve kavrıyoruz.

Allah’ın bütün isim ve sıfatları zati olduğu için mertebelerden uzaktır. Ama bu isim ve sıfatların varlıklar nezdindeki tecellileri ve cilveleri mertebe mertebedir, derece derecedir.

İşte Allah’ın kudreti (sair sıfatları gibi) zati olduğu için mertebeden uzaktır, hadsizlik, hudutsuzluk ve sınırsızlık içindedir. Fakat sair varlıkların kudretleri mertebelerle çerçevelenmiştir. Çünkü Allah’ın zatî olan kudretine zıddı zarar veremez, güçsüzlük getiremez. Fakat sair varlıkların kudretleri zati olmadığı için, zıtları onlarda noksanlık ve eksiklik sebebi olmaktadırlar. Varlıkların güç ve kudret dereceleri buradan kaynaklanmaktadır.

Bahsettiğiniz Dördüncü Şuâdaki münacatta geçen, “Sonsuz kudret sahibi Kadir’in kudret mertebelerine, sınırsız rahmet sahibi Rahîm’in rahmet derecelerine, mutlak kuvvet sahibi Kavi’nin kuvvet tabakalarına mutlak acz, fakr ve zaafım gibi özelliklerimle bir ölçü oluşum, hayat ve kıymet-i hayat olarak bana kâfidir.”59 cümlesindeki mertebeler, dereceler ve tabakalar için şunları söylemek mümkündür:

1- Bu ifâdeler, Allah’ın söz konusu sıfatları için mecâzî olarak kullanılmıştır.

2- Buradaki mertebeler kemal mertebeleridir. Meselâ kudret için sonsuzluk, hudutsuzluk, sınırsızlık, kemal, zatîlik, kuşatıcılık, ezelî olmak, ebedî olmak, mutlak olmak, muhit olmak... Vb gibi mertebelerden söz edilebilir.

3-Bu ifadeler, Allah’ın hadsiz, sınırsız ve hudutsuz sıfatlarını—hâşâ—acziyetle ve derece ile sınırlamıyor; bu kemal sıfatların tecellilerine, cilvelerine ve eylemlerine mertebe, derece ve tabaka veriyor.

Dipnotlar:

56. Bedîüzzaman, Mektûbât, s. 242

57. Câmiü’s-Sağîr, 2/831

58. Mesnevî-i Nûriye, s. 111

59. Bedîüzzaman, Şuâlar, s. 84

20.08.2007

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Fitnelerden uzak durmak



Sıkıntı ve musibetlerin oluştuğu zamanda herkesin aklına Allah’a sığınmak gelmektedir. Önemli olan rahat ve huzur içinde yaşarken Allah’ı unutmamak ve gaflet içinde yaşamamaktır. Zahiren kaybettiğini gören insanların üzülmesi ve kaybetmenin sebepleri üzerinde düşünmesi adiyattandır. Önemli olan kazandığımız zaman üzülmemiz ve kazanmamızın bizi nerelere götürebileceği üzerinde kafa yormamızdır.

Olaylara çoğu zaman tersinden bakmak gerekmektedir. Sevinmemiz gereken zamanda üzülmek, üzülmemiz gereken zamanda sevinmek doğru bir davranış gibi görünmüyorsa da, aslında bu ters gibi görünen durumlar bizleri hayatın gerçekleriyle kucaklaştıracaktır. Herkesin sevindiği zamanda üzülmek, herkesin üzüldüğü anda sevinmek ancak garip olan insanlara hastır. Bunu başarabilmek de kolay değildir.

Bu dünya hayatında garip olmak çok önemlidir. Bu sebepledir ki garipler Peygamber-i Zişan’ın (asm) övgüsüne mahzar olmuşlardır. O yüce Nebi “Ne mutlu o gariplere” diyerek ahirzamanda garip olmanın ehemmiyetini bize hatırlatmıştır.

Kimseye zarar vermeden ve ahlâkî kuralların dışına çıkmadan hareket etmek gerekir. Yani garipliğimiz insanlara parmak ısırttıran, yüz kızartan gayr-i ahlâkî yaşantı biçimleriyle olmayacaktır. İstenen gariplik, toplumun değer yargılarına ters düşen bir hayat tarzı içine girmek değildir.

Övülen gariplik, kulluk cihetiyle toplumun alışık olmadığı bir hassasiyetle hareket etmek ve kınayıcıların kınanmasına aldırış etmeden Allah’ın rızası dairesinde hayat sürmektir. İstenen gariplik, dünya nimetlerinden istifade etmede diğer insanlardan geri bıraktıran garipliktir. “Zaman değişti, asır başkalaştı” diyenlere aldırmadan manevî değerlerimize ters düşen davranışlardan olabildiğince uzaklaşmak bizi övülen garipler sınıfına yaklaştırabilecektir.

Kılık ve kıyafetleri dindarlığı çağrıştığı halde, dünyanın nimetlerinden istifade etmede sınır tanımayan ve dünyevî meşguliyeti ona uhrevî amelleri ihmal ettiren insanlar garipler sınıfına girmekte zorluk çekerler şüphesiz. Yaşantısı ile görüntüsü aynı olmayan kişileri Allah’ın Resulü (asm) kınamıştır. Görüntüsüyle dindarlığı hatırlatan, ancak yaşantısı görüntüsü gibi olmayan insanlar, Peygamber’in (asm) övdüğü insanlardan çok uzaktırlar.

Kazanmaların insanları şımarttığı zamanlarda zafer sarhoşluğu içine girmeyip, görünürdeki kazanımların devam ettirilmesi ve bu kazanımların kaybetmelerle sonuçlanmaması için tedbir alınması, aklı başında olan her insanın başvurması gereken bir yoldur.

Önemli olan dünyada kavuştuğumuz güzelliklerin bizlere ebedî hayatta da güzellikler kazandırmasıdır. Bize ebedî saadeti kaybettirecek, bizleri Rabbimizin rızasından uzaklaştıracak dünyevî nimetlerden Allah’a sığınmalıyız.

Akil insanlar dünyada kazanırken üzülürler, düşüncelere dalarlar. Çünkü bu dünyada, dünya cihetiyle kazanmanın pek hayra alâmet olmadığı, bunun sonucunda ebedî hayatın tehlikeye girdiği bir vakıadır. Çünkü dünyevî kazanımlar insanları şımartır, onlara gerçek vazifelerini unutturur. Böylece tam kazandığını düşünen birçok insan aslında kaybetmenin girdabına girmiştir.

Dünyanın güzel yaşantıları bizlerdeki şükür duygusunu arttırdığı zaman bizim için kazançtır. Sahip olduğumuz lüks yaşantılar dünyaya olan sevgimizi arttırmamalı. Böyle bir zenginliğin bizim için şeytanî tuzaklarla dolu olduğunu unutmamamız gerekir. Tuzaklara düşmeden dünya malından istifade etmenin yolunu bulmuşsak ve zenginliklerimiz Allah’ın rızasını kazanmamıza vesile olabiliyorsa ne mutlu bize...

Hem dünyayı, hem de ahireti kazanmak kolay değildir elbette. İmkânsız olmayan bir durum da değildir bu halet. Bunu başaran insanlar dünya nimetleriyle ahiret nimetlerini garantilerler. Bunu başarmak, şeytanların bütün planlarını bozmak, nefsin bütün heveslerinin önüne geçmek demektir. Ancak bunu başarmak ateşin ortasında iken yanmamaktır. Bunu başarmak Hz. İbrahim (as) zihniyetini hayatına geçirmek demektir.

Hasılı etrafımızı fitne ateşi sarmıştır. Karşılaştığımız bir çok şey bizi Rabbimizden uzaklaştırmaya çalışmaktadır. Fitne ateşinden korunmak için, dünyada iken Cehennemi yaşamaya başlamış olmamak için çok dikkatli olmamız gerekmektedir.

20.08.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Üstad da “aklını Risâle-i Nur’a karıştırmamış!”



Her düşünce yapısının, her mütefekkirin kendine has bir hizmet stratejisi, bir metodu, bir sistemi, üslûbu vardır. Bediüzzaman’ın Risâle-i Nur ile ortaya koyduğu sistem ve metod ise, muhteşem bir orijinalliğe sahiptir. Dolayısıyla biz, onu kendi kafamıza göre şekillendiremeyiz. Onu kendimize değil, kendimizi ona uyarlamaya çalışmalıyız. Risâle-i Nur hizmetlerini anlamaya çalışmalı, ancak, aklımızı karıştırmamalıyız. Yani, “Üstad o zaman böyle söyledi, ama aslında şöyle de olabilir, böyle yapsak daha uygundur, bugünkü şartlara göre şöyle bir metod izlemeliyiz?” gibi bir yola sapamayız.

“Kafa fenerimizle hareket etmeme” meselesini Zübeyir Gündüzalp’in ifadelerinden de çıkarabiliriz. Ki, Üstad’ın hizmetine girdiği ilk günlerde, “Şunu yap, bunu yap!” diye dört vazife birden verince, Zübeyir Ağabey ilk zamanlar bocalar. Çocukluğundan beri Bediüzzaman’ın yanında yetişen Ceylan Çalışkan’a gider:

“Herhalde Üstadın işini yapamayacağım!” der.

“Üstadın işini yapmak çok kolay. İşine kafanı karıştırmayacaksın, ne demişse onu yapacaksın. Meselâ, Üstad, gece 00:02’de dilekçe yazdırır ve ‘Götür bunu valiye ver!’ derse; sen kafanı karıştırmayacaksın; götürüp vereceksin. Eğer dersen ki, ‘Gece ikide valiye dilekçe mi verilir? Sabah erken kahvaltımı yaparım, sonra valinin evine doğru giderim. Vali evden çıkarken ben de hemen yakalar, mektubu veririm…’ İşte o zaman Üstadın işine aklını karıştırmış olursun. Akıbet beklediğinin tersine olur. Üstad da seni yanında barındırmaz!”1

İşte içtimaî ve siyasî ölçüler dahil, hizmet stratejisinde de yapmamız gereken şey, Risâle-i Nur’un işlerine aklımızı karıştırmamaktır. Yani, kendi görüşümüzü, metodumuzu, düşüncemizi ona yamamak değil; onun çizdiği stratejiyi, eğip-bükmeden, dosdoğru anlamak ve uygulamaktır. Kafamızı karıştıramayız, zira, Üstadın kendisi karıştırmamış; hatta onların kendi eseri olmadığını, zekâsını karıştırmadığını; siyaset dahil, her meselenin kalbine ihtar edildiğini ifade ediyor:

“İman hakikatlerini yazmaya şiddetli bir ihtar-ı gaybî hissettim.”2 “Bu münasebetle iki nokta ihtar etmek kalbime geldi.”, “Bu Ramazan-ı Şerifteki kıymettar vakitleri radyonun malayaniyatıyla zayi etmemesi için manen kalbime kaç defa ihtar edildi ki…”, “Size dört meseleyi beyan etmek kalbime ihtar edildi.”, “Konuşmak lâzım gelmiş diye kalbime ihtar edildi. Bir parça gönderdim. Daha tamamlamaya bir ihtar almadım.”, “Hakikatlerin hizmetine ne vakit ihtiyaç görülse, ihtiyâca göre bir nebze ihsân edilir.”3 “Bu makamda perde indi, yazmaya izin verilmedi. Başka zamana tehir edildi.”4

Dikkat etmemiz gereken diğer bir nokta, yalnızca iman, ibadet, ahlâk, şeriat meseleleriyle değil; Kur’ân ve Sünnet’in içtimaî ve siyasî ölçü, prensip ve hizmet stratejisini de, yine “manevî ihtarlar” alır: “Kalbe ihtar edilen içtimaî hayatımıza ait bir hakikat. Bu içtimaî, siyasî mesele mücmel olarak ihtar edildi.”5

Keza Bediüzzaman, “Kırk seneye yakın siyaseti terk ettiğinden” içtimaî ve siyasî meselelerle ilgilenmediğini, bundan dolayı da İslâm milleti ve İslâm hükümeti (Demokratların iktidarı için kullanıyor) büyük bir tehlikeyi, verilmek istenen zararı göremediğini; “ehl-i siyaset ve cemiyet-i beşeriyeye hamiyetle çalışanlar için bana mânevî bir ihtar edildiğinden Üç Noktayı beyan” eder…

Yine, namaz tesbihatı esnasında, Reis-i Cumhura (Celal Bayar) ve Başvekile (Adnan Menderes’e), “Sizlerin Pakistan ve Irak’la gayet muvaffakiyetkârâne ittifakını tebrik için” kuvvetli bir ihtar ile bunu yazmaya mecbur kaldığını ifade eder.

Bediüzzaman'ın, yazdığı eserleri yüzlerce kez okuması ve aşağıdaki ifadeleri de, Risale-i Nur’un kesin olarak kendi fikrinin ve zekâsının eseri olmadığını gösterir:

“İnsan kusurlardan, nisyandan, sehivden halî değil. Benim bilmediğim çok kusurlarım var; belki de fikrim karışmış, risalede hatalar da olmuş… Risâle-i Nur onun (Bediüzzaman’ın) hüneri olamaz ve onunla iftihar edemez. Belki doğrudan doğruya Kur’ân-ı Hakîm’in bu zamanda bir mu’cize-i maneviyesidir ve rahmet-i İlâhiye tarafından ihsan edilmiştir. O adam, binler arkadaşıyla beraber, o hediye-i Kur’âniyeye el atmış. Her nasılsa birinci tercümanlık vazifesi ona düşmüş. Onun fikri ve ilmi ve zekâsının eseri olmadığına delil:

“Risâle-i Nur’un öyle parçaları var ki; bazı altı saatte, bazı iki saatte, bazı bir saatte ve bazı da on dakikada yazılan risâleler var. Ben yeminle temin ediyorum ki, Eski Said’in kuvve-i hafızası beraber olmak şartıyla, o on dakikalık işi on saatte fikrimle yapamıyorum, o bir saatlik risâleyi iki günde istidadımla, zihnimle yapamıyorum. O altı saatlik risale olan Otuzuncu Sözü ne ben, ne de en müdakkik dindar feylesoflar, altı günde o tahkîkatı yapamaz. Ve hakeza... Demek biz, müflis olduğumuz halde, zengin bir mücevherat dükkânının dellalı ve bir hizmetçisi olmuşuz”.6

“Kalbe ihtar-hatırlatma!”yı kafamıza takmamalıyız. Zira, biz de, “Aklımıza geldi, birden fark ettim, kalbime doğdu!” demez miyiz? Böylesine ilim, zühd, takva sahibi Üstad da, duyguların kumandanı olarak elbette, “kalbine mahiyeti yüksek bir şekilde ihtar!” edilmesi tabiîdir. Hatta “ihtar meselesi” mahkeme ve bilirkişi raporlarında da, suç unsuru olarak bahis mevzuu yapıldığı ve bunu kullanmasının sebebi Risâle-i Nur’da şöyle izah edilir:

“Bir adam kabir kapısında, seksenden geçmiş, kırk seneden beri kendisini inzivaya alıştırmış, yirmi sekiz seneden beri tecrid-i mutlak ve haps ve nefiy içinde bütün bütün dünyadan küsmüş. Otuz beş sene gazeteleri okumamış, dinlememiş. Mukabelesiz ömründe hediye kabul etmemiş, en yakın akrabasından, hattâ kardeşinden hiç mukabelesiz bir şey kabul etmemiş. Hürmetten, teveccüh-ü nastan kaçmak için, halklarla görüşmemek için zaruret olmadan kendine düstur yapmış. Ve bütün dostların medihlerini kendi şahsına almayarak, ya Nurcuların heyetine, ya Risâle-i Nur’un şahs-ı mânevîsine havale etmiş. Ve dermiş:

“Ben lâyık değilim. Haddim de değil. Ben bir hizmetkârım; çekirdek gibi çürüdüm, gittim. Risâle-i Nur ise, Kur’ân-ı Hakîmin tefsiridir, mânâsıdır.”

Hemen herkesin dediği gibi, ‘Hatırıma geldi’, yahut ‘Fikrime geldi’, yahut ‘Fikrime ihtar edildi’ gibi tabirleri herkes istimal ediyor. Benim de bunu söylemekten maksadım bu ki: ‘Benim hünerim, benim zekâm değil. Sünûhat kabilinden’ demektir. Bu da herkesin dediği gibi bir sözdür. Eğer vukufsuz ehl-i vukufun verdiği mânâ ilham da olsa, hayvanattan tut, tâ melâikelere, tâ insanlara, tâ herkese bir nev'î ilhama ve sünûhata mazhar oldukları, ehl-i fen ve ehl-i ilim ittifak etmişler. Buna suç diyen, ilim ve fenni inkâr etmek lâzım gelir.

Beşincisi: ‘Müellif, câzibedar bir fitnenin esiri olmak ihtimali olan bir nesli, Risâle-i Nur’dan medet umanlara verdiği cevaplarla kurtaracağına kanîdir.’7

Son olarak şu hususu da nazara verelim: Bediüzzaman, içtimaî ve siyasî meseleleri de iman perspektifinden ele aldığından; Sözler, Mektubat, Lem’alar ve Şuâlar adında dört temel eser ve bunların bölümleri olan lahikalarla bir bütün olduğunu, “Risâle-i Nur’un kitapları birbirine tercih edilmez. Herbirinin, kendi makâmında riyâseti var ve bu zamanı tenvir eden bir mu’cize-i mâneviye-i Kur’âniyedir.”8 hatırlatmasını yapar.

Dolayısıyla kendi zamanındaki meseleleri hallettiği gibi, istikbaldeki meseleler için de temel şablonlar, formüller verdiğini de, “Lillâhilhamd, Risâle-i Nur, bu asrın, belki gelen istikbâli tenvir edebilir bir mu’cize-i Kur’âniye olduğunu çok tecrübeler ve vâkıalar ile körlere de göstermiş”9 tarzındaki ifadelerinden de anlıyoruz.

Dipnotlar:

1. İbrahim Kaygusuz, Nurun Sadık Kahramanı/Zübeyir Gündüzalp, s. 147-148.; 2. Emirdağ Lâhikası, s. 326, 39, 52, 76.; 3. Lem’alar, s. 364.; 4. Şualar, indeksli, s. 426.; 5. Emirdağ Lâhikası, s. 386-387, 394.; 6. Tarihçe-i Hayat, s. 368.; 7. Emirdağ Lâhikası, s. 361.; 8. Hizmet Rehberi, s. 23.; 9. Kastamonu Lâhikası, s. 6.

20.08.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




Hakan YALMAN

Cumhuriyet, cumhur ve başkanı



Cumhuriyet, cumhurun yönetimde ve kendi geleceğinde söz sahibi olduğu rejimin adıysa, cumhurun başında olanlar, bu topluluğun değer yargılarını yönetime taşımakla ve kamu oyunun genel eğilimlerini idareye yansıtmakla yükümlü olmalıdırlar. Bu noktada idarecinin kendi inançları, inandığı değer yargıları ve zevkleri bir tarafa bırakılmalıdır. Temsil makamında olanlar, temsil konumlarında şahıslarını değil, temsil ettikleri topluluğun değer yargılarını yansıtmalıdırlar. Bu her şeyden önce sağlam bir demokrasi kültürünün gelişebilmesi için elzemdir. Toplumun genel eğilimlerinin idareye yansıtılması problemine ise seçim formülü bulunmuştur. Bu formülün uygulamada olan şekli beğenilebilir ya da beğenilmeyebilir. Ancak, yine demokratik kurallar çerçevesinde değişimi yolunda gayret gösterilirken yürürlükte olduğu sürece herkesi bağlamalı ve sonuçları saygı ile karşılanmalıdır. Kural öyle ama…, orası doğru ancak…, hukukî olarak bir engel olmamakla birlikte… gibi cümlelerle konulmuş kurallara saygı duymadıkça işimize geldiği noktaya kadar kuralları geçerli kabul etmek eğiliminde oldukça gerçek bir cumhur olma ve ideal bir hukuk devleti olma imkânı kalmaz.

Bütün bunlar ve demokrasi ile ilgili sıralanabilecek pek çok şey aslında herkesçe bilinmekte, ancak uygulama alanına gelindiğinde oyun bozanlıklar başlamakta ve buna türlü bahaneler uydurulmaktadır. Bu durumda adı cumhuriyet olan baskı rejimleri uygulanmaktadır. Toplumun değerlerinden çok, belirli konumları ele geçirmiş fertlerin ve çeşitli zümrelerin diktatörlüğü cumhuriyet adı altında yürütülmektedir.

Memleketimizde yürürlükte olan kanunlar çerçevesinde ve temsilî sistem içinde, meşrû yoldan iktidara gelmiş bir meclisin millet vekillerinin çoğunun eşi tesettürlü ise bu hal milletin iradesini de yansıtmaktadır. Bu vekiller daha önce tesettür içinde olmayan eşlerini sonradan tesettüre sokmadıklarına göre, millet de bu halleri ile onlara teveccüh gösterdiğine göre, bu durum milletin tercihidir. Bunu kabullenemeyebiliriz, bize çok ters gelebilir, ama demokrasiyi gerçekten istiyorsak ve cumhurun söz sahibi olmasına taraftarsak gereğini yerine getirmek zorundayız. Merhum Adnan Menderes gibi en uç ölçüde millet iradesine saygı ve itaat olmadıkça cumhuriyetten ve bu şekilde yönetilen bir milletin başı olmaktan bahsetmek mümkün olmasa gerektir.

Milletimizin genel kültür mozaiğini teşkil eden unsurlar içinde manevî ve dinî değerler çok önemli bir yer tutmaktadır. Bayrağımızı teşkil eden kırmızı renk hürriyet, namus, iffet, şeref gibi değerler uğruna akıtılmış kanı sembolize etmektedir. Bu durum söz konusu olduğunda herkesin zihninde çağrışan isimler ise Nene Hatun’lar, Sütçü İmam’lar, yani namusu ve manevî değerleri için hayatını ortaya koyabilmiş insanlardır. Onların kanıyla sulanmış bir bayrağı aynı zamanda iffet ve namusumuzun da temsili olarak algılamalıyız. Aslında tesettürlü olsun ya da olmasın, tesettür herkesin meselesidir. Ailesinde tesettürlü olmayan kimse hemen hemen yok gibidir ve bu mesele siyaset üstü bir meseledir. Milletin iradesinin tecelli yeri Mecliste sergilenen bu manzara aslında milletin genel yapısına da tercüman olmaktadır. Milletin asıl değerlerinin ayaklar altına alınmasından bu milletin hiçbir ferdi fayda göremez ve manevî değerlerin sarsılması topyekûn toplumun sarsılması anlamına gelir. Hayat tarzı, fikrî yapısı ne olursa olsun herkesin toplumun temel manevî değerlerine sahip çıkması bir vatandaşlık borcudur. Bu anlamda ne din, ne de millî değerler belli bir kesimin malı gibi kabul edilmelidir. Bunlar toplumun ortak değerleridir. Ne bir zümre buna sahip çıkmalı, ne de diğer kesim kendi öz değerini toplumun sadece bir kesimine münhasır algılamalıdır.

Şunu artık anlamamız gerekiyor: farklı düşüncede, farklı kültürel yapılarda, farklı felsefeleri olan insanlar olarak bir arada ve huzur içinde yaşamamızın tek yolu herkesin demokrasiyi samimî olarak yaşatmaya çalışmasıdır. Şahsî değerlerini veya mensubu olduğu grubun değerlerini dayatmak yerine, milletin genel iradesine boyun eğmesidir. Bunu neden yapamadığımızı, neden aziz milletimizin hep problemlerle yüz yüze bırakıldığını anlamak mümkün değil. Tesettürlü-tesettürsüz, Alevi-Sünnî, Türk-Kürt hep birlikte el ele şu azametli ve bahtsız memleketin eski ihtişamını kazanmasına ve bahtının açılmasına çalışalım. Cumhurun temsil edildiği makamlar da dahil olmak üzere her makama gelişte değerlendirme kriteri eşinin tesettürlü olup olmaması yerine, o makamın gereklerini yerine getirip getirememe olsun. Toplumumuzun her kesimini ailenin içindeki ayrı fikirler olarak ve biz olarak kabul edelim. Şu kısa dünyada huzur dolu ve her kesimin toplumun geneline hizmet ettiği bir düzen kuralım. Gereksiz ve anlamsız kavgalarla dünyayı kendimize dar hale getirmeyelim.

20.08.2007

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

Kur’ân ayında Kur’ân okuyalım



Yeni Asya’da hizmet kervanı kesintisiz yürüyor. Hayır ve güzellikleriyle manevî iklimimizi şenlendiren Kur’ân ayı Ramazan’ı Kur’ânla karşılıyoruz. Aralarında; Cüz Cüz Kur’ân, Kur’ân Meali, Mealli Büyük Cevşen, Risâle-i Nur’da Hz. Muhammed (asm) ve Safahat gibi değerli eserlerin yer aldığı hediyelerin verildiği kültür kampanyamız yine Kur’ân-ı Kerimle taçlanıyor.

Bediüzzaman Hazretleri, Rabbimizi bize tarif eden üç büyük delilden birinin de ‘Kur’ân-ı Azîmüşşan’ olduğunu söyler.

Ve Kur’ân’ın tarifini yaptığı Sözler adlı eserinde, onu (özetle) şöyle tavsif eder:

Kur’ân,

- Büyük kâinat kitabının ezelî bir tercümesi.

- Görünen ve görünmeyen âlemlerin müfessiri.

- Allah’ın yer ve gökte gizli olan güzel isimlerinin manevî hazinelerinin keşfedicisi.

- Hadiseler altında saklı hakiketlerin anahtarı.

- Gayb âleminin şehadet âlemindeki lisanı.

- Manevî İslâmiyet âleminin güneşi, temeli, planı.

- Ahiret âlemlerinin mukaddes haritası.

- Allah’ın zat, sıfat, isim ve fiillerinin ap açık tefsiri, kesin delili ve parlak bir tercümanı.

- İnsanlık âlemini gerçek mutluluğa ulaştıracak hakikî bir terbiye edici, mürşid ve hidayet edici.

- Şeriat, duâ, hikmet, ubûdiyet, emir ve dâvet, zikir ve fikir kitabı ve bütün insanların manevî ihtiyaçlarının tümüne kaynak olacak bir çok kitabı ihtiva eden tek, kapsamlı, mukaddes bir kitap.

Bediüzzaman Hazretlerinin saymakla bitiremediği ve bizim de ondan istifadeyle sadece birkaç yönünü özetle ifade etmeye çalıştığımız, insanlığa İlâhî bir hediye olarak Ramazan ayında indirilen mukaddes kitabımızı, yine aynı ayda okuyucularımıza hediye etmeyi büyük bir şeref ve iftihar vesilesi biliyoruz.

Her zaman olduğu gibi Kur’ân ayında da en çok okunmaya lâyık olan Kur’ân-ı Kerim’in kıraatiyle ilgili olarak yine Bediüzzaman Hazretleri şöyle der:

“Ramazan-ı Şerifte sevab-ı a’mâl, bire bindir. Kur’ân-ı Hakîmin, nass-ı hadisle, herbir harfinin on sevabı var; on hasene sayılır, on meyve-i Cennet getirir.

Ramazan-ı Şerifte herbir harfin on değil, bin; ve Âyetü’l-Kürsî gibi âyetlerin herbir harfi binler; ve Ramazan-ı Şerifin Cumalarında daha ziyadedir. Ve Leyle-i Kadirde otuz bin hasene sayılır. Evet, herbir harfi otuz bin bâki meyveler veren Kur’ân-ı Hakîm, öyle bir nuranî şecere-i tûbâ hükmüne geçiyor ki, milyonlarla o bâki meyveleri Ramazan-ı Şerifte mü’minlere kazandırır.” (Mektubat, Sayfa 391)

Sevgili Peygamberimiz de “Sizin en hayırlınız, Kur’ân’ı öğrenen ve başkalarına öğretendir” buyurmaktadır.

Kur’ân kampanyamızın bu mânâlara vesile olması dileğiyle...

***

Örnek baskılar hazır

Hediye edeceğimiz Kur’ân-ı Kerim üç senelik bir çalışma sonunda en son teknoloji ile bilgisayar ortamında yazıldı. Hafız Osman hattının bütün özelliklerine sahip olan Kur’ân-ı Kerim 11 kişilik bir heyet tarafından titiz bir incelemeden geçirildikten sonra baskıya hazırlandı. Yeni başlayanlar için önemli bir okuma kolaylığı sağlayan Kur’ân-ı Kerim, emsalleri içinde en okunaklı olanı olarak biliniyor.

Kapağı altın yaldızlı ve lüks sıvama olan Kur’ân, sık ve uzun süreli okumaya imkân tanıyacak şekilde bir cilt dikişine sahip.

Kupon neşrine 13 Eylül’de başlanacak olan Kur’ân-ı Kerim’in, Ramazan’la birlikte okuyucularımızın elinde olması hedefleniyor. Matbaamızın geceli gündüzlü bir mesai ile ilk baskılarını yaptığı Kur’ân nüshaları, kampanya ve tanıtım çalışmaları için hafta sonunda büro ve temsilciliklerimize ulaşmış olacak.

Öte yandan, planlanan reklâm ve tanıtım kampanyası da eş zamanlı olarak başlayacak. Ulusal ve mahallî TV ve radyo reklâmları ile desteklenecek kampanya için gazetelere de ilânlar verilecek, afiş ve el ilânları hazırlanacak. Kampanyamız önde gelen haber portalları ve büyük şehirlerde toplu taşıma araçları ile duyurulacak. Kalabalık meydanlarda abone standları açılacak. ‘Saha çalışması’ yapan büro ve temsilciliklerimize tanıtım materyalleri de en kısa zamanda gönderilecek.

Hepinize hayırlı haftalar diliyoruz.

20.08.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Hollywood tarzı hicap



Gül’ün cumhurbaşkanlığıyla birlikte ikinci (tur) cumhuriyet mi başlıyor? Sözgelimi, El Ahram’ın Ankara Temsilcisi Üsame Abdulaziz’in yorumuna göre gelişmeler bu doğrultuda. Elbetteki bunlar kendi yakıştırmaları değil. Türk basınından da edindikleri intiba doğrultusunda böyle yazıyorlar. Bilindiği gibi, Birinci Cumhuriyet 29 Ekim 1923 tarihinde Mustafa Kemal tarafından ilân edildi. Abdullah Gül de 29 Ekim 1950 tarihinde tevellüt etmiş.

Gerçekten de gerek Necmettin Erbakan, gerek Fethullah Gülen, gerekse Gül’ün doğum tarihleri ile cumhuriyetin önemli günleri arasında önemli sembolik bağlar var. Gül’ün Cumhuriyet bayramı yıldönümünde doğması ve göbek adının Cumhur olması ilişkinin güçlü sembolik taraflarını ortaya koyuyor. Elbette ki bunlar kaderin remzi sayılmalı. Bunlar kaderin remzi olmakla birlikte tamamen bir faziletin işaretçisi de değil. Sözgelimi Recep Tayyip Erdoğan’ın ikinci seçim zaferini Recep ayına denk geldi. Kendi adı da Recep. Bununla birlikte Recep ayı içinde neredeyse gökten bir damla su bile düşmedi. Bu da işin realite kısmı. Bu itibarla, şunu söylemek mümkün, gerçekten de AKP ile Cumhuriyet tarihi ve kadroları arasında güçlü sembolik bağlar var.

Bunlar doğru olmakla birlikte bu sembolizmin dışında AKP’nin manevî muhtevası pek de iç açıcı değil. Hakikatı sembolizmi kadar güçlü değil. Bu sembolizmde elbette ki Hayrunnisa Gül’ün de güçlü bir yeri var. Bu itibarla gerçekten de 11’inci cumhurbaşkanı ve eşi Hayrunnisa birinci cumhurbaşkanına ve eşine benziyor mu? Veya birileri benzetmek mi istiyor? Moheet.com adlı internet sitesi Hayrunnisa Hanım’ın profilini yayınlamış. İçinde bazı yanlışlar da var. Sözgelimi başörtüsü mağduriyetinden dolayı AİHM’e başvurusunu hatırlamış, ama başvuruyu geri çektiğini pek hatırlayamamış. Onu da Mısırlı Üsame Abdulaziz hatırlamış. Moheet adlı internet sitesi dosyasına şu başlığı uygun görmüş: “Mustafa Kemal’in tahtını sallayan kadın...”

Burada yazar laik kesimlerin itirazının Abdullah Gül’den ziyade başörtüsünden dolayı Hayrunnisa Gül’e yöneldiğini ileri sürüyor. Laik kesimlerde bu yorumu reddedenler olsa bile içeride ve dışarıda böyle bir genel kanaat var.

***

Burada ikili bir çığır ve münasebet var. Bir taraftan başörtüsü noktasında Latife Hanım’ı referans alan ve gösteren AKP’li kesimler bu referansla Çankaya’ya çıkmaya hazırlanırken; öbür taraftan da kendi başörtülereni Latife Hanım’ın başörtüsüne veya kıyafetine benzetmeye çalışıyorlar. Bu da kaderin bir başka remzi olsa gerek. Çifte bir gidiş var. Çankaya AKP’ye doğru gelirken AKP de Çankaya’ya doğru gidiyor. Hayrunnisa ile Latife Hanım arasında mukayese tehlikeli bir mukayese sayılabilir. Zira, Latife Hanımınki tamamlanmamış bir serüven. Latife Hanım her nedense Çankaya’ya sığamamıştı ve 2 yıl sonra Mustafa Kemal’le yolları ayrıldı. Kimileri bu akibeti hatırlatarak: “İnşallah Latife ile Hayrunnisa Hanım’ın sonları birbirine benzemez” diye temenni ve niyazda bulunuyor. Evet burada eskilerin tabiriyle Latife Hanıma benzetilen (müşebbehun bih) Hayrunnisa Hanım ise benzeyen (müşebbeh). Dolayısıyla model ile aday arasında bir tenasüp noktası yakalanmaya çalışılıyor. Bunun içinde moda mühendisleri veya modacılar devreye giriyor. Bu bağlamda Atıl Kutoğlu’nun girişimleri hemen yabancı basına aksetmiş durumda. AFP’den de yararlanarak Islamonline.net sitesi hemen konuyu sanal alana taşımış. Şu başlığı kullanıyor: “Hollywood-Style Hijab for Gul’s Wife/Gül’ün eşine Hollywood tarzı hicap’.

Daha önceki yazılardan birisinde de ‘Çankaya tipi tasarım’ başlığı kullanılmıştı. Demek ki; Çankaya tarzı tasarım; ya Latife Hanım’ın eşi Mustafa Kemal ile birlikte geliştirdikleri tarz olan Rusbaşı ya da Grace Kelly tarzı Hollywood ışıltısı. Velhasıl Çankaya’ya doğru yürüdükçe İslâm giderek “light”laşıyor yani içi boşalıyor. Geride hakikatten ziyade sembolizm kalıyor. Sembolizmin ayakları hakikatten kesildiğinde batiniliğe dönüşüyor. Aslında bu sembolizm Hürriyet ve benzeri sekülarist çevreler için yeterli bir gelişme sayılıyor gibi. Onlar Canan Barlas gibi biraz daha rötüşle idare edilebileceği ve değişimin kifayet miktarına ulaşabileceği kanaatindeler. Bu değişim veya gelişim, modacı Atıl Kutoğlu’nun katkılarıyla birlikte başörtüsünde Çankaya revizyonu olarak tanımlanıyor.

***

AFP’ye konuşan Kutoğlu Hayrunnisa Hanım’ın kendisinden Çankaya için türbanı dahil bütün gardrobunu yeniden dizayn etmesini istediğini ifade ediyor. Kısacası, Hayrunnisa Gül Köşk’e Hollywood ışıltıları eşliğinde çıkacak. Aslında bu İslâm dünyasında reformlara kadından başlamak isteyen ABD’nin eğilimlerini de yansıtıyor. Bu çerçevede Afganistan ve Irak’ı dönüştürmüştür. Amerikan işgalinden sonra bu işgalin sosyal boyutu veya ulus inşa etmenin bir yansıması olarak yeni Irak Parlamentosuna kadın eli değmişti. Şimdi Türkiye’de de 23’üncü dönemde 550 vekil arasında 50 bayan vekil var ve bu yüzde 8’e tekabül ediyor. Bölgede Amerikan işgali altındaki Irak’tan sonra en yüksek orana karşılık geliyor. AKP’nin kadın vekil sayısı ise 30’u buldu. Bu noktada tarihî olarak Kemalistlerin bile yapamadığını gerçekleştirdiler. Ülkeyi modernize ediyorlar.

Bütün bunlardan sonra ‘Kesinlikle Çankaya sembolik bir zafer olacaktır’ sözü gerçeğin ifadesi olur herhalde. İçi beni, dışı seni yakar hesabı. AKP’nin içi bizi, dışı kemalistleri yakıyor.

20.08.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

“En sevdiğiniz spor hangisi?”



“En sevdiğiniz spor hangisi?” sorusuna karşılık Türkiye’de her 100 kişiden 71’i, “futbol” cevabını veriyormuş. Bu cevabın eksiği vardır, fazlası yoktur. Çünkü ‘spor’ denilince akla ‘futbol’ geliyor ve “spor ile ilgilenmiyorum” şeklindeki bir cevap da ‘ayıp’ olacağından ilgilenen de, ilgilenmeyen de böyle sorulara karşılık “futbol” cevabını veriyor.

“Spor barıştır, kardeşliktir” denilmek suretiyle gençler futbola yönlendiriliyor. Kâğıt üzerinde belki öyledir, ama gerçekte sporun (tabiî Türkiye şartlarında futbolun) ‘barış ve kardeşlik’ olduğunu söyleyebilmek kolay değildir. Her yıl yüzlerce, bazen binlerce kişi bu yolda yaralanıp, az da olsa ölenler bile oluyor. Peki, buna rağmen ‘futbol kardeşliktir’ diyerek gençleri bu yola sevk etmek doğru mudur?

“Gençleri başka ne ile meşgul edelim?” sorusunu soranlar da vardır. Çaresizlik sebebiyle futbolla meşgul olmak ayrıdır, ‘faydalıdır’ diyerek meşgul olmak ayrıdır. Bu konuda medyanın da büyük sorumluluğu olsa gerek. Sadece spor haberleri için yayınlanan gazeteler bir yana, ‘normal haber gazeteleri’nin de neredeyse yarısı futbola ayrılmış durumda. Böyle olunca, futbolun ‘zararları’ gündeme gelmiyor, gelemiyor.

Peki, gerçekler ne? Futbol sadece ‘oyun’ mudur, yoksa işin ucunda ticarî menfaatler mi vardır? Araştırmalara göre, dünya genelinde futbol için 200 milyar dolar harcanıyor. Bu gerçek karşısında spor kulüpleri şirket, taraftarlar da müşteri haline gelmiş durumda. ([Vestel]Vs dergisi, Temmuz Ağustos-Eylül 2007)

Futbol sektörü, sahip olduğu gelirleri sadece stadyumlardan elde etmiyor. Gişe gelirleri, kulüplerin gelirleri arasında ancak yüzde 30’luk bir nisbet oluşturuyor. Bunun yanı sıra, naklen yayın, logolu ürün satışı ve sponsorlardan gelir elde ediliyor. Futbol, sadece kulüpler için değil, ülkeler ve uluslar arası organizasyonlar için de büyük bir ekonomik gelir anlamına geliyor. Dünya Kupası, Şampiyonlar ligi gibi uluslar arası organizasyonlar ev sahibi ülkeyi bir anlamda ‘ihya’ ediyor.

İhya ediyor etmesine, ama işin içine ‘para’ girdiği anda beraberinde başka şeyler de giriyor. Futbolun temiz olmadığı, işin içine mafyanın girdiği yönündeki iddialar hiçbir zaman sona ermiyor.

UEFA’nın yeni Başkanı ve Fransızların ünlü futbolcusu Michel Platini de, kulüp başkanlarının tavrını eleştirmişti: “Sorun şu ki, (kulüp) yöneticilerİ hep aynı şeyin peşinde: Para, para para!” (Aktüel, 1-7 Şubat 2007)

Paranın ön planda olduğu bir işte, elbette mafya da olur, doping de. Nitekim, futbolda da bu iddialar hiç eksik olmadı. Oynanan herhangi bir maç sonrası yorumlarla ‘kavga’ edenler, bu kavgadan kimin kazançlı çıktığını düşünürse işin sırrı anlaşılır. Futbol kulüplerinin, seyirciyi ‘müşteri’ olarak gördüğünü hiçbir zaman unutmadan, mümkün olduğu kadar bu ‘hastalık’tan da uzak duralım...

Mümkün olduğu kadar!

20.08.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Hassasiyetler üzerine



Cumhurbaşkanlığı seçimleri ile birlikte tesettür, yeniden dikkat çekici bir tepkinin yanı sıra magazinel merakları öne çıkaran bir tarzda medyanın gündemine girdi. Devlet protokolünde halkın temsilcisi ve başkanı konumundaki cumhurbaşkanının eşi, hanımlar içinde “birinci” kabul edilerek “first lady” olmaktadır. Bu tabir, günlük dilimize o kadar mal oldu ki, takdim şekli bile bütün dikkatleri çekmeye yetiyor.

Özellikle cumhurbaşkanı adayı Abdullah Gül’ün eşi tesettürlü olunca, başörtüsü üzerinden yürütülen mücadele, laik kesimde yine amansız bir şekilde gündemi işgal etmeye başladı.

Eski hızlı tüfeklerin, kamuoyunu etkileyen cenahların ve kurumsal tepkilerin daha önceki üsluplarına bakıldığında, bugün için bir tavsama ve zoraki suskunluk fark ediliyor.

Kanayan bir sosyal yara olan başörtü yasağından dolayı eğitim hakkı ve çalışma hayatı elinden alınmış insanların aileleri ve yakın çevreleri ile birlikte milyonlarca insan mağdur edilmiş ve dışlanmıştır. Bu psikoloji etkisi hâlâ etkisini sürdürüyor.

Kenan Evren’in 1986 Ocak ayında Adana’da rektörlerle yaptığı bir toplantı akabinde başlayan üniversitelerde başörtüsü yasağı, zaman zaman genişleyerek, bazen de gerileyerek gündemdeki sıcaklığını hep korudu.

Yıllar sonra 1995’te Erbakan’ın partisi birinci olunca, kurduğu hükümette sergilediği tavır ve sarf ettiği beyanların arkasını dolduramaması, hem bir tahrike vesile oldu, hem de çatışmayı keskinleştirdi.

28 Şubat süreci ile 1997’de başlayan, tabiri caizse kamusal alanda “başörtüsü avı” hâlâ ağırlığını hissettirerek devam ediyor. Mehazı tartışılır hukukî mütalaalar ve anayasa yorumları ile alınan mahkeme kararları hâlâ tartışma zeminini korurken, mağduriyetleri ve engelleri giderici bir çözüm henüz ufukta görünmüyor.

Bütün bu acılar yetmiyormuş gibi, bu günlerde, AKP tabanının muhafazakârlığından hareketle, Hayrünnisa Gül hanımın Çankaya’ya başörtülü çıkacak olmasından bahisle yine başörtüsü tartışması alevlendiriliyor. Biraz da sulandırılıyor. Moda yönüyle ele alınıyor. Kuaförlerde yeni model başörtüsü şekilleri uzun uzadıya anlatılıyor. Değişen başörtüsü biçimleri nazara veriliyor. Bu arada halkın ekseriyetinde fıtrat gereği arzulanan başörtüsünün şuurlu davranışlara dönüşmeyen halleri de dikkate değer bir şekilde gevşek tutumlara sahne oluyor.

Bir de elit dindarların bürokraside tesettürlü eşleri ile takındıkları yeni halleri bir “evrim” geçiriyor. Kariyerinde tırmanırken eşinin başörtüsü ile gündeme gelen siyasetçilerin tutum ve davranışları ile sosyal gerçeklerini ifade etme psikolojileri de başlı başına tartışmaya açık bir konu.

Bütün bunlardan hareketle, Türkiye’deki İslâmî uyanış, dindarlaşma ve sosyal hayatta örneklerinin artarak dikkat çekmesi, beraberinde iki yeni durumu ve iki sorumluluğu getirmektedir. Birinci durum; dindar insanların topluma yansıyan yaklaşım ve tavırları, ikincisi ise bunu gözlemleyen insanların, özellikle dine soğuk bakan veya lâkayt insanların algıladığı şekli.

Bu iki durum, iki sorumluluk yüklüyor: Öncelikle fark edilen dindarların sosyal hayatta dikkat edilmesi icap eden incelik ve hassasiyetlere uymaları, ikincisi ise diğer insanların ve özellikle dinî hayattan uzak ve bundan ürken/rahatsız olan insanların içine düştüğü hali anlayıp onları şefkatle anlamaları.

Dinî hayatın ve dinî hükümlerin, bazen kasıt, bazen çarpıtma, bazen cehalet, bazen de takdiminde yaşanan yanlış yaklaşımlardan dolayı, bir çok meselesinin günümüz şartlarında henüz doğru bilindiğini ve yeterince müzakeresi yapılarak anlaşıldığını söylemek, pek mümkün değildir.

O zaman siyasetin boğuşma alanlarına ve iktidar kavgalarına dini taraf kılmak ve onun üzerinde inançlarımızı rencide edecek davranış sapmalarına girmek, maslahatı ve tevili ne olursa olsun, dinî hayatın örnek modellerini gölgeler.

Buradan hareketle, makamların mesuliyetinden önemlisi, hakkın yüklediği mesuliyettir, halkın istediği ciddiyet ve tevazudur. Yıllardır dinin varlığını hazmetmeyenlere taviz vererek sonuç alınamayacağı gibi belli güruhların telaş verme psikolojilerinden etkilenerek dinin icaplarını gevşetecek hallere düşmek de çare değildir. Tepkiye dönüştürmeden hassasiyetleri korumak gerekir.

Sağlam, dengeli ve inancından emin bir vakar, sadelik ve tevazu ile hareketini geliştirmek, dini öğrenmeye artan merakları tatmin edeceği gibi, tebliği de müspet kılacaktır.

20.08.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri