Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 02 Eylül 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Hüseyin GÜLTEKİN

Yaşantımızda yozlaşma sinyalleri



Ehl-i din olarak dünyaya olan meylimiz arttıkça, dünyaya bakan arzu ve isteklerimiz kabardıkça, âhirete bakan yönümüz iyice zayıflıyor, oraya bakan yaşantımız da küçümsenmeyecek erozyonlara, aşınmalara giriyor maalesef.

Zevk ü safa meyli, nefsânî hevâ ve arzular ağır bastıkça düne kadar kırmızı çizgilerimiz diye tavsif ettiğimiz ve asla taviz vermediğimiz hassasiyetlerimizi, bugün artık kolayca bir tarafa terk ederek bu dünyanın çekici ve cezb edici akıntılarına kendimizi kaptırabiliyoruz.

Ülfetimizin gaflete dönüşmesinin bir sonucu olarak, bugün artık dinî hayatımızı yozlaştıran, tamamen dünyaya bakan böyle bir yaşantı biçiminin sakıncasız ve meşrû olduğunun zannı içerisinde, Müslümanlar olarak bu dünyanın keyfini çıkarmaya çalışıyoruz.

Huzur ve saadeti maddede aramaya yöneldik ve o maddiyâta erişmek için de bir çok şeyimizi fedâ etmekten çekinmedik maalesef… Huzur ve rahatımızı lüks ve şatafatlı bir hayat tarzında aramaya yöneldik... Böyle bir yaşantıya kavuşmak için, bir çok kudsî değerimizi feda etmekten kaçınmadık.

Mânevî hayattaki zayıflığın sonucu olarak dûçâr olduğumuz sıkıntı ve streslerimizden kurtulmanın çarelerini, dünyalık keyif ve eğlence yerlerinde aramaya koyulduk.

Lüks ve şatafatlı mekânlarda bolca yiyip-içmeyi; pahalı marka bir giyim-kuşam içinde arz-ı endam etmeyi vazgeçilmezlerimiz içine koydukça sıkıntı ve streslerimiz arttıkça arttı.

Her yaz mevsimini vazgeçilmez tatil sezonu ilân ettik. Klimalı lüks arabalarımızla uzun mesafelerdeki tatil beldelerini mekân eyledik... Kendimize uygun plaj kıyafetleri bulduk... İslâmî mayoları icat ettik… Bilmem kaç yıldızlı otellerin yüzme havuzlarında hayatın tadını çıkarmayı âdet haline getirdik artık...

Tatil yapmak eskiden böyle miydi? Daha doğrusu ehl-i din olarak böyle yerlerde mi dinlenip tatil yapıyorduk? Yoksa tatil deyince aklımıza sıla-i rahim dediğimiz doğup büyüdüğümüz yerler mi geliyordu? Senenin yorgunluğunu atmak için hemen soluğu baba ocağında almıyor muyduk ehl-i din olarak? Streslerimizden, üzüntü ve dertlerimizden kurtulmak için tatilimizi akraba-i taallûkatın yanında, onlarla hasret gidermekle geçirmiyor muyduk?

Yakın tarihe kadar, ehl-i dinin tatil gündeminde her türlü gayr-i meşrû manzaralara açık tatil beldeleri veya yüzme havuzlu beş yıldızlı oteller var mıydı?

Bu gidişâtın bizim açımızdan hayra alâmet bir yönü var mı bilemiyorum? Görünen o ki, uhrevî hayatını önceliklerinin ön sıralarına koyan insanlar için ehl-i dünyanın yaşantı biçimine tâlip olup, onlar gibi bir hayat tarzını tercih etmek herhalde akıl kârı değil.

Hem uhrevî hayatımızın temini için çabalamak; hem de fani ve aldatıcı dünyanın zevk ü safasına talip olmak... Hem ebedî hayatımızın geleceğini dert edinip o yönde bir hizmetin içinde olmayı gaye edinmek; hem de bizi bu gayemizden alıkoyacak dünyanın zevk ve lezzetlerine müşteri olmak... Hem hakikî lezzet ve zevklerin ebedî mekânı olan Cenneti arzulamak; hem de zehirli bal hükmünde bulunan bu dünyanın aldatıcı keyf ve lezzetlerini arzulamak... Böyle çelişkili, böyle tezatlı bir durum olur mu dersiniz?

Meşrû dairede elbette herkes keyfini, zevkini arayabilir. Hususî hayatında ve yaşantısında her insan sonuna kadar serbesttir...

Velâkin günahların insanın üzerine bir sel gibi geldiği, helâl ile haramın neredeyse iç içe olduğu bu dünyanın cezbedici çekiciliğinin kol gezdiği bu zamanda manevî hayatımızı muhafaza edebilmenin zor olduğunu, her mü’min akıldan çıkarmaması gerekir diye düşünüyorum.

Yoksa sırf üzerinde yaşadıkları bu dünyanın imarı, zevk ve lezzetleri için yaratıldıklarını zanneden insanları taklit ederek, nefis ve hevânın, his ve heveslerin tatminine yönelik bir yaşantıyı tercih etmek ehl-i din açısından tehlikeli ve riskli bir yoldur.

Aklı başında olan, dünyasını ahiretine tercih etmez; üç günlük dünya hayatını ahiret yurdunun ebedî, sonsuz keyf ve lezzetlerine tercih edip, kendini tehlikeye atmaz.

Helâl dairesindeki bir hayat tarzı, bütün keyiflerimize, zevklerimize cevap verdiği gibi, ahiret hayatımızı da tehlikelerden korumuş olur.

02.09.2007

E-Posta: [email protected]




Vehbi HORASANLI

Allah selâmet versin



Silâhlı Kuvvetlerin kara, deniz ve hava unsurları ile bir bütündür. Biri olmadan, diğerleri verilecek görevlerde başarılı olamaz. Dolayısı ile, birbirine karşı üstünlükleri yoktur. Bununla birlikte, 15 yıl boyunca görev yaptığım Deniz Kuvvetleri’ndeki bazı güzel gelenekleri, örf ve adetleri anlatarak bu ocağın her türlü yıpratmaya rağmen, hâlâ “peygamber ocağı” özelliklerini sürdürmeye devam ettiğini ve bu konudaki öncülüğünü ifade etmek istiyorum.

Bahriye’de en önemli işlere “besmele” ile başlanır. Demir alınırken “Bismillah vira”, demir verirken “Bismillah funda” ve atışa başlarken “Bismillah salvo” emirleri verilir. Öyle ki Bahriye’deki bu emirler ticaret gemilerinde bile değişmez. Demir alınırken, verilirken daima besmele ile başlanılır. Bu davranış biçimi manevî değerleri zayıf kişiler tarafından dahi yapılmak zorundadır. Zira gelenekleri muhafaza etmek Denizcilerin en önemli özelliklerinden birisidir.

Besmelenin yanında “Allah selâmet versin” ifadesi de en çok kullanılan sözlerden bir tanesidir. Selâmet kelimesi Arapça s-l-m kökünden gelir ve barış, esenlik, sulh mânâlarını içermektedir. “İslâm” kelimesi de bu kökten gelmektedir.

Gemilerin idare edildiği köprüüstüne giriş çıkışta “Allah selâmet versin” dememek büyük bir ayıptır. Bu ifade bir dua biçimi olup, yüzyıllardan beri söylenegelmektedir. Allah’ın izni ile kıyamet gününe kadar da devam edecektir.

Kara ve Hava Kuvvetleri’nde bulunmayan bir diğer özellik de, bütün gemilerin en yüksek yeri olan direklerinde bulunan Kur’ân-ı Kerim’dir. Gerçi, bu gelenek bize Batıdan geçmiştir. Fakat yıllardan beri uygulanmaktadır ve değiştirilmesi veya ortadan kaldırılması mümkün değildir.

Bu gelenek Batıdan geçmiştir dedik, zira, özellikle A.B.D.’den alınan gemilerde gönderde bulunan “İncil” törenle indirilmektedir. Müslüman ülkeye teslim edildiği için, bizim gemilerimize kutsal kitabımız olan Kur’ân yine törenle yerleştirilmektedir.

Bütün savaş gemilerinde en yüksek mevkide Kur’ân bulunmaktadır. Gerçi bu güzel uygulama Türkiye’de inşa edilen gemilerde de var mıdır? Bu konuda kesin bir bilgim yok, lâkin geleneklerine bağlı olan Bahriyelilerin aksi bir davranışı sergilemesi beklenmez.

Askerî Şûrâ kararları ile zorunlu olarak emekli edilen Denizcilerin sayısı da hiç az değildir. Gerçi sayısal olarak Karacılara göre daha az gibi görünse de, orantısal olarak açık ara önde olduğu görülecektir. Zira Deniz Kuvvetlerinin mevcudu, özellikle Kara Kuvvetlerine oranla çok az sayıdadır. Bununla birlikte emekli edilen subayların sayısı zaman zaman Kara Kuvvetlerine eşit olmaktadır.

Askerî Şûrâ kararları ile ordudan ayrılan subayların niçin ayrılmak zorunda kaldıkları, artık çok daha iyi biliniyor. Özellikle eşleri başörtülü olan subaylara “disiplinsiz” yakıştırması yapılmaktadır. Hukuken hiçbir geçerliliği olmayan bu uygulama, ancak Yüksek Askerî Şûrâ kararlarının yargı denetimi dışında tutulmasından dolayı uygulamaya sokulmakta, hukuk, insan hakları ve vicdan özgürlüğü ayaklar altına alınmaktadır. Dinî hassasiyetleri yüksek olan Denizciler de tıpkı Kara ve Havacı meslektaşları gibi haksızlığa maruz kalmaktadır.

İnşallah, halktan büyük bir güç alarak iktidarını pekiştiren hükümet yapılan bu haksızlığa alet olmaktan kurtulup “idarenin her türlü eyleminin yargıya açılmasını” sağlar.

Kararlara “şerh koymak”, hükümetin bu uygulamaya karşı olduğunu göstermekle birlikte, mağdur kalanlar açısından pratikte hiçbir fayda sağlamadığı için, haksızlığa ortak olmaktan başka bir şey değildir.

Bu vesile ile, yeni seçilen Cumhurbaşkanımız Gül’e ve yeni kurulan hükümet kabinesine Denizcilerin dillerinden düşürmediği “Allah selâmet versin” temennisinde bulunuyorum.

02.09.2007

E-Posta: [email protected]




İslam YAŞAR

Said Nursî’nin vatan-ı aslîsinde



Seyahat etmeyi severiz biz.

Bu sevgi biraz da, seyahati ‘müfritâne irtibat’ın vesilesi sayıp hizmet telâkki etmekten ve seyahat esnasında etraftaki manzaralara bakarak bir nev’î ibadet yaptığımızı düşünmekten ileri gelir.

İman hizmeti ve tefekkür ibadeti...

Hele bir de gittiğimiz yer dinî kimliğimizi bulup mânevî şahsiyetimizi kazanmamıza vesile olan Bediüzzaman Said Nursî’nin uzun yıllar kaldığı ve memleketi saydığı Isparta ise...

Said Nursî’yi tanıyıp Risâle-i Nurları okuyan her insan için hususî bir dâvet hissi taşır Isparta kelimesi. Bu hissin harekete geçmesinde oranın göller ve güller diyarı olmasının da tesiri vardır elbette. Ama asıl sebep, Said Nursî’nin Isparta’yı ‘hakîkî memleketi’ addetmesidir.

Bediüzzaman’ın; “Ben üç cihetle Ispartalıyım. Gerçi tarihçe ispat edemiyorum, fakat kanaatim var ki İsparit nahiyesinde dünyaya gelen Said’in aslı buradan gitmiş” sözleri ile de dile getirdiği gibi bu addediş, aidiyet hissiyle söylenmiş bir taltif ifadesi değil, asırlar önce yaşanmış tarihî bir hadisenin tesbitidir.

Çünkü Milâttan asırlarca önce Luvi ve Arzava kabileleri tarafından kurulduğu için ‘Arzava ülkesi’ adıyla anılan şehir, daha sonra Friglerin ve Lidyalıların hâkimiyetine girmiş, yedinci yüzyılda Asya taraflarından gelen Sabartalılar tarafından alınınca da Sabarta adı verilmişti.

Milâttan sonraki ilk asırlarda Romalıların eline geçince de aynı adla anılan Sabarta, 774 yılında Abbasiler tarafından fethedilmişti. Romalılar bir süre sonra şehri geri almışlarsa da Arapları bölgeden uzaklaştıramadıkları için onuncu yüzyıla kadar Isparta, Araplarla Romalılar arasında sık sık el değiştirmişti.

Asırlar boyu süren bu gidiş gelişlerden birinde, muhtemelen savaşma gücünü yitirerek ordudan ayrılıp Bitlis taraflarına yerleşen bazı Araplar, hem çok sevdikleri Isparta’yı kaybetmenin üzüntüsünü bir nebze dindirmek, hem de gelecek nesillere asıl memleketlerini hatırlatarak orayı geri alma şuuru aşılamak için bulundukları beldeye Isparta adını vermişler, kelime de zamanla mahalli söyleyişle İsparit şeklini almış olmalıydı.

On üçüncü yüzyıldan sonra Selçukluların eline geçen şehir, Hamidoğulları tarafından yönetildiği için Hamideli veya Hamidabâd adını almıştı. Osmanlılar zamanında da bu adla anılan şehre Cumhuriyetten sonra Sabarta adından hareket edilerek Isparta ismi verilmişti.

İsparit’te doğup büyümesine rağmen, hayatının en verimli yıllarını Isparta’da geçiren Bediüzzaman da, “Muhtemeldir ki, o küçük Isparta’nın aslı, bu büyük Isparta’dan gitmiş. Benim vatan-ı aslîm, o Isparta olmak caizdir” diyerek o tarihî gerçeğe işaret etmişti.

Bediüzzaman gibi öyle bir tarihî mesnedimiz olmasa da, onun Isparta havalisinde yazdığı eserler sayesinde imanımızı kurtarıp âdeta mânen yeniden doğduğumuz için Isparta bizim de vatan-ı aslîmiz sayılabilirdi.

Bu mensubiyet hissiyle bakınca Isparta bütün Nur Talebeleri gibi bizim için de sadece gidilip görülen güzel bir seyahat menzili değil, aynı zamanda ruhumuzu sıla sıcaklığıyla cezbeden cazip bir yer olarak da görülebilirdi.

Onun için daha önce de çeşitli vesilelerle ve farklı gruplarla Isparta’ya defalarca gittiğimiz hâlde, yeni tesbit ettiğimiz bu tarihî hadisenin izlerini arama hevesiyle harekete geçince kendimizi yine Isparta yollarında bulduk.

Üstelik bu sefer, yetmişli yıllarda çok yaptığımız Isparta Mevlidi yolculuklarını hatırlayarak trenle gitmeye karar verdiğimiz için memleketin iki yüz yıllık tekâmül seyrini temâşâ etme fırsatı da yakaladık.

Anadolu insanının, götürdüğü yakınlarını geri getirmediği için hakkında ‘Kara tren gelmez ola, düdüğünü çalmaz ola’ gibi serzeniş dolu türküler yaktığı trene binince, vatan topraklarını çelikten bir kemer gibi saran Hicaz Demiryolu hattının bânisi olması hasebiyle ilk anda kendimizi Sultan İkinci Abdülhamid’li yıllarda hissettik.

Uzunca bir süre o hattı takip eden yolculuk sırasında, şehirlerden geçtikçe günümüzün; kasabalardan, köylerden geçtikçe asırlar öncesinin şartlarını yaşayarak takriben bir gün sonra Isparta İstasyonu’na vardık.

Üstad Hazretleri de yıllar önce bir sefer inmek, bir sefer de binmek için gelmişti bu istasyona. Ama ellerinde kelepçe, yanında talebeleri, etraflarında polis ve jandarmalardan müteşekkil muhafızlar olduğu halde.

İlkinde Denizli mahkemesi münasebetiyle Kastamonu’dan otobüsle Ankara’ya, oradan da trenle Isparta’ya getirildiğinde, onlarla birlikte hapse atılmayı göze alan yüzlerce insan tarafından karşılanmıştı.

İkincisinde, orada toplanan talebeleri ile birlikte Denizli’ye sevk edilmek üzere yük vagonlarına doldurulduklarında da yine yüzlerce insan gelmişti uğurlamaya.

İstasyon hâlâ eski hâliyle durduğu için Üstadın ayağının toprağa, nazarının manzaraya değdiğini düşünüp orayı da bir Nur Menzili olarak kabul ettik ve o hâlet-i ruhiye içinde indik trenden.

Ispartalı olan herkesin, Said Nursî’ye ait yerlere ve eşyalara, her şeyden ve her yerden ziyade ilgi duyup sevgi gösterdiğini bildiğimiz için, herhangi bir mihmandar ihtiyacı hissetmeden harekete geçtik.

İlk olarak, Said Nursî’nin ve talebelerinin, Eskişehir’e ve Denizli’ye götürülürken hapsedildiği Isparta Hapishânesi’ne gitmek istedik ama hapishane binası yıkıldığından, arazisinin sadece park yapılan kısmını görebildik.

Aynen hapishâne gibi Bediüzzaman’ın ve talebelerinin defalarca muhakeme edildiği, bir seferinde de sorgulanan binbaşı Âsım Beyin, “Eğer ben her şeyi dosdoğru söylesem, ruhumu her an kendisine feda etmeye hazır olduğum aziz Üstadıma belki zarar dokunmak ihtimali olabilir. Eğer dosdoğru söylemeyip tevillerle ketim yoluna gitsem, kırk senelik istikametkârane askerlik şerefime ve mesleğime yakışmayacak” diye düşünüp “Yâ Rab, ruhumu teslim al” diye duâ ederek ‘istikamet şehidi’ olduğu mahkeme binası da yıkılıp gitmişti.

Bediüzzaman’ın Burdur’dan Isparta’ya getirildiği zaman kısa bir süre kaldığı müftü Tahsin Efendi’nin, medreseler kapatılınca oğlu adına satın alıp vakıf hâline getirdiği medrese de çoktan tarihe karışmıştı.

Bunları öğrenince İstanbul’dan gelmiş olmanın da tedaisiyle geziye, Üstad Hazretlerinin 1953 yılında İstanbul’dan Isparta’ya döndüğü zaman kaldığı yerlerden başlamaya karar verdik ve Saray Oteli’ne gittik.

Orada da artık Üstadı hatırlatacak bir şeyin kalmadığını görünce, Hüsrev Efendinin evine gitmek istedik. Maksadımız, hem Üstad Isparta’ya geldikçe orada kaldığı için hafızalarda ter ü taze durduğunu düşündüğümüz hatıralarını yâdetmek, hem de Hüsrev Ağabeyin Mucizeli Kur’ân’ı ve Risâle-i Nurları yazarken kullandığı hususî rahleleri, malzemeleri yerinde görmekti.

Bazı arkadaşların mütereddit tavırlarına aldırmadan evin yola açılan bahçe kapısının önüne kadar geldik ve zile bastık. Az sonra kapıyı açan mütebessim gence de kendimizi tanıtıp istirhamımızı söyledik.

Biz konuştukça yüzündeki tebessüm hatları değişip mütereddit bir hâl alan genç büyüklerine danışmak için içeriye gidince biz de yarı açık kapıdan bahçeye girip etrafı seyre daldık.

Ne var ki, daha evi ana hatlarıyla dışarıdan görmeye bile fırsat bulamadan, hışımla içeriden çıkan orta yaşlı bir zat tarafından, nezaketsiz tavırlar ve kaba hareketlerle apar topar dışarıya çıkarıldık.

Said Nursî Hazretlerinin de İstanbul’dan döndüğünde burada kalmak istediğini fakat bizzat Hüsrev Efendi tarafından evin ablasına ait olduğu mülâhazasıyla kabul edilmediğini bildiğimizden, aradan yıllar geçmesine ve acı, tatlı pek çok hadise yaşanmasına rağmen bu insanlarda hiçbir şeyin değişmediğini anladık.

O zaman, hiç beklemediği öyle bir tavırla karşılaşınca müteessir olan Said Nursî, talebelerine bir ev bulmalarını söylemiş, onlar da hemen şehrin merkezinde geniş bir ev kiralamışlar ve Üstadı oraya yerleştirmişlerdi.

Etrafımızda birbirinden geniş, müferrah ve güzel binlerce ev vardı ama biz o sırada içlerinden sadece birini, Fıtnat Hanımın, Kepeci Mahallesindeki evini aramaya başladık.

Evi sahibinin adıyla arasak biraz zor bulurduk ama ‘Bediüzzaman Hazretlerinin evi’ diye sorunca ilk karşılaştığımız kişi onun ismini duyar duymaz toparlandı, saygılı bir tavır takındı ve işini, gücünü bırakıp bizi evin önüne kadar götürdü.

Belki de sadece Said Nursî’ye gösterilen bir hassasiyetin neticesiydi bu nezaket. Çünkü o, dünyasını değil, gerektiğinde ahiretini bile ‘milletinin imanının selâmeti’ uğrunda harcamaktan çekinmeyen müşfik ve değerli bir insandı.

Onun taşıdığı değeri şahsına münhasır değildi. Misk ü amber, gül ü reyhan misâli, rayihası ile bulunduğu yeri sarıp ona yakın olanları ihata ederek değerli hâle getiren bir müessiriyete sahipti.

Gerçekten her yıl on birlerce insanın yaptığı gibi o anda bizim de binlerce benzerinin arasında münhasıran o eve gelmemizin sebebi, onun orada bir süre ikamet etmiş olmasıdır.

Gerçi son zamanlarda yapılan tamirat ve tadilat sırasında malzemelerinin tamamına yakını değiştirilmiş, eşyalarının pek çoğu yenilenmişti ama bu evin ona izafe edilmesi bile değerli addedilmesine yetiyordu.

Evin içinde onun kaldığı odanın diğer odalardan, o odadaki karyola, yatak, lamba, kilim, çerçeve, seccade, tesbih gibi eşyaların diğer odalardaki eşyalardan pek bir farkı yoksa da onlara maddî bir değer biçmek kabil değildi.

Normal şartlarda insanların elbiseleri, gömlekleri, hırkaları, mendilleri, çorapları birkaç yılda bir; tencereleri, tavaları, tabakları, çanakları, çaydanlıkları, termosları, ibrikleri ve sair eşyaları üç beş sene arayla değiştirilir, eskiler atılıp satılır, yerlerine yenileri alınırdı.

Lâkin, Said Nursî’ye ait ise; cübbe kırk yamalı, hırka eski, mintan yıpranmış da olsa; kaşığın sapı kırılsa, tabağın kalayı çizilse, termosun sırı dökülse ve kullanılamayacak hâle de gelse, el sürmeye kıyılamazdı.

Zaten ona ait eşyaların hatıra tarafları nazara alınarak hepsinin korunması ve başka ellerin değmemesi için hususî kılıflar, ahşap dolaplar, cam mahfazalar içinde sergilenmesi de o itinanın neticesiydi.

İnsanlar açısından, arabaların yeni çıkan ve son model olanları makbuldü. Eskiyen her araba ya sökülüp işe yarayan kısımları yedek parça olarak satılır, ya da götürülüp araba hurdalığına atılırdı. Ama bir arabaya Bediüzzaman arada sırada binmişse yapılan muâmele değişirdi. O takdirde o araba, lâyık olmayan insanların kazara binmeleri ihtimaline binaen trafiğe çıkarılmaz ve hususî bir garajda koruma altına alınır.

Şayet o bir meskende ikamet etmiş, bir mahalle gitmiş, bir yerde durup oturmuşsa, orası muteber bir yer addedilir ve zaman zaman oralara gidip onun yaptıklarını yapmak muteber bir hareket hâline gelir.

Değil onun yanında kalmak, hizmetinde bulunmak, ziyaretine gitmek veya uzaktan görmek; onun yaşadığı yerlerde gezmek bile mânevî mazhariyet olarak kabul edilir.

Yalnız o mazhariyetleri yaşayanlar değil, onlara şahit olanlar ve onların anlattıklarını dinleyenler de farklı bir ruh hâli içine girerler ve tahassüslerini anlata anlata bitiremezlerdi.

Hatta insanın kendisi bile Nur Menzillerinde geçen zamanını başka yerlerde geçenlerden ayırır. Oralarda yaşadığı hadiseleri, dinlediği hatıraları, gördüğü eşyaları, seyrettiği manzaraları hafızasına iyice yerleştirir ve hatırlamaktan da, anlatmaktan da apayrı bir haz alırdı.

Nitekim, bizim Isparta’ya yaptığımız seyahatin üzerinden bir hayli zaman geçmesine rağmen, ben o hatıraları anlatırken de, bu yazıyı yazarken de uhrevî hazlar hissettim.

Umarım, okurken sizin de ruhunuz ihtizaza gelir.

02.09.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Münafık kime denir?



Mustafa Bey:

*“Münafık kime denir? Fasıklık ile münafıklık aynı şey midir? Büyük günah işleyen birine münafık mı denir, fasık mı?”

Münafığın tanımı hakkında Kur’ân’da şu açıklamaları buluruz: “İnsanlardan bazıları da vardır ki, inanmadıkları halde ‘Allah’a ve ahiret gününe inandık’ derler. Onlar (kendi akıllarınca) güya Allah’ı ve mü’minleri aldatırlar. Hâlbuki onlar ancak kendilerini aldatırlar ve bunun farkında değillerdir. Onların kalplerinde bir hastalık vardır. Allah da onların hastalığını çoğaltmıştır. Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle de onlar için elim bir azap vardır. Onlara ‘Yeryüzünde fesat çıkarmayın’ denildiği zaman, ‘Biz ancak ıslah edicileriz’ derler. Şunu bilin ki, onlar bozguncuların ta kendileridirler; lâkin anlamazlar. Onlara ‘İnsanlar iman ettiği gibi siz de iman edin’ denildiği vakit ‘Biz hiç, sefihlerin (akılsız ve ahmak kişilerin) iman ettikleri gibi iman eder miyiz?’ derler. Biliniz ki, sefihler ancak kendileridir, fakat bunu bilmezler. (Bu münafıklar) mü’minlerle karşılaştıkları vakit ‘(Biz de) iman ettik’ derler. (Kendilerini saptıran) şeytanları ile baş başa kaldıklarında ise: ‘Biz sizinle beraberiz, biz onlarla (mü’minlerle) sadece alay ediyoruz’ derler. Gerçekte, Allah onlarla istihza (alay) eder de azgınlıklarında onlara fırsat verir, bu yüzden onlar bir müddet başıboş dolaşırlar. İşte onlar, hidayete karşılık dalâleti satın alanlardır. Ancak onların bu ticareti kazançlı olmamış ve kendileri de doğru yola girememişlerdir. Onların (münafıkların) durumu, (karanlık gecede) bir ateş yakan kimse misâlidir. O ateş yanıp da etrafını aydınlattığı anda Allah, hemen onların aydınlığını giderir ve onları karanlıklar içinde bırakır; (artık hiçbir şeyi) görmezler. Onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeple onlar geri dönemezler. Yahut (onların durumu), gökten sağanak halinde boşanan, içinde yoğun karanlıklar, gürültü ve yıldırımlar bulunan yağmur(a tutulmuş kimselerin durumu) gibidir. O münafıklar yıldırımlardan gelecek ölüm korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Hâlbuki Allah, kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır. (O esnada) şimşek sanki gözlerini çıkaracakmış gibi çakar, onlar için etrafı aydınlatınca orada birazcık yürürler, karanlık üzerlerine çökünce de oldukları yerde kalırlar. Allah dileseydi elbette onların kulaklarını sağır, gözlerini kör ederdi. Allah şüphesiz her şeye kadirdir.”1

Bu âyetlerin genişçe tefsirini yapan Üstad Saîd Nursî Hazretlerine göre münafıklar:

1-Allah’ı kandırmak gibi imkânsız bir işe kalkıştıkları için ahmaktırlar.

2-Çıkarlarını düşünme çabasıyla kendilerine zarar verdikleri için sefih ve akılsızdırlar.

3-Faydayı zarardan ayırt edemedikleri için cahildirler.

4-Tıynetleri pis, sıhhatlerinin madeni hasta, hayat kaynakları ölmüş rezil kimselerdir.

5-Şifa talebiyle hastalıklarını artırdıkları için aşağılıktırlar; sürünmeye mahkûmdurlar.

6-Elemden başka bir şey vermeyen bir kuvvetli azap ile tehdit edilmişlerdir.

7-İnanmadıkları halde “inandık” dedikleri için, insanlığın en aşağılık sıfatı olarak yalancıdırlar.2

Fasıklık ise Üstad Saîd Nursî Hazretlerine göre, haktan yüz çevirmek, haktan ayrılmak, günahta haddini aşmak, dünya hayatı ve mutluluğu için mukaddesât dâhil her şeyi feda etmektir. Fasıklığın kaynağı, akıl, gazap ve şehvet denilen üç kuvveti ifrat veya tefrit içinde kullanmaktır. Yani bu üç kuvveti abartarak kullananlar, fıska düşerler, büyük günah işlemiş olurlar.3 Başka bir ifadeyle, büyük günahı açıktan işleyen, işlediği günahtan sıkılmayan, mahcup olmayan, günahlarıyla övünen ve zulüm yapmaktan lezzet alan kimselere de fâsık denmiştir.4

Çevremizde bulunan ve îmânsız olmayan, îmânda bizi aldatmayan ve açıktan büyük günah işlemeyen Müslümanları, her ne kadar amelsiz ve günahkâr da olsalar münâfık veya fâsık diye nitelememiz, onları dışlamamız, onları kınamamız, onları yargılamamız, onları sınıflandırmamız, onları kodlamamız doğru olmaz. Doğru olan, onlar için duâ etmemizdir. Doğru olan, onlar için de, kendimiz için de Rabb-i Rahîm’den tevfîk ve hidayetini eksik etmemesini dilememizdir. Doğru olan, onların–bilhassa bunlar yakınlarımız ise—bağışlanmaları için Cenab-ı Hakka niyaz etmemizdir.

Unutmayalım; büyük günah işleyen dinden ve imandan çıkmış olmaz. Çünkü insandaki nefis, şeytanı her vakit dinler.5 Öyleyse fâsık, nefsine ve şeytanına aldanmış kişidir; fakat dinsiz ve imansız kişi değildir.

Dinsiz ve imansız, ya kâfirdir, ya münafıktır. İmansızlığını gizlemiyorsa, kâfirdir; gizliyorsa münafıktır. Fakat gizleyen kimsenin gerçek hâlini de biz ancak Allah’a havale ederiz. İnandığını söyleyen kimseyi münafıklıkla itham edemeyiz.

Dipnotlar:

1 - Bakara Sûresi: 8-20, 2 - İşârâtü’l-İ’câz, s. 87, 3 - İşârâtü’l-İ’câz, s. 215, 4 - Mektûbât, s. 268 5 - Lem’alar, s. 78

02.09.2007

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Cumhuriyetin ideal kadınları



Tanzimat döneminden günümüze kamuoyunu en çok meşgul eden, devlet ananın en hassas olduğu konuların başında kadınların tesettürü meselesi gelir.

Yakın tarih uzmanları, Cumhuriyet ideolojisinin kıyafeti bir “çağdaşlık projesi” olarak gördüğünü belirtirler. Özellikle de kadınların kıyafeti bu projede önemli bir yer tutar.

Bir türlü tamamlanamayan bu proje (!) şimdi devletin en üst kademesine başörtülü bir first lady’nin gelmesiyle hayli çıkmaza girmiş görünüyor…

Balolar…

Cumhuriyet’in ilk yıllarında, ‘Batılılaşmış kadın’ tipinin oluşumu için çok ciddî çabalar gösterildi. Cumhuriyet Bayramı balolarına, Ankara’da ve diğer illerde, devlet memurlarının eşleriyle birlikte katılmaları şarttı.

O döneme ışık tutan çalışmalarında ünlü İngiliz tarihçi Lord Kinross, rejimin ‘yeni kadın’ tipinin oluşturulmasında, Cumhuriyet Balolarının büyük rol oynadığına dikkat çeker...

Bugün baş-örtüsü yasağını alkışlayan medyanın duayenlerinden Simaviler, o dönemde de aynı tavrı sergilerler.

Hürriyetin kurucusu Sedat Simavi’nin Cumhuriyet’in ilk yıllarında çıkardığı dergilerin hemen her sayısının kapağını bir kadın fotoğrafı süsler ve sinema oyuncularının hayatları anlatılır, yıldızların aşklarına yer verilir… İnci, Yeni İnci, Hanım, Resimli Ay gibi dergilerde ‘Batılılaşmış kadın’ tipi ‘özenilecek bir tip’ olarak hep gündemde tutulur. Tıpkı şimdilerde olduğu gibi…

Yaklaşık seksen yıldır hiç taviz verilmeyen yayın politikasında, değişen sadece aşının dozudur…

Seksen yıldır bir türlü tutmayan aşı, şimdi tutar mı ki?

Bir kuğu masalı

Çirkin ördek yavrusu masalını bilirsiniz.

Aslında o bir kuğudur, ama yumurtalar karıştığı için ördek ailesinde dünyaya gelmiştir. Bu gerçeği bilmediğinden bir türlü kardeşleri ve annesi gibi davranamadığı için kendini hakir görmektedir. Kardeşleri ve annesi gibi olamamak ne büyük bir acıdır. Ne boynu, ne gagası, ne bacakları, ne yürüyüşü, ne sesi benzer aileye…

Annesi şefkatle yavrusunun değişimini dört gözle beklemektedir, ama ne çare… Kardeşlerini, annesini taklit etmeye çalışmak da ıztırap verir ona. Sonunda gerçeği keşfeder çirkin ördek yavrusu. Bir gün sudaki aksini fark eder. O her zaman beğenerek izlediği kuğulardandır… O ördek değil, bir kuğudur. Üstelik dünyada onu olduğu gibi kabul eden, kardeşleriyle birlikte paylaştığı nehirde onun süzülerek yüzüşünü beğeniyle izleyen dostları vardır. Dünya sadece ördeklerden ve dünyaya geldiği kümesten ibaret değildir ki…

Bu masal da nerden çıktı mı diye düşünüyorsunuz?

Çankaya’da türban tartışmalarını medyadan takip ederken, ülkem kadınının inanç ve eğitim özgürlüğü haklarını ihlâl eden başörtüsü yasağının tarihçesi, yaşadıklarım, dostlarımın yaşadıklarını hatırlamam içimi acıttı. Halimiz çocukluğumda buruk buruk defalarca okuduğum Hans Christian Andersen’in “Çirkin Ördek Yavrusu” masalına ne kadar da benziyordu… /Normal değilsin, değişmen, bize benzemen gerekiyor… Haydi, beceriksiz, bir kez daha denemelisin… Dene bakalım/

Çirkin ördek yavruları yapacakları tercihlerle, kimliklerini ve istikballerini şekillendirecekler…

02.09.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

İhvan ve AKP



30 Ağustos 2007 tarihli köşesinde Melih Aşık iki AKP’nin mukayesesini yapıyor. O kendi açısından yaparken biz dahi kendi açımızdan yapacağız. Melih Aşık’ın iki AKP arasındaki farklar analizi:

“Bakın şu tesadüfe!..

“Fas’taki dinci bir partinin de adı Adalet ve Kalkınma Partisi...

“Seçim öncesi son anketlerde oy oranı: Yüzde 47... Seçim sloganları: İslâmcı bir parti değiliz... Şeriat kurmaya çalışmıyoruz... Gizli ajandamız yok... Amacımız ülkemizi Avrupa Birliği’ne üye yapmak...

“Biliyoruz, ‘Bu ne benzerlik’ diyeceksiniz... Ama hayır, hayır...

“Arada fark var... Onların amblemi gaz lambası...”

Aradaki fark, lamba farkı. Biri cedit, diğeri kadim. Biri yeni, diğeri eski.

29 Ağustos 2007 tarihinde saat, 19.00 sularında BBC’nin Günün Olayı veya Yorumu programının konukları arasındaydım. Lübnan’dan katılan Mustafa Labban, İhvan ile AKP arasında bir mukayesenin yer, zemin ve şartlar açısından kabil olmadığını, her iki hareketin farklı yörüngelerde seyrettiğini söyledi. Ona göre bir mukayese ve karşılaştırma beyhude. Hatta, İhvan liderlerinin zaman zaman kendilerini AKP’ye benzetmelerinin zaid ve tutarsız olduğunu söyledi. İslâmı referans alma veya almama noktasında iki taraf birbirinden kalın çizgilerle ayrılıyor. Aslında bu tesbit gerçekleri aksettiriyor. Millî Görüş hareketi İhvan’la dost hareketlerden birisi olsa da hiçbir zaman fikrî mecraları bir olmamıştır. Millî Görüş hareketi şartların bir ürünü pratik ve eklektiktir. İhvan hareketi ise, kendilerini Arapça’da totaliter anlayışın karşılığı olan ‘şumiliyye’ kavramıyla ifade ve izah etmeseler bile ‘camia’ yani bütüncül ve toplayıcı bir sıfatla anılıyorlar. Elbette hissiyât bazında AKP ile paylaştıkları bazı hususlar var. Bununla birlikte, İslâmî zeminden oldukça uzaklaşmış ve bir cihetle merkezî bir parti haline gelmiştir. Referans noktasında İslâmı aştığı gibi, tamamen pratik ve pragmatik bir parti haline gelmiştir. İslâmı referansı neredeyse ötelediği veya külliyen aştığı için ona İslâmî veya ılımlı İslâmî bir parti demek bile mümkün değildir. Fas AKP’si aralarındaki farkı anlatabilmek için kendilerinin İslâmı referans olarak aldıklarını ve bu anlamda AKP’den ziyade Batılı Hıristiyan Demokratlara benzediklerini ileri sürüyor (Tempo, 23 Ağustos 2007). Aslında hem İhvan, hem de Fas AKP’sinin temel özellikleri İslâmı referans olarak almalarıdır. Ayriyeten ülkelerinin mevzuâtı da buna uygundur. Bu, yerel avantajlarından birisidir. Türkiye’nin avantajı demokrasisi, Arap ülkelerinin avantajı ise en azından kâğıt üzerinde dahi olsa İslâma vurgu yapması ve referans sistemi olarak benimsemesidir. El Müctema dergisinde Muhammed Mürsi de İslâm dünyasındaki çağdaş siyasî İslâmî partiler ile İhvan arasında bir mukayese yürütmüştür.

Mürsi’nin makalesinin temel ekseni AKP ile İhvan çizgileri arasındaki buluşma ve ayrışma noktalarıdır. Mürsi de AKP ile İhvan arasında mukayeseye imkân olmadığını teyid etmektedir. İkisi farklı iki varlıktır. Bu tahlil ve analizini şöyle açmaktadır: “Mukayese tamamen yanlıştır. Yöntemde, sabitlerde, hedef ve gayelerde farklıyız. Bunun da ötesinde araç ve mekanizmalarda da ayrıyız...” İhvan’ın ilkelerini değiştirmediğini hatırlatırken, AKP’nin Millî Görüş gömleğini çıkarmasına atıf yapıyor olmalıdır. İslâmî metodun kâmil ve mütekâmil olduğunu ve bunu sağlamanın ve temin etmenin de temel gayeleri olduğunu ifade ediyor. Laikliğin kabulü noktasında AKP’nin kendilerinden ayrıldığını ve Türkiye’nin mevcut yapısını ve halini içselleştirdiğini ifade etmektedir. Yani ava giderken avlanmıştır. Müslümanların İslâmî bir devletleri olması gerektiğine inandıklarını ve bunun Batılıların tanımıyla dinî veya teokratik bir devlet olmadığını kaydetmektedir. İnandıkları sistemde İslâmın kelime-i fasl olduğunu da ifade etmektedir.

—Devami Yarin—

02.09.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Mesajlar



Geçtiğimiz günlerde aldığımız mesajlardan bazılarını yine okurlarımızla paylaşalım:

***

Nazan Kurt: Dört yıl önceki yazınızı okumuştum. Zaman’dan Mehmet Sakin Bey de ayrıca linkini göndermişti. O zamanlar, özellikle başörtüsü eksenli bir haber konusunda çeşitli sebeplerden dolayı tereddütlüydüm. Sonra tevafuklar sonucu, ortaokul arkadaşım Işınsu Kaygusuz ile Akşam’daki röportajı gerçekleştirdik. Inşaallah hayırlı, güzel birşey olmuştur. İlginiz, hüsnüzannınız, hatırlayıp dört yıl sonra yeniden bahsetmeniz, beni duygulandırdı. Teşekkür etmek istedim. Size ve Yeni Asya’ya kıymetli yazı ve yayınlarınızda başarılar diliyorum.

***

Bünyamin Duran: 30 Ağustos'ta çıkan yazınız çok yerinde. Bizim misyonumuzun, olumlu, demokrasi ve özgürlükler adına her gelişmeyi, Yunanistan ve Zambiya'da da olsa destekleyip her türlü otoriter zihniyet ve icraata karşı çıkmak, bu tavrı temel bir ilke olarak ortaya koyup asla taviz vermemek olduğuna inanıyorum.

***

Bilal Yükselten: Gerçekten istikametli, prensiplere dayanan, akıcı, bilgi dolu ve güncel yazılarınızı büyük bir zevkle okuduğumu belirtmek isterim. Allah sizlerden razı olsun. Özellikle böylesine çetrefilli bir dönemde tavizsiz istikrar çizgisinden zerre kadar şaşmadan yolunuza devam etmeniz şüphesiz Risale-i Nur’a olan sadakatli ve samimî bağlılığınızdan olsa gerek.

Ne yapalım, bizi önce eleştiri bombardımanına tutuyorlar, sonra ise söylediklerimizi aynen tasdik etmek ‘’zorunda’’ kalıyorlar, ama iş işten geçmiş oluyor maalesef... Bu kaçıncı deneme? Yetmedi mi bu ülkeye, tabiri caizse ‘’Üç günlük duruma göre değerlendirme yapanların’’ çektirdiklerinin ve yanılgılarının faturaları?

Neyse, bizim vazifemiz hakikati anlatıp tevekkül etmek. Rabbimiz hakkımızda neyi takdir ettiyse en doğrusu ve hayırlısı şüphesiz odur. Ayrıca kim ne derse desin, Yeni Asya daha hiç yanılmadı. İster kabul etsinler, ister etmesinler, tarih buna şahittir. En güzeli de kimseyi küstürüp kırmadan ‘’iman hizmetine’’ devam etmek...

***

Yusuf Civelek: Gazetemizin yayın çizgisini büyük bir iftiharla takip ediyor, canı gönülden destekliyor, tebrik ediyoruz. Şerefli ve tutarlı bir şekilde ortaya koyduğunuz isabetli tavırdan rahatsız olanların gösterdiği anormal tepkiler, aslında yaptıkları yanlışların vicdanlarında meydana getirdiği huzursuzluğu bastırma gayretinin tezahürüdür. İnşaallah onlar da hatalarını zaman içinde anlayacaklardır. Aynı şevk, gayret ve heyecanla yola devam etmenizi diliyor, Allah yardımcınız olsun diyorum.

***

M. Said Çakır: Parçalı bir şekilde zihnimde yer edinen konuları bir araya getirdiğiniz 24 Ağustos tarihli ‘Cendere’ yazınızı okuyunca parçaların yerine oturduğunu anladım. Gerçekten dikkatlerin üzerine çekilmesi gereken çok önemli bir husus şu ki; insanlığı, bilhassa âlem-i İslâmı istikametten saptırmakla vazifeli güruhun şimdilerde yaslandığı en sağlam direklerden biri maalesef diyanet ehli insanlar...

Bu önemli yazı için bilhassa teşekkürler.

02.09.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Hedefe ulaşmak için



Ülkeler arası ‘yarış’ta arzu edilen seviyede olmadığımız biliniyor. Geri kalmış olmamızın ‘suç’u farklı zamanlarda farklı sebeplere bağlanmış olsa da Türkiye’yi uzun yıllar ‘idare edenler’ce milletin inandığı değerler sorumlu tutulmuştur. “Din terakkîye manidir” diyenler olmuş, ancak son yıllarda bu görüşleri beyan edenlerin sayısı şükür ki, azalmıştır.

Türkiye’yi hedefe ulaştıracak fikirler beyan edenler de var. Tempo dergisi (19 Temmuz 2007), örnek olması bakımından “Türkiye’yi sıçratacak 10 fikir”i kamu oyuyla paylaşmış.

* Toplumsal barış için ebru: “Türkiye, bir kültürler mozaiğidir” sözü yerine yeni slogan olarak ‘ebru’ benzetmesi tavsiye ediliyor.

* Türkiye’nin sivil güce ihtiyacı var: Dünyayı sadece asker sayısının fazlalığı etkilemez. Büyük devlet; kültür, ekonomisi ve müziğiyle de ‘büyük’ olmalı. Bizde bu potansiyel fazlasıyla var. Mesele bunu kullanabilmekte.

* Refahın anahtarı bilgide: Gençlerimize yeterli eğitim verebilirsek, bilişim sektöründe ciddî bir işgücü ve katma değer ortaya çıkarabiliriz.

* Daha sivil bir anayasa hak ediyoruz: Acı ama gerçek. Türkiye hâlâ 1980’de darbe yapan askerlerin dayattığı anayasa ile yönetiliyor. Herkes ‘değişsin’ diyor, kimse parmağını kıpırdatmıyor. Artık bu ihtilâl anayasasından kurtulmamız gerekir.

* Seçim barajı kaldırılsın: Türkiye’de rey kullananların yüzde 46’sı Meclis’te temsil edilmiyor. Nedeni, istikrar olsun diye uygulanan yüzde 10 seçim barajı. Daha fazla demokrasi için artık bu baraj yıkılmalı.

* Sosyal adalet ekonomiyi de büyütür: Ülkedeki gelir, âdil paylaşılmalı. Herkes sağlık ve eğitim hizmetine ulaşabilmeli. Yaşlılar yeterli bir emeklilik gelirine sahip olmalı. Kısaca, sosyal adalet sağlanmalı.

* Artık köylerine dönsünler: Terör hadiseleri köylerde yaşayanları şehirlere itti. Şimdi durum daha normal, ama mayın, korucu baskısı ve işsizlik hâlâ köye dönüşlere engel.

* Eğitime başlama yaşı olarak 7 çok geç: Çocukların kelime öğrenme becerisi, dil gelişimi ve sosyal becerileri 06 yaşına kadar gerçekleşiyor. Bu süreyi boşa harcamayın. Çocuklarımızı eğitmek için okula başlamalarını beklemeyin.

* 2013 hedefi 38 milyon turist olsun: Türkiye sadece kum ve denizden ibaret değil. Kültür, inanç, termal ve sağlık turizmlerini es geçmeyelim. Bunlara gereken önemi verirsek bu hedef hayal değil.

* Hidrojen enerjisini keşfedelim: Petrolü, kömürü, doğalgazı unutun. Enerji sektörünün yeni gözdesi hidrojen. Şimdi yola çıkarsak, 2060 yılında gelişmiş ülkeler liginde yerimizi alırız.

Bu tekliflerin ‘uçuk’ görüleni de olabilir, hemen uygulanabilir olanı da. Bilhassa, sivil anayasa, seçim barajının kaldırılması ve gelir dağılımının âdil olmasıyla ilgili teklifler önemsenmeli, mutlaka gereği yapılmalıdır.

Bütün bu teklifleri, “Avrupa bizi kağnı ile geçti, biz onları şimendifer ve balon ile yakalayacağız” meâlindeki tesbitlerin izahı olarak da görmek mümkün. Niçin dünya herkes için terakki dünyası olsun da, sadece bizim için tedenni dünyası olsun?

02.09.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Ömrümüzü kavramlarla borçlandırmak



Hayatımızı borçlandırmaya ne dersiniz? “Ben borç sevmiyorum” diyebilirsiniz. Bu da doğru.Yalnız bir doğru daha var, o da neyi borçlanacağınızdır?

Borç, ödenmesi zorunlu bir emanettir. Miktarı, süresi, muhatabı, gereklilik şartları, talep ve cevap boyutları bellidir.

Paraya sıkıştığımızda, borçlanıyoruz. Kalkınmakta olan ülkemizde, bir de memursanız, ya da düzenli bir geliriniz yoksa, ya da orta halliyseniz borçlanmak kaçınılmaz. Bundan olsa gerek, borçlu bir toplumu rahatlatmak, riskli tüccara cesaret vermek ve girişimciyi teşvik etmek için “Borç, yiğidin kamçısıdır” sözü literatürümüze girdi.

Borçlanmak, bir ihtiyaçtan kaynaklanır. Sıkışık halin, soluklanma isteğinin, bir destek ve emanet takviyesidir. Borç deyince sadece para almayı anlamamak gerek. Gelişmelerimizi borçlu olduğumuz medeniyet tarihindeki mucit insanlar, çevremizde bize yardım eden munis rehberler, bizi teşvik eden kılavuz büyükler, hepsi bir alacağı hak ediyorlar.

Onların bizden bir alacağı var. Yani biz onlara karşı borçluyuz. Teşekkür borçluyuz. Takdir ve saygı borçluyuz. Kadirşinaslığın asgarî şartı bu. Diğergamlığın bize şefkatle teveccüh ettiği her halin tercümesi; bir teşekkürü, bir duâyı bize borç olarak yazar. Borcu ödediğimizde rahatlarız.

Borç almayı öğrendiğimiz veya birileri bizi manen borçlandırdığı, bir hak takdimi yapıp mesuliyet yüklediği zamanlarda önümüze konulan sorumluluklar da birer borçlanmadır.

Her diyaloğun yüklediği bir görev veya borçlanma, ya da alacak hanesi açılıyor insanın defter-i kebirine. Malî müşavirlerin şirketler için tuttuğu defter-i kebir gibi. Yani büyük defter.

Bizim de bir defter-i kebirimiz var. Alacaklar, borçlar, şüpheli alacaklar, aktifler, pasifler, amortismanlar, demirbaşlar v.s. Önce günlük kayıtların işlendiği yevmiye tutulur. Yevmiyelerin hepsi mizan hesabının girdileridir aynı zamanda. Mizana göre tanzim edilen bilançolar; üç aylık, altı aylık veya bir yıllık dönemler halinde düzenlenir.

Muhasebenin bu kurallar bütünlüğü, bizim de bir “muhasebe ve murakabe” gözüyle amel defterimizin alacaklar ve borçlar yekûnunu görmemize kapı açıyor. Münker ve Nekir ile sağlam kayıtlara dayalı bilânçolarımızda, borçlarımız ve alacaklarımız görülmeli.

Borçlar hanesi üzerinde durmak istiyorum. Naçizâne borçlanmaktan yanayım. Sağlam bir borçlanma yapalım diyorum. Karşılığında varsa menkul ve gayr-i menkullerimizi ipotekleyelim. Yani sosyal, fikrî ve sathî bilgi ve kabiliyetlerimizi borca karşılık ipotekleyelim.

Neleri borçlanalım?

İsterseniz bir liste çıkaralım. Önce mevcut borçlardan gidelim.

Borçlandığımız en büyük varlık hayatımız. Bu, bize lütfedildi. Karşılığında “Bir fiyat” isteniyor. Yani borcumuz oluşuyor. Ebedler ülkesine yolcu ve dünya durağında misafir olan insanlara bir hazine verilmiş, karşılığında ise borçlandırılmış.

Bu borcumuzu tamamen ödeyebilir miyiz?

Mümkün değil. Öyleyse hedef, en azından teşekkürü en üst kalitede sunmak. Şükür tadında kanaat etmek. Bütün faaliyetlerimizi “Bismillah” ile başlatıp, “Elhamdülillah” ile tamamlamak ve rahatlamak. Bir de başlangıçla sonuç arasında düşünerek, faaliyetlerin zihnî odağına hayatı veren, Muhyî isminin tecellisi ile bize hayatı bahşeden Rabbimizi idrak etmek.

Başta Bismillah ile zikir, ortadan fikrederek tefekkür ve sonunda Elhamdülillah diyerek şükür etmek, borçlandığımız alanı ve borcumuzu nasıl ödeyeceğimizin bütün detaylarını veriyor.

Zikir, fikir ve şükür. Üç önemli kavram.

Gelin, hayatı kavramlarla borçlandıralım. Ömür defterinde kavramlara başlık açalım ve borçlanalım.

Risâle-i Nur’daki kavramlarla borçlanıp; onları okumaya, araştırmaya, anlamaya ve yeni mânâlarını çözmeye çalışalım.

Hayatı kavramlarla borçlandırdığımız takdirde, kavramlarla yaşamayı, temel kavramlarla öğrenmeyi ve zihnî inkişafın tefekkür yolunu açmayı başarmış olacağız.

Öncelikli birkaç kavram etrafında kabiliyetimizi ve fıtratımızı doğru okumaya ve bu alanda boçlanmaya ne dersiniz?

Zikir, fikir, şükür, ihlâs, teavün, tearüf, uhuvvet, sünnet, kader, ruh, vicdan, akıl, dimağ, terakki, tefekkür, acz, fakr, şefkat, teşebbüs, hürriyet, iman, İslâm, ahiret... uzayıp giden kavramlar dizisi.

Bunların birinden başlayıp, künhüne vakıf olana kadar çalışıp, araştırma mahsulü Risâle-i Nur dürbünü ile Kavramlar Mutfağı kurmaya ne dersiniz?

Eminim, böyle bir mutfaktan çıkan kavramlarla daha lezzetli fikir gıdası alınacaktır.

02.09.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri