Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 11 Kasım 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Abdurrahman ŞEN

Ah şu TV dizileri...



Özel televizyonların yerli televizyon dizilerine ağırlık vermesinden sonra itiraf etmek gerekir ki;—dizi diliyle söylersek—tam da bir dizi manyağı olup çıktık! Milletçe…

Oysa… Halit Refiğ ustanın TRT için çektiği Aşk-ı Memnu ile 32 yıl önce başlamış saydığımız TV dizileri içinde öylesine kaliteli, öylesine toplumu kucaklayıcı ve herkesin ortak beğenisini kazanan dizilerimiz olmuştu ki… “Küçük Ağa”, “Kuruluş”, “Kartallar Yüksek Uçar”, hassas bir döneme yetiştirilen “Belene” ve daha yakın zamandaki “İkinci Bahar”, “Asmalı Konak”, “Bir İstanbul Masalı”, “Ekmek Teknesi” vb. gibi… Bu isimlere ne yazık ki birkaç ekleme daha yapabiliriz…

Bu sınırlamadan sonra, geriye kalan dizilerin hepsini de “at çöpe” mantığına mahkûm edecek değiliz… İçlerinde çok iyi niyetle başlayıp çarklara kurban olan başarılı çalışmalar da var… Baştan sona izlenip kendi halinde süresini tamamlayan da… Elbette neden yapıldığı, niye çekildiği bir türlü anlaşılamayanlar da var.

Bazı diziler ne yazık ki; toplumun hassas olduğu kimi konulara “farklı” yaklaşımlar sergileyerek diziyi toplumun ağzına düşürmeyi ve oradan seyirci yakalamayı deniyorlar… Bu yakalamayı başaranlar uzun soluklu olurken, onları yüzeyden taklide yeltenenler de topluma ve insanlara verdikleri maddî-mânevî zararla kalıyorlar… Ama kendi banka hesaplarını şişirerek!

Bu olumsuz manzarayı en iyi biçimde, “Çocuklar Duymasın” dizisiyle adını duyuran senarist ve yapımcı Birol Güven: “Bu diziler Türkiye gerçeklerini yansıtmıyor. Bir yabancı, bizim kanallarımızda zapping yapsa Türkiye’nin yüzde 60’ını yoğun bakımda, yüzde 40’ını kanserli sanır!..” sözleriyle tasvir etti.

Bu “farklı” yaklaşımları sebebiyle toplumun da hoş karşılamadığını RTÜK’e yapılan şikâyetlerden anladığımız dizilerin özellikle–sadece daha çok izlenebilme adına—ölümcül hastalıkları, hastane odalarını ana konu yapmaları ne kadar dikkat çekiyorsa, izlenme oranlarının artması da bir o kadar dikkat çekiyor!

Demek oluyor ki… Millet olarak; “Hem RTÜK’e kadar şikâyet ederim hem de sonuna kadar izlerim!” yaklaşımı söz konusu orta yerde…

Bu durumun ne kadar ahlâkî olduğunu tartışmak değil derdim… Sabahtan akşama kadar tekrarlarıyla, akşamları da yeni bölümleriyle hayatımızı teslim alan dizilerin üzerinde birazcık düşünmemizi sağlamak… Belki böylece dizi sektörüne yön verenler de istismara açık alanlara dalmak yerine faydalı konulara, televizyonların aslî görevlerini de hatırlayarak eğilirler…

Geçen sezonda sevgili Ahmet Yenilmez kardeşimin, onca sağlık sorunlarıyla boğuşurken bir yandan da TRT’ye çektiği “Kınalı Kuzular” dizisinden sonra bazı TV kanallarının, bu sezona, benzer çalışmalarla girmeleri elbette sevindirici… Ama devamının gelmesi de daha bir sevindirici olur doğrusu… Konu ve kahraman açısından bir sıkıntımız yok ki!

Yani… Güncel siyasî ortamdan dolayı tarihini ne kadar bilmediğini ucundan kıyısından anlamaya çalışan milletin iştahından istifade için değil de gerçekten topluma hizmet için tarihimize eğilmeli yapımcılar…

Üzerinde bu kadar söz etmekte olduğumuz TV dizilerinin nasıl bir çark etrafında döndüğünü de Sabah’ta bir ay kadar önce yayınlanan konuyla ilgili ve Bedia Ceylan Güzelce, Hande Şarman, Barış Erdoğan imzalı yazı dizisindeki şu satırlardan birlikte öğrenelim mi:

“TV’ler, gelirlerinin üçte ikisini prime time saatlerinde yayınlanan yerli dizilerden sağlıyor. Dizi başına 500 bin dolara yakın reklâm alan diziler, son beş yılda 600 milyon YTL’yi aşan dev bir sektöre dönüştü.

“Neredeyse tek ‘sosyal faaliyeti’ televizyon izlemek olan Türk insanı kültürel olarak kendi yaşantısına örf ve âdetine yakın gördüğü yerli televizyon dizileriyle yatıyor, onlarla kalkıyor. ‘Avrupa Yakası’ ile kahkahalara boğuluyor, ‘Kurtlar Vadisi’yle Türkiye’nin siyasî ve mafyatik gündemini izliyor, ‘Bıçak Sırtı’yla rüyalar âlemine dalıyor. Ailenin bir arada izleyebileceği formatta hazırlanan diziler, hayatımızda öylesine etkili ki, dizinin repliklerine göre espri yapıyor, yayın akışına göre yemek saatlerini ayarlıyor, eş dost ziyaretlerinin günlerini belirliyoruz. Herkesin bir dizisi, herkesin kendisiyle özdeşleştirdiği bir dizi kahramanı var. /…/ TV’de yılda kaç yeni yerli dizi yayına girdiği sorusuna net cevap verebilecek kimse yok. Reyting yarışında başarısız olanlar ya da yorgun düşenler gözlerinin yaşına bakılmadan yayından kaldırılıyor. /…/ Medya Takip Merkezi’nin rakamlarına göre, 2007’nin ilk sekiz ayında yeni, eski ya da tekrar olarak atv’de 35, Fox’ta 34, Show’da 37 yerli dizi gösterildi.

“TNS Piar adlı araştırma şirketinin yaptığı bir araştırmaya göre; Türk halkının yüzde 87’si yerli dizileri izliyor. Hal böyle olunca yerli diziler, TV kanallarının iştahını kabartıyor. RTÜK standardına göre, yayıncı kuruluş 90 dakikalık bir dizinin içine dört reklâm kuşağı sokabiliyor. Eli yüzü düzgün yüzde 7.5’in üstünde reyting yapan bir dizinin tek bölümü kanala 500 bin dolara kadar gelir getirebiliyor. Aslına bakacak olursak, televizyon kanalları finansmanlarının yaklaşık üçte ikisini prime time (televizyonların en çok izlendiği 20-23 arası) saatlerinde yayınlanan dizilere borçlu. Diğer bir deyişle TV’ler dizi yarışına girmeye mahkûmlar. Dizi piyasası yıllık 600 milyon YTL’nin üstünde ciro yapan dev bir pazar. Bir dizi filminin tek bir bölümü ortalama 100 ilâ 150 bin YTL’ye mal oluyor. Büyük bir starın oynamadığı kaliteli bir dizi için yapımcının bölüm başına en az 175 bin YTL’yi gözden çıkarması gerekiyor. Bir dizide teknik ekibinden oyuncusuna, set asistanından montajcısına yaklaşık 70 kişi çalışıyor. Film ekibinden yaklaşık 35-40 işçi sette arka planda görev yapıyor. Genelde dört senarist diziyi yazıyor, yedi stüdyo elemanı montaj, kurgu seslendirme işleriyle uğraşıyor, üç kişi ise ofisle saha kadrosu arasında ilişkiyi sağlıyor.

“/……./ Set işçileri ve oyuncular zor koşullarda haftada 5-6 gün 15-16 saat çalışıyor. Setteki en ucuz işçi haftada 350 ila 500 YTL arası kazanıyor. Ücretleri Türkiye ortalamasının üstünde olsa da işleri düzenli değil. Her an işsiz kalabilirler. Senaristler ise dizinin cirosunun yüzde beşini kendi aralarında paylaşıyorlar. En çok izlenen TV kanalları, yapımcılara, dizi başına 180 ila 220 bin YTL arasında ücret ödüyor. Başrol oynayan çok tanınmamış bir dizi oyuncusu bölüm başına haftada 3 ila 10 bin YTL kazanıyor. Kurtlar Vadisi ve Aliye gibi çok tutan dizilerin starlarının ücretleri ise haftada 25 ila 70 bin YTL’ye kadar varabiliyor.”

Manzara böyle… TV dizileri öylesine para kazandırabiliyor ki içindekilere… Trilyonluk borçlarını ödeyebilmek için “oyunculuk yok” diye eleştirdikleri TV dizilerinde oynamak zorunda kaldıklarını ifade eden çok değerli sinema ve tiyatro oyuncularımızın varlığını da biliyoruz… TV dizileri çekerek kazandıklarıyla sinema filmi yapıp, “san’ata katkı” tasası taşıyan yönetmenlerin varlığını da biliyoruz…

Ekran başındakiler önlerine konanı seçerse ve bunu belli ederse…

Ekran arkasındakiler de sadece “reyting” ve “para” kaygısından başka kıstasların da olması gerektiğini hatırlarlarsa… Bu yıl bir tökezleme içinde olan TV dizi sektörümüz bundan sonraki zamanlarda daha kaliteli, daha kalıcı ve topluma daha faydalı dizilere imza atabilirler…

Beklentimiz budur.

11.11.2007

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Meşrepler farklı da olsa, aynı dâvâ etrafında kenetlenmek



Hoşgörüde, affetmede, müsamahalı davranmada biraz cimri, biraz muktesit mi oluyoruz bilemiyorum. Sevgi ve muhabbetli yaklaşımlarımızda bir eksiklik mi var acaba? “Muhabbet fedaisi” olabilme ideâlimizden sapmalarımız mı oluyor bilemiyorum...

Çoğu zaman bize benzeyen insanları tercih ediyoruz. Huyu huyumuza benzeyen, mizacı mizacımızla örtüşen, meşrebi meşrebimize yakın insanları seviyoruz. Hep onlarla teşrik-i mesâi yapmayı arzuluyoruz.

Bize benzemeyen, bizim gibi düşünmeyen, değişik meşrebi, mizacı olan insanların ne kadar takdire şayan, ne derece gıpta edilecek kabiliyetleri, tutum ve davranışları da olsa çoğu zaman yanımızda bir kıymeti, bir değeri olmuyor.

Bu bencil, bu yanlış yaklaşım ve tutumlarımızın tabiî bir sonucu olarak yalnız, dostsuz kalıyoruz; çevremizde eğriye eğri, doğruya doğru diyebilecek basireti ve cesareti gösteremeyen, bize benzeyen sınırlı sayıdaki insanlar kalıyor.

Hele bir de işin içine nefis ve hevâmız, tehevvür ve öfkemiz girince, işler iyice çığrından çıkıyor, yakıp yıkıyoruz. Etrafımızdaki insanlar en yakın dostlarımız da olsa kırıp dökmekten çekinmiyoruz.

Halbuki hak ve hakikat bunu mu istiyor? Yüce dinimizin emir ve tavsiyeleri böyle davranmamızı hoş görüyor mu? “O takva sahipleri ki öfkelerini yutanlar, başkasının kusurlarını affedenlerdir” kelâm-ı İlâhî’sini dikkatlice tefekkür etmede fayda var.

Müttakî bir kul olabilmenin yolu, terk-i kebâir ile beraber amel-i salih sahibi olmanın gayretinde olmak ve bir de yukarıda zikrettiğimiz âyette geçtiği gibi “öfkelerimizi dizginlemek” ve “başkalarının kusurlarını affetmek”tir.

Evet bütün mesele, öfkemize kapılmadan, his ve hevesimize takılmadan, nefis ve hevamıza uymadan, birbirimize sevgi ve muhabbetle yaklaşmak, hoşgörü ve müsamaha ile muâmelede bulunabilmek...

Kudsî bir dâvâyı dâvâ edinen, ulvî bir dâvâya baş koyan insanlar için böyle olmaktan başka bir çare, bu şekilde yapıcı ve tamir edici alışkanlıklara sahip olmaktan başka bir yol görünmüyor.

Hata ve kusurlara karşı gözlerimizi, kulaklarımızı kapatabilmek... İncitici, kırıcı söz ve davranışlardan uzak durmak... Rencide edici, kem söz ve hareketleri sineye çekebilme olgunluğunu gösterebilmek... Kırmamak, kırılmamak... Sabır ve tahammülü şiâr edinmek... Böyle olmak, böyle olabilmenin gayretinde olmak, hem şahsımıza, hem de mensubu bulunduğumuz kudsî hizmetlerimize çok şeyler kazandırır.

Efendimiz (asm) böyle yapmış. İnsanlara öyle davranmış. Kur’ân, nasıl emir ve tavsiye etmiş ise, insanlara öyle muâmelede bulunmuş.

O (asm), cesaret ve şecaat timsâli amcası Hz. Hamza’yı katleden Vahşi’nin pişmanlığını, nedametini sabırla dinleyerek, onu affettiğini beyan ederek, bu yaklaşımı sayesinde onun sahabe saflarına girmesine, hidayetine sebep olmuş.

O, mescide bevledecek kadar âmî ve gabî olan bir insanın, bu hareketine nazar-ı müsâmahâ ile bakarak, ona hoşgörü ve sevgiyle yaklaşarak, din-i mübine iyice ısınmasını sağlamış.

Yine o (asm), hiç çekinmeden, korkmadan kendisinin huzuruna gelerek zina yapmak istediğini söyleyen, bunun için kendisine izin verilmesini talep eden bir insanı, kızmadan, sabırla dinleme nezaketini gösterdikten sonra, onun anlayacağı bir lisanla gerekli cevabı vererek, hemencecik o anda bu çirkin işten vazgeçmesini sağlamış.

Evet işte böyle... Dini ve dinin güzelliklerini neşir ve tebliğ ile vazifeli olanlara Resûlullah’ın (asm) örnek yaşantısından küçük bir kesit...

Bu meyanda, bu asırda rehber olarak kabullendiğimiz Bediüzzaman’ın hayatına ve uygulamalarına baktığımızda, onun da her konuda olduğu gibi, müsamaha ve hoşgörü gibi konularda da Efendimizin (asm) yaptığını yapmaya çalıştığını ve o istikametteki bir tutum ve davranış içinde bulunduğunu görmekteyiz.

Söz gelimi, onun önemli prensiplerinden ve olmazsa olmazlarından saydığı, “müsbet hareket” diye adlandırdığı düsturun bir gereği olarak, kendi şahsına yönelik bütün taciz, tahkir, tahrik, haksızlık ve hakaretlere hep nazar-ı müsâmahâ ile baktığını ve hatta bunu yapanları affettiğini görüyoruz.

Hasımlarına karşı böyle hep nazar-ı müsamaha ile bakan, onlara hoşgörü içinde muâmelede bulunan Bediüzzaman’ın, yakınlarına ve dostlarına tolerans ve müsâmahânın ötesinde çok sıcak ve kucaklayıcı bir şefkat ve muhabbetle yaklaştığını müşahede ediyoruz.

Bediüzzaman, imanı olan herkesi, hangi cemaatten, hangi mezhepten, hangi meşrepten olursa olsun, hepsini “kardeş” olarak ilân ediyor, onlardan bilerek bilmeyerek sudûr eden bütün kusur ve hatalarına da nazar-ı müsâmahâ ile bakıyor.

Muhabbet ve hoşgörünün bir sembolü olan Bediüzzaman’ın, yakın talebelerine karşı bir anne-babadan, bir nesebî ağabeyden daha çok sevgi ve şefkatle muamelede bulunduğunu görüyoruz.

Onlara hep, “Aziz, sıddık, kahraman, fedakâr, berzah yolunda can yoldaşlarım...” gibi övgü dolu ifadelerle hitap ettiğini, serapa şefkat, muhabbet kokan mektuplarından anlıyoruz.

Bilerek veya bilmeyerek onlardan sudûr eden hata ve kusurlara karşı, hizmetlerimize bir zarar gelmesin diye, uygun bir lisanla ikazını yaptıktan sonra akabinde de tebrik ve taltif ifadeleriyle onları okşar ve şevke getirirdi.

Fıtratın bir gereği olarak, talebelerinin kendi aralarında vukua gelen en küçük bir problem veya anlaşmazlığa talebeler arasındaki uhuvvet ve tesanüde zararı olur mülahazasıyla, hemen müdahalede bulunur “Sakın sakın, münakaşa etmeyiniz, en ufak bir münakaşanın bile hizmetlerimize zararı büyüktür” diyerek ikazda gecikmezdi Bediüzzaman.

Yine böyle durumlarda o büyük insan, “Binlerce haysiyetimi, kardeşler arasındaki uhuvvete feda ederim” diyerek bu hizmetlerde kardeşliğin önemini dile getirirdi. Yine hâdimler arasında bir nazlanma, bir soğukluk hissedince, “Sarfedilen bütün çirkin sözleri kendi üzerime alıyorum, çabuk barışınız” derdi. Yine iki şakirt arasındaki bir münakaşayı işittiğinde, bir tarafı teskin etmek için; “O kardeşimizin bin kusuru da olsa, onun eski hizmetleri onu affettirir” diyerek sükûneti sağlardı.

Bediüzzaman’ın bu ve benzeri tutum ve yaklaşımlarından anlıyoruz ki, çekinmelerin, dargınlıkların, kırgınlıkların olduğu zeminlerde sağlıklı, istikametli, kalıcı hizmetlerin olması mümkün değil. Etkili, kalıcı, gerçekçi bir hizmetin yolu, sevgiden, kardeşlikten, hoşgörüden geçiyor.

Bediüzzaman talebelerine böyle davranmakla, farklı meşrep ve mizaçtaki Nur hadimlerini aynı hizmet havuzunda, aynı gaye ve dâvâ etrafında kenetleyerek yıllarca bu kudsi hizmete hadim eylemiştir. Ne mutlu o hizmet erlerine...

11.11.2007

E-Posta: [email protected]




İslam YAŞAR

Faruk Nafiz Çamlıbel



Edebiyatımızın büyük şairlerinden biri bu isim.

Büyüklüğü, isminin uzun olmasından değil elbette. Devletin yıkıldığı, milletin dağıldığı, cemiyetin karıştığı, san’atın saltanatının çöktüğü, edebiyatın itibarını yitirdiği bir zamanda edebiyata tutunarak ayakta kalıp san’ata sarılarak büyüyebilmesinde.

1898 yılında İstanbul'da doğmuş Faruk Nafiz. Anne ve baba tarafından köklü ailelere mensup olduğu için onların da itinasıyla iyi bir eğitim görmüş ve daha talebelik yıllarında yazdığı şiirlerle dikkat çekmiş.

Daha sonraki yıllarda gazetecilikten, lise öğretmenliğinden, milletvekilliğine kadar içtimaî hayatın hemen hemen her safhasında vazife almış, saraylarda da yaşamış, zindanlarda da.

Fakat hayattan vazgeçtiği zamanlarda bile şiirden vazgeçmemiş.

Yaşadığı zamanda, milletin san’at hayatı da büyük sarsıntılar geçirip edebiyat kapanın elinde kalmasına, şiir kişilere ve gruplara göre değişik şekillerde telâkki edilmesine rağmen o cazip sathiliklere değil, hakikate, asalete itibar etmiş.

Meselâ zamane san’atkârlarının yenilik peşinde koşarak Batılı usûllere meylettiği, yazarların fikirlerini nazımdan ziyade nesirle anlattığı, bazı şairlerin, asırlarca kullanılarak yerleşmiş şiir kaidelerini bırakıp kaidesizliği kaide hâline getirdiği bir zamanda o eski usûlleri kullanmakta ısrar etmiş.

O zamanda ekser şairlerin itibar ettiği muteber teâmüllerin aksine en büyük itinayı da, nazmın en küçük birimi olan mısraa göstermiş ve o nisbette de büyümüş.

Hem de değme şairi beğenmeyen ve kusursuz gibi görünen şiirlere bile pâye vermeyen büyük şair Yahya Kemal'in herkesten esirgediği taltifine ve takdirine mazhar olacak kadar.

***

"Bir lübbüdür cihanda elezz-i lezâizin,

Her mısra-i güzidesi, Fârûk Nâfiz'in."

Yahya Kemal, işte böyle demiş Faruk Nafiz'in şiirleri için.

Bu mısralar, sadece bir şairin, başka bir şairi şâirâne ifadelerle taltif ve takdir etmesi değil, bir liyakatin tes'îdi, hakikatin tescili ve kazanılan merhalenin tesbitidir.

Çünkü Faruk Nafiz, şiirin fıtrî kaideleri içinde kendine has bir üslûp geliştiren ve onu bir imza hâlinde hem mısraların her birine, hem de manzumenin bütününe vurabilen bir şairdir.

Kendisi Halk edebiyatı tarzında yazdığı şiirlerle iştihar edip hececi bir şair sayıldığı hâlde, bunu Divan edebiyatı nazım şekilleriyle yazdığı manzumelerinde de yapmış ve başarmış.

Zaman içinde katettiği şiir merhaleleri, şiirlerinin hissî, edebî, içtimâî, hamasî, tabiî, millî ve dinî konuları işleyen muhteva çeşitliliği bile bu başarıya halel vermemiş. Bu sayede yalnız şiirlerinin bütünü değil, herhangi bir mısraı, herhangi bir yerde görüldüğü zaman, ismi olmadan da tanınabilen ender şairlerden biri olmuş.

"Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı,

Bir dakika araba yerinde durakladı.

Neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar,

Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar...

Gidiyorum gurbeti gönlümde duya duya,

Ulukışla yolundan orta Anadolu'ya.

İlk sevgiye benzeyen ilk acı, ilk ayrılık!

Yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık,

Gök sarı, toprak sarı, çıplak dağlar sarı...

Arkada zincirlenen yüksek Toros dağları,

Önde uzun bir kışın soldurduğu etekler,

Sonra dönen, dönerken inleyen tekerlekler..."

Meselâ, lise yıllarında edebiyat derslerine biraz ilgi duyan herkes, bu mısraları duyduğu anda, şairin ismini veya şiirin adını görmese de bunların Faruk Nafiz'in Han Duvarları şiirinden alındığını bilir.

Şair, Ankara'da bir süre gazetecilik yaptıktan sonra Edebiyat öğretmeni olarak tayin edildiği Kayseri'ye giderken, Ulukışla yolunda yaşadığı hadiseleri ve taşıdığı hâlleri anlattığı bu uzun manzumesinde iki farklı edebiyatın özelliklerini mezcetmiş.

Mezkûr mısralarda da görüldüğü gibi şiire, Divan edebiyatı tarzında ve beyit birimi ile başlayan Faruk Nafiz, uzun süre arabayı, yolları ve gördüğü yerleri tasvir ederek memleket gerçeklerine dikkat çekmiş.

Okuyanların, şiirin hep böyle devam edeceği zehabına kapıldıkları sırada manzumenin ilerleyen safhalarında kaldığı bir han odasının duvarında 'bir şair arkadaşa' rastlamış.

"On yıl var ki ayrıyım Kınadağı'ndan

Baba ocağından yar kucağından

Bir çiçek dermeden sevgi bağından

Huduttan hududa atılmışım ben"

Şair, cephede yaralanıp hasta düşerek memleketine dönen Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış adlı bir askere atfettiği bu mısralarda Halk edebiyatının koşma tarzının şekil özelliklerini kullanmış.

Fakat bunu hem şekil hem de mânâ cihetiyle öylesine fıtrî bir tarzda ve başarı ile yapmış ki, bu şekil ve âhenk farklılığı manzumenin muhtevasına hâkim olmuş.

Nitekim şair de bir manzum hikâye özelliği taşıyan şiirin akışını o askerin yolculuk macerasına göre ayarlamış ve gittiği yerlerde konakladığı han odalarının duvarlarında o dörtlüğün devamını aramış.

Her seferinde de bulmuş.

Maraşlı askerin, adını ve nâmını verdiği dörtlüğü okuyunca, bunun koşmaların son dörtlüğünde yapıldığını bildiği için onun akıbetinden endişe eden şair, hancıya onu sormuş.

Hancıdan, "Hana sağ indi, ölü çıktı geçende" cevabını alınca 'Maraşlı'nın kara haberi' ile gönlü yanan şair, kendisinde yaşadığı maceraları anlatmaya devam etme gücü bulamamış olmalı ki manzumesini, köy yollarının ve han duvarlarının hafızasında bıraktığı izleri ifade ederek bitirmiş:

"Ey köyleri hududa bağlayan yaslı yollar,

Dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar!

Ey garip çizgilerle dolu han duvarları,

Ey hanların gönlümü sızlatan duvarları."

***

Zindan Duvarları...

Faruk Nafiz'in hayatında, Han Duvarları'ndan daha hazin izler bırakan dörtlüklerini topladığı eserinin adı bu.

Şair, Han Duvarları'nın dışında, Bir Ömür Böyle Geçti, Gönülden Gönüle, Dinle Neyden, Elimle Seçtiklerim, Heyecan ve Sükûn, Akıncı Türküleri, Tatlı Sert, Yaz Yağmuru, Akarsu, Yayla Kartalı gibi çeşitli türlerde pek çok eser vermiş.

Memleket Şiirleri, Aşk Şiirleri, Düşünce Şiirleri gibi sınıflara ayırdığı şiirlerinde de Çoban Çeşmesi, San’at, Fetih'e Kaside, Sina'ya İnen Nur, Hamd ü Sena gibi eserlere yer vermiş.

Lâkin hiçbirinde, yazarken de okurken de Zindan Duvarları'ndaki kadar derin bir hüzün ve elem hissetmemiş. Çünkü o küçük dörtlüklere, Yassıada zindanlarında yaşadığı elim acıları sığdırmaya çalışmış.

1946 yılında Demokrat Parti'den İstanbul Milletvekili seçilen Faruk Nafiz, girdiği her seçimi kazanarak milleti temsil etme vazifesini 27 Mayıs 1960 ihtilâline kadar devam ettirmiş.

İhtilâlden sonra, bütün Demokrat milletvekilleri ve ileri gelen teşkilât üyeleri gibi o da bazı hayalî suçlar isnat edilerek sorgusuz sualsiz götürülüp Yassıada zindanlarına atılmış.

"Ya gezen bir ölü, yahut gömülen bir diriyim,

Mumyadır canlı da, cansız da bu kabristanda,

Gömdüler ruhumu yüz bir sene mahkûm gibi,

Cismim ayrılsa da ruhum kalacak zindanda."

Kendisinin o zaman yazdığı bu mısralarla da ifade ettiği gibi Yassıada'da, büyük acılar çekmiş, işkenceler görmüş, hakaretlere maruz kalmış. On beş ay kadar sonra beraat ederek cismen ayrılmış.

Lâkin bu zaman içinde ruhu öylesine onulmaz yaralar almış ki, Yassıada zindanlarında kalmışçasına o elim acıları ve dehşetli zulümleri gittiği her yerde yaşamaya devam etmiş.

Oradaki diğer maznunlar gibi onun da zamanının ekseriyeti tecrit koğuşlarında lâl kesilmiş nöbetçi askerlerin ve taşlaşmış merhametsiz subayların abus çehrelerine bakarak geçmesine rağmen bazı maznunların kendisinden çok daha fazla eziyet gördüğünü hissetmiş.

Onların içinde maddî ve mânevî yönden en dehşetli mezalimi yaşayanlar da Menderes, Polatkan ve Zorlu olduğundan kendisinden ziyade 'Memleketin tığ gibi Genç Osmanlarına yanmış.'

Çünkü oraya girdikleri günden itibaren hiç akıllarından çıkmayan, ender de olsa bir araya geldiklerinde fısıltı hâlinde konuştukları, gece de rüyalarında gördükleri o meş'um neticeyi hepsinin adına onlar yaşamışlar.

Bütün dehşetiyle yaşandığı hâlde bir türlü anlatılamayan, belki de hiç anlatılamayacak olan Yassıada mezalimini birkaç mısra ile yaşamayanlara hissettirmeye çalışmış:

"Gün doğar. Sohbetimiz yalnız ölümdür adada.

Gün batar. Uykuda rüyamız ölümdür yalnız...

Dersiniz böyle cehennem mi olur dünyada?

Çok değil, bir gecelik bizde misafir kalsanız!.."

***

8 Kasım 1973.

Faruk Nafiz'in ruhu ancak o tarihte kurtulabilmiş Yassıada zindanlarından.

Sonsuzluk diyarına gitmeden evvel, hâlâ kanayan ve sızıntısı kıyamete kadar dinmeyecek olan Yassıada yarasının perdelerini aralayarak zindanlarda yaşanan mezalimi bir nebze anlatabildiği için de müsterihmiş.

'Ezeli varlığa candan vurulan bir aşık' olduğunu hep hissetmesine ve arada bir bazı şiirlerinde dile getirmesine rağmen, o aşkın icaplarını hakkıyla yerine getiremediğini de müdrikmiş.

Yaşadığı süre içinde sık sık hatırladığı bu eksikliği ömrünün sonlarına doğru hızlı bir şekilde telâfi etmeye çalışırken, başkalarının aynı hataya düşmemeleri için bir şeyler yapmak istemiş.

Hayatının yegâne meziyetinin şairliği olduğunu, gelecek nesillerin de ömrünün meyvesi olan şiirlerini okuyarak kendisini yâdedeceklerini düşündüğünden bunu da şiirle yapmak istemiş.

Bu maksatla Han Duvarları'na karaladığı mısralarından tanıdığı Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış hissiyâtıyla Zindan Duvarlar'ına 'Sonsuz Rüya'yı kazımış:

"Ezelî varlığa candan vurulan aşıklar,

Ses alır tâ ötesinden ebedî dünyanın.

Yerin altında devam etmesidir bence ölüm,

Yerin üstünde görüp geçtiğimiz rüyânın."

11.11.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

İkindi olmak



Bir rüku halidir ikindi namazı. Belini doksan derece kırmış, yere bakan, toprağa odaklanan bir seyrin, kürenin merkezine paralel inerek nuranî sütun Kâbe’ye odaklanıldığı nazarî hat ve andır.

İkindi, rükudur. Eller, dizkapaklarını kavrarken, ikindide durmanın hususiyet halini ruha verir. Günün ikindisi, zamanın ikindisi, alemin ikindisi, duygu ve kalbin ikindisi yaşanır o anda, o zamanda, o niyazda.

Beli bükülmüş ihtiyarlıktır ikindi. Zamanın son çeyreği, akıp giden işin gevreği ve kemâle ermiş öğleden sarkan son belirtilerin hüznü.

İkindi olmak, sonbahardır. Kıvamında bir olgunluğun, kalben dünyadan kopuş emarelerinin yaşandığı, eseflenmenin ibretlik öğretilere dönüştüğü bir hazım dönemidir. Bir hazm-ı nefs tecrübesidir.

İkindi olmak, güneşin aydınlığını yavaşça akşama doğru rotaladığı, kızıllığın aydınlığını çaktırmadan sardığı ve gölgelerin gerçeği geçmeye başladığı bir yansımadır.

İkindiden sonra, gölgeler, boy aynasını geçer. Öğle gerçeğindeki bire bir (1/1) ölçeği, paydanın büyüyen değeri ile birlikte, sonucu küçültmeye başlar. Zaten gölge büyüdükçe, gölgeyi oluşturan varlığın değeri küçülüyor demektir. Yani guruba/batışa/tükenişe gidiliyor demektir.

Güneş, yatay düzleme doğru batışın izdüşümünde, zeminle paralel bir hal alırcasına insanla yüzleşiyorsa, yüzyüze bir hal alıyorsa, gidişi yakındır.

İşte ikindi olmak, ikindiye dururken, yani beli büküp, beraberinde nefsin hortumunu eğercesine kırılganlığına ve yeni vaziyetine ruhen ve vicdanen alışıyorsak, biz ikindiyiz, biz ikindideyiz, biz ikindi olmanın farklı hüznünü ve masumiyetini yakalamışız demektir.

Takribî ömrün muhtemel son çeyreği yaşamaya namzet bir halette, kalben terk edilen dünyayı, kesben/iş anlamında da yavaş yavaş terk etme halidir. Neyi yapıyorsak, bundan sonra onu devretme, onu başkalaştırma, onu başkasına bırakma ve kendine çekilme sürecine girme halidir. Tıpkı güneşin ikindi sonrası yavaş yavaş çekilişi gibi.

Yeniden doğuş, geceyi yaşamakla başlar. Sabahın irkilişi değil, dirilişi olmanın yolu ikindiyi anlamaktan ve sonrasına ait olma şuurundan geçer.

İkindi dönemi, yani ikindiyle başlayıp, gün batımı ile biten süre, gündüzün son çeyreğidir. Cismanî aydınlığın, kararacak gece içinde kendi nuraniyetini yaşamaya başlayacağı geçiş ve intibak mevsimidir. Hazan denilse de mahzun olmadan, ürkmeden kendini emanet sahibine ait hissederek dönüşümün getireceği haşir numunelerine, yeni aydınlıklara, yeni başlangıçlara hazırlanma izanıdır.

İkindi olmak, namazın dizine dokunmuş, onu bağlamış, her şeyi arkasına almış, önüne ve arkasına bakmayan, bilmânâ gireceği kabrin toprağına derin bir nazarla bağlanmış bir tefekkür ve kulluk şahestesi ile “Sübhane rebbiyel azim” deme şahikasıdır.

Bir tutuştur, kendini, nefsini zaptederek. Rabbi adına kendine bağlanma ve farklı bir pozisyonda, hem ayakta, hem beli bükük, hem yere nazır, hem de çevreden kopmuş bir haleti ruhiye ve niyaz abidesi bir sebatla rükuu yaşama, ikindi olma ve sonrasında akşamın karanlığına kapanmak üzere kıyama kalkıp, dik durup akabinde eğilmek ve toprağa yüz sürecek bir berzah hazırlığına gidiştir.

Berzahın yaşanacağı uzun bekleyişe, son kez hazırlanma, son hareket alma ve sonrasında kıyametin kıyamını bekleyene dek, iman deposu ve amel cihazı ile soluklanıp, ruhanî lezzeti tatma hazırlığıdır.

İkindi, 50 yaş sonrası bir dönemdir belki de. Erkence uyanma, zamanında ahirete boyanma ve yeni bir hal ve etvarın tercümesi olma bahtiyarlığıdır. İşi, eşi, aşı, maddî ve manevî meşguliyetleri tekrar muhasebe ve murakabe etme tefekkürüdür.

İkindi, akşama hazırlamalı. Bir kabulle yola çıkmalı. Dirilmek üzere fani damgasının tecelli edeceği ana götürmeli. İkindi öncesini yaşamamışların, ikindi sonrasına devredeceği dünyevi meşguliyetler, hırslar, makam mansıp ve tatminsiz arayışlar, çoğu zaman beyhudedir. İkindiyi tatma zevkinden ve ikindi olma kalitesinden mahrum bırakır.

İkindi olmak, namazın ikindisinde, devri âlemin son aydınlık çeyreğinde göz kapamaya, ebedî bir istirahata hazırlanmaya, dünyevî nevalelerden ve nefsin kandıran hilelerinden ve kontrol edilemez enaniyet vartalarından kurtulmanın son durağı, son servisi, son mevsimi ve son çaresidir.

Evet, bugün ikindiyi farklılaştırın. Planlarınızı, hayatınızın kalan basamağını ikindileştirin. Güneşinizin batımını, hayat direğinizin yavaş yavaş çöküşünü bizzat yaşayın, seyredin ve dokunun o eriyişe, mahviyete ve kurb-u İlahiye.

Bir “inkılâp başı” olarak ikindi, azgın taleplerin olgunca hırslandığı ve yanılttığı en kritik dönemdir. Masumca ihtirasların, geçmişi telâfi adına kendi mevsimini unutturacağı en hassas dönemdir.

İyisi mi, ikindiyle beraber ikindileşmek, akşamın yakamozu aya ışık veren güneş huzmelerini doyasıya seyretmek ve kendimize “Allah’a ısmarladık” deyip, kalben, şuuren ve irade olarak dünyayı terk etmek. Ve ahlâken ortaya koymakla, başkasına nümune olmak.

Bugün benim ikindime üç yıl kaldı. Hazırlanıyorum ikindime. Akşama hazırlayan ikindi kadar, ikindiye hazırlayan öncesini de iyi idrak etmek gerekiyor.

Nefs’ül emirde ikindimi karşılıyorum. İkindiye hazırlananlara müjdeler olsun.

11.11.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Meşveret heyetine veya kararlarına itiraz



Daha önce, sivil birer örgüt olan cemaatlerin, “Daire, zincir, tekerlek ve Y” olmak üzere dört sosyolojik yapılanmalarını nakletmiştik. Ve yalnızca “Daire”nin meşveret/demokratik bir yapı arz ettiğini de… İşlerini meşveretle yürüten grup ve cemaatlerde ise, yönetim ve güç liderin, önderin veya mümtaz şahsiyetlerin elinde değil, şahs-ı mânevîdedir. O da meşveretle tezahür eder.

Hiç şüphesiz meşveret/katılımcı yapı içinde olanların da çalışmaları, hizmetleri her zaman düzgün gitmeyebilir. Ki, zıtların biribirine karıştığı ve şiddetli bir imtihana tabi olduğumuz bu kararsız dünyada hiçbir şey dört dörtlük değildir. Ve unutmayalım ki, meşveret üyeleri beşerdir; hatâdan hâli değildir; şaşar. Yanlış görüş beyan etmeleri veya yanlış rey verip kararlar almaları mümkün ve vakidir. O takdirde de yaklaşımımız yine meşveretin esprisi ve esasları çerçevesinde olmalı ve şu esaslar göz önünde bulundurulmalıdır:

- Zaman cemaat zamanıdır. Cemaatin, topluluğun gücü, dâhî de olsalar ferdlerin gücünden daha üstündür. Cemaatte olan kuvvet, fertte yoktur.1 Ferd dâhî de olsa, cemaatin şahs-ı mânevîsine karşı sivrisinek kadar kalır.2 Şahıs ne kadar güçlü ve dâhî de olsa şahs-ı mânevîye (bütün cemaat bireylerinin oluşturduğu güce) karşı mağlûp düşebilir.3

- En kötü meşveret heyeti veya en basit meşveret hey’etleri, en iyi şahıslardan veya müstebitlerden/diktatörlerden daha iyidir. Çünkü, meşveret şeriattan bir parmak ayrılsa, padişahlık—şahsiyetçilik ve ferdîlik—yüz arşın ayrılır.4

- Meşverette hüküm, çoğunluğa göre verilir.5

- Meşveret isâbet etse iki, hatâ etse bir sevap alır.

- Meşveret etmek demek, zaten farklı görüşlerin, muhalefetin itiraz etmesi ve karşı görüş belirtmesi demektir. Karşıt görüşler ve düşünceler dahil, meşveret kararları kabul edilirse, çoğunluğa göre kabul edildikten sonra itiraz; meşveretin ruhuna aykırıdır. Ancak, muhalefet şerhi konabilir, istediğiniz kararların aleyhinde fikir beyan edilebilir.

- Meşveretin kararlarına itiraz etmek, reddetmek, meşveret hey’etini gayr-i meşrû ilân etmek bireyin hakkı ve haddi değildir. O halde, cemaatin feyzinden bereketinden, sevabından hisse alamaz! Hizmetler de güdük kalır. Kaldı ki, cemaatın şahs-ı mânevîsini temsil eden meşveretin hatâ ettiğine kim karar verecek, kim tesbit edecek? Ölçü ve mihenk nedir, müfettiş kimdir? Fertler mi, cemaat mi?

Herhalde fertler, cemaatin yanlış yapıp yapmadığını, yine meşveretin esprisine göre, isabetle teşhis edemez! Madem meşveret esastır, onun kararını da ekseriyet ve cemaat verecektir. Zirâ, ferdlerin gücü, görüş ufku, topluluğu ihata edemez.

Ayrıca, birçok ferdin aynı noktada birleşmesi de bir mânâ ifâde etmez. Çünkü, onlar tek tek ayrı kalmaları, yine bir güç oluşturmaz. Ki, mevhûm bir yapıları vardır. Kararlar mevhumlara göre değil, mâlûma ve eksere göre verilir...

- Meşveretin bir, şahsın hatası bin olur! Hangisine uymak lâzımdır? Meşveretin kararına mı, azınlığın verdiği veya tenkit ettiği hususlara mı?

Aslında, meşveret hatâ etmez! Zîrâ, “Meşveretin hüküm sürdüğü yerde, şüphelerin hükümleri olmaz.”6 Yâni fertlere göre etmez. Daha doğru bir ifâdeyle fertler; “Meşveret hatâ etti” diye kararlarına uymamazlık gösteremez veya onu gayr-i meşrû ilân edemezler.

Zira, ferdlerin hatâsı “meşveret”e riâyet etmemeleri, ikincisi; alınan kararlara itiraz etmeleri, tenkit etmeleridir. Zira onların görevi, mihenge vurmak, eksikleri tamamlamak, kusurları örtmek, hizmetine ve vazifesine yardımcı olmaktır. Yoksa, eleştirmek ve kararlar alındıktan sonra itiraz etmek değildir.

Bir fert, bir zaman meşveretin bir takım uygulamalarını tasvip edip; hatâ ve kusurları ile sistemi müdafaa ederken; kendi görüşlerine ters düşüldüğünde; insafsızca tenkit ediyorsa kusur kimdedir? Şahsî çıkar, maddî, dünyevî beklentileri olmayan; samimî olan herkes; meşveretin esaslarıyla, kendi konumunu tekrar bu ölçüler zaviyesinden değerlendirmeli değil mi?

Dipnotlar: 1- İşârâtü’l-İ’câz, s. 162.; 2- Sünuhât, s. 52.; 3- Emirdağ Lâhikası-2, s. 120; 4- Münâzârât, s. 40.; 5-Age, s. 41.; 6-Muhakemât (eski baskı), s. 32.

TAZİYE: Muhterem Nusret Gönüllü’nün oğlu, Bekir ve Ahmet Gönüllü’nün yeğenleri İbrahim Gönüllü’ye Cenâb-ı Hak’tan rağhmet, mağfiret ve yakınlarına sabr-ı cemil niyaz ederim.

11.11.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




Şaban DÖĞEN

Hakkı haykırabilmek



Her devirde idarecilerin etrafını yağcılar, dalkavuklar saragelmişlerdir. Her şeyden önce çıkarları vardır onların. Çünkü onlar menfaat için vardırlar, onun için yaşarlar. Doğru, hak ve hakikatleri bilseler de menfaatleri gereği seslerini çıkarmaz, her şeye eyvallah derler.

Hani hükümdarın birinin bir dalkavuğu varmış. Bir gün sofrada patlıcan yemeği yemektelermiş. Hükümdar, “Ne kadar nefis olmuş bu yemek!” demiş. Dalkavuk hemen ileri atılıp, “Gerçekten hükümdarım, çok nefis ve leziz!” diye karşılık vermiş. Birkaç dakika sonra hükümdar, “Bu patlıcan amma da tuzluymuş. İştahım kesildi” demesin mi? Dalkavuk duramamış: “Ben de fark ettim hükümdarım. Doğru” diye karşılık vermiş. Kendini tutamayan hükümdar, “Be köftehor, az önce nefis ve leziz olan patlıcan ne oldu da beş dakika sonra tuzlu ve tatsız oluverdi?” Dalkavuk lâfın altında kalır mı hiç, “Hükümdarım” demiş, “Ben patlıcan yemeğinin değil sizin dalkavuğunuzum.”

İşte böylesi dalkavuklardır ki tarih boyunca nice idarecileri yanıltmış, tehlikelere atmış, zararlara sokmuşlardır. “Senin samimî dostun, seni gerçekten seven önündeki çukuru gösterendir” gerçeğinde ifade edildiği gibi cesurca gerçekleri söyleyebilen kimselerdir samimî dostlar. Hele bunlar ilim ehli iseler doğruları söylemelerinin daha büyük önemi vardır.

Hakka ve halka hizmeti esas almış olan idarecilere düşen de böylesi yürekli, “Hakkın hatırı âlidir. Hiçbir hatıra fedâ edilmez” diyebilen insanlara kol kanat germek, onlardan güç kuvvet almaktır.

Behlül işte böyle hakkı, hakikati haykırabilen yürekli bir Allah dostuydu. Karşısındaki kim olursa olsun söylenmesi gerekiyorsa doğruları mutlaka söylerdi. Bu cesareti sebebiyle ona deli bile derlerdi. Halifenin şatafatlı bir şekilde hacca geldiğini gördüğünde, bir halife olarak bunu ona yakıştıramamıştı. Allah Resûlü de (asm) hacca gitmişti. O da halifeydi. Harun Reşid de. Ama Resûlullah (a.s.m.) son derece mütevaziydi. Onun için Behlül, Halifeye bir hadis-i şerifi hatırlatma ihtiyacı hissetti. Kudame bin Abdullah’ın rivayet ettiği bir hadis-i şerifti bu. Şöyle anlatıyordu hacda gördüklerini Kudame (r.a.): “Mina’da Resulullah’ı (a.s.m.) deve üzerinde gördüm. Altında son derece eski bir deve palanı vardı.”

Bu hadis-i şerifi aktardı Halifeye Behlül.

Sarsmış mıydı Halifeyi bu hatırlatma? Kızdırmış mıydı? Bu cesareti nasıl hissedebilmişti Behlül? Halife, Behlül’ü yanına çağıracak, o, konuşmasına devam edecek, şu anlamdaki beyitleri okuyacaktı: “Uyan! Yeryüzüne baştan başa sahip oldun, ülkeleri esir aldın da ne oldu sanki! Yarın mezarın karnına girdiğinde üzerine toprak serpilmeyecek mi?”

Buna ne kızdı, ne de alındı Halife. Aksine, “Güzel söyledin ey Behlül! Başka bir diyeceğin var mı?” deme olgunluğunu gösterdi.

Behlül başka neler söylemişti Halifeye? Bunun üzerinde de inşaallah bir sonraki yazımızda duralım.

11.11.2007

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Şule Yüksel Şenler…



Şule Yüksel Şenler, kadının tesettürü konusundaki makaleleri, kitapları, seminerleri ile yetmişli yıllarda büyük hizmetlere vesile olan, ülkemizin sembol isimlerinden bir tanesi. Tıpkı Zeynep Münteha Polat ve Mümine Güneş gibi…

Huzur Sokağı, bugün bile aynı ilgiyle okunan bir kitap. Kitabından sinemaya uyarlanan Birleşen Yollar filmi o yıllarda ne büyük bir yankı uyandırmıştı…

Sevgili genç arkadaşım Naciye Kaynak, gazeteci telaşıyla Şule Yüksel Şenler’in hastaneye kaldırıldığını söyleyince birlikte ziyaretine gitmeye hemen oracıkta karar verdik.

Onu hastane odasında, yatağına oturmuş vaziyette ziyaretçisiyle sohbet ettiğini gördüğümüzde çok sevindik. Sohbet ettiği zatın Fırıncı Ağabey olmasına daha da sevindik. Böyle bir ikiliyi başka hangi ortamda görebilirdik ki? Fırıncı Ağabey, Şenler’in sağlığını sıhhatini inceden inceye soruyor, yapabileceği bir şey olup olmadığını anlamaya çalışıyor. Sık gelen telefonlarla konuşma bölününce, bu sefer de yardımcısı genç hanıma sorular sormaya devam ediyor…

Şule Abla telefonda konuşurken Fırıncı Ağabeyden Risâle-i Nur tarihinde hanımların hizmetleriyle ilgili bir proje hakkında randevu istiyoruz. Kasım ayı ortalarında yapılacak sempozyumdan dolayı çok yoğun olduğunu, daha sonra arayabileceğimizi ifade ediyor, telefon numarasını alıyoruz. Tekrar uğramak üzere Şule Abladan izin alıp giderken ona dergilerimizden hediye sunuyoruz…

Şule Ablaya Ekim sayımızı özellikle götürmüştük. “Setredilemeyen Tesettür” sayımızda onun isminden de bahsetmiştik. Derginin sayfalarını çevirirken Dünya Güzeli Keriman Halis’in resmini görünce, “Bu resmi dergiye yerleştirmeniz o kadar yerinde olmuş ki. Onun ne maksatla dünya güzeli olarak seçildiğini hepimiz biliyoruz. Değil mi?” diyor… Çalışmalarımızdan dolayı tebrik ediyor. İyileştiğinde dergimize bir makale vereceğine söz veriyor. Acil şifalar dileyip, yanından ayrılıyoruz…

Dönüşte, “Kıyafetiyle, konuşmasıyla, tavırlarıyla tam bir mümine hanımefendi” diye düşünürken “Hastayı ziyaret eden cennet bahçelerine girmiş gibidir” meâlindeki hadisi hatırlıyorum. Kısacık ziyaretimizde ne kadar güzel hisler yaşadık!..

Modern Mahrem sergisi

Modern

Mahrem sergisi

Sosyolog Nilüfer Göle başkanlığındaki Modern Mahrem kavramı üzerine olan uluslar arası atölye çalışması bitti. Son gününde son saatlerine yetişebildiğim panel notlarını “Satır Arasında” daha önce aktarmıştım.

Bu tarz çalışmaların sıkça yapılması ülkemiz kadınının problemlerinin çözüme kavuşmasında büyük payı olacağı bir gerçek.

Atölye çalışması bitti, ama “Mahrem” konulu sergi 21 Kasım’a kadar devam ediyor. Uluslar arası düzenlenen sergide Türkiye, İtalya, Suriye, İran, Cezayir ve Portekiz’den katılan san'atçıların video, fotoğraf, heykel, resim dallarında yaptıkları eserler yer alıyor.

Zaman gazetesinden Şemsinur Hanım, sergi ile ilgili yazacağı haberde yer almak üzere düşüncelerimi sorduğunda “Satır Arası”nda sergi notlarına yer vermediğimi fark ettim. Şemsinur Hanıma ilettiklerimi yeri gelmişken burada da aktarayım…

“Kadının başörtüsünü çiçeklerin yapraklarını bir arada tutan taç yaprağına benzeten çalışma çok samimîi ve içtendi. Ama onun dışındakiler için aynı şeyleri söyleyemeyeceğim. San'atçı duyarlılığıyla, örtünen kadının aslında psikolojik olarak hasta ya da gülünecek bir tablo oluşturduğu inceden inceye işleniyordu. Sergideki tek Türk isim Nezaket Ekici de başörtüsünü gerginlik unsuru olarak gösteren bir eseriyle sergide yer alıyordu…”

Evet, dinimizin çizdiği sınırlar dahilinde güzel san'atlar alanında da yetişmiş san'atçılara ihtiyaç var. Hem de her zamankinden ziyade… “Medenilere galebe ikna iledir” düsturunun hâkim olduğu günümüzde san'at “ikna yöntemleri”nin başında geliyor.

Başörtüsü ile ilgili bir sergide müsbet eserlerin yanında inancınızın alay konusu olması ya da gerginlik oluşturan psikolojik hastalık olarak halka sunulması doğrusu insanı üzüyor.

Gönül, inançlara saygı gösteren san'atçıların sayısının artmasını istiyor..

Sizce de öyle değil mi? Neden olmasın?

11.11.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Bilinmek ve şükredilmek Allah’ın hakkıdır



Salih Bey:

*“On Birinci Söz’ü okurken, risâlede geçen, ‘Her cemâl ve kemâl sahibi, kendi cemâl ve kemâlini görmek ve göstermek istemesi sırrınca’ hükmü, kavramı kafama çok takılıyor. Bu hükmün insanlarda tezahürünü görmek mümkün. Aynı hükmün Allah (c.c.) için de geçerli olduğunu izah eder misiniz? Bu ne demektir ve bu hükmün kaynağı nedir?”

Allah yaratıcıdır ve yarattığı varlıklarla ilgili olarak takdir görmek, teşekkür edilmek, beğenilmek, hamd ve senâ edilmek, övülmek, şükredilmek, hakkı teslim edilmek Allah’ın hakkıdır. Nitekim hamd; genel mânâsı îtibârı ile mutlak medih, kayıtsız senâ ve şartsız övgü demektir. Veyâ Bedîüzzaman Hazretlerinin (ra) zengin tefekkür dilinde hamd; “sıfât-ı kemâliyeyi izhâr etmektir”1, yani Allah’ın bütün sıfatlarının kemâl derecede olduğunu bilmek, yâhut Allah’ı kemâl sıfatlar Sahibi bilmek; gücünü, kudretini, yüceliğini, izzetini, azametini, ulviyetini, saltanatını, hikmetini, vahdâniyetini ve sâir sıfatlarını O’nun zâtının lâzımı bilmek; Zât-ı Akdes’inin noksan sıfatlardan münezzeh, eksikliklerden uzak ve kusurlardan berî olduğunu takdir etmek; O’na eksiksiz ve kâmil mânâda îmân etmek ve bu îmânı söz ve fiil ile takrir etmek, yaşayışımızla ve ahlâkımızla göstermek demektir.

Kur’ân, “Elhamdülillâh” kelimesiyle söze başlar.2 Zîrâ, kayıtsız şartsız hamd ve övgü, Allah’a âittir. Bütün mevcûdâtta övgü, medih ve senâ sebebi olan iyilikler ve olgunluklar Allah’ındır. Ezelden ebede kadar, her kimden her kime karşı gelen ve gelecek medh ü senâ varsa hepsi Allah’a âittir. Çünkü medih ve övgüye sebep olan nimet, ihsân, kemâl, cemâl ve hamd edilmeye sebep her ne varsa, hepsi Allah’ındır.3 “Elhamdülillâh” kelimesi, gerçek övgüyü, hakîkî senâyı ve methi doğrudan Allah’a (cc) verir. Çünkü kâinâtta hadsiz olarak övülecek, sınırsız senâ edilecek ve şartsız methedilecek birisi varsa, O da Allah Teâlâ’dır. Allah’tan başka hiçbir kimse, hiçbir şahıs, hiçbir varlık, hiçbir mevcut, hiçbir makam sahibi gerçek övgüye, senâya ve methedilmeye lâyık değildir; câiz de değildir.

İnsana gelince… Bilinmek, tanınmak, övülmek, takdir toplamak ve maharetlerini göstermek arzûlarının aşırısı insan için bir zaaftır, bir kusurdur, bir haddini aşmışlıktır. Çünkü insanın bu duyguları mübalâğalı olarak kullanmaya hakkı yoktur. Çünkü bu hak Allah’a aittir. Çünkü insanın varlıklar üzerinde hakkı yoktur. İnsanın hakkı sadece şükürdür ve Allah’ı övmektir.

Övülen insanın gururlanması, böbürlenmesi ve büyüklenmesi şeytanın bir tuzağıdır. Çünkü insanın gururlanmaya, böbürlenmeye ve büyüklenmeye hakkı yoktur. Çünkü büyük olarak Allah vardır ve O büyük ve gururlanmaya lâyık olarak yeter. İnsan büyüklenirken, böbürlenirken ve gururlanırken bundan dolayı Allah’tan utanmalıdır.

Allah övülmek ister. Nitekim şükür ve hamd budur. Allah’ı övmek hem bizi terbiye eder, (çünkü şükür ve övgü bizim Allah’a olan vefâ borcumuzdur) hem de Allah’ın bizim üzerimizdeki hakkıdır.

Diğer yandan Allah neden bilinmek ve tanınmak istemesin? Çünkü her şeyin, her güzelliğin, her olgunluğun, her kemâlâtın Sahibi de, kaynağı da, bizzat Allah’tır. Neden sonsuz cemâlini ve sonsuz kemâlini âyinelerde görmek ve göstermek istemesin? Allah Maruf’tur. Yani tanınan ve bilinendir. Meşhud’dur. Eserleriyle müşahede olunan ve görülendir. Matlub’dur, istenen ve aranandır. Mabud’dur, kendisine ibâdet edilendir. Hamîd’dir, gerçek mânâda övgüye lâyık olandır. Mahmûd’dur, kullarınca övülendir. Allah’ın kendi cemâlini görmek ve göstermek istemesi isimlerinin bir gereğidir. Bu gerekliliği şu hadis-i kutsîde de görüyoruz: Cenâb-ı Allah buyurmuştur ki: “Ben gizli bir hazine idim. Bilinmek istedim ve mahlûkâtı yarattım.”

Öte yandan, On Birinci Söz’ün başında geçen “cemâl ve kemâl sahibi” misâlinin açılımı, aynı Söz’ün devamında yeterli şekilde yapılmaktadır.4 Cemâl ve kemâl Sahibi olan ve mahlûkâtı “güzel ve eksiksiz yaratan” Cenâb-ı Hak Şâhid’dir, Hafîz’dir, Rakîb’dir, Basîr’dir, Semî’dir, Vedûd’dur. Yani Cenâb-ı Hak isimlerinin tecellîlerini mahlûkât aynasında izleyen, muhafaza eden, gözeten, gören, işiten ve sevendir. Burada; “Allah’ın bunlara ne ihtiyacı var? Veya—hâşâ—başka Allah mı var? Ya da, başkasının gözüyle görmeye ne gerek var?” gibi sorular mesnetsizdir. Biz muhtaç olduğumuz için görüp gösterebiliriz. Ama Cenâb-ı Allah ihtiyaç içinde olmaktan müstağnîdir, münezzehtir, müberrâdır, berîdir, uzaktır, muallâdır. Cenâb-ı Hak sırf öyle dilediği için ve böyle irâde buyurduğu için görür, gözetir, muhafaza eder, müşahede eder ve gösterir.

Dipnotlar:

1- İşârâtü’l-İ’câz, s. 23. 2- Fâtihâ Sûresi, 1/1. 3- Mektûbât, s. 230. 4- Sözler, s. 113.

11.11.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Tesettür ve şefkat



Hürriyet gazetesinin geçen haftaki Pazar ekinde “İslâmî kesimde ‘üstü Mekke, altı Paris’ tartışması” başlığıyla çıkan ve neredeyse iki tam sayfayı dolduran yazılar, son dönemdeki tesettür tartışmalarının yeni bir yansıması.

Yazılardan biri, iki yıldır internette dolaşan “Çeyrek tesettür gerçek tesettüre karşı” yazısı.

Bu yazıda tesettürün içinin boşaltıldığı belirtilirken, rencide edici ifadeler de kullanılıyor.

Risale Forum’dan Serdengeçti lâkaplı, yaşının 21 olduğunu söyleyen bir internet kullanıcısından aktarılan şu sözler ise, bu konuda da Risale-i Nur farkını ortaya koyuyor: “Kardeşlerim, hiç kusura bakmayın, ama ben bu yazıyı olumlu, müsbet ve hele hele de ’nur talebesine yakışan’ şekilde değerlendiremiyorum. Çünkü yazı çok fazla ’radikalistçe’ yazılmış ve ben bunu ’vazifemiz’ olan müsbet harekete uygun görmüyorum. Hafifmeşrep bayanları veya renkli başörtüsü takan her bayanı ’takva fukarası’ olarak ilân etmiş. Ne hakkı var böyle bir yargıya, Allah’tan başka kim bilebilir kimde takvanın olduğunu veya ne derece olduğunu?” (Hürriyet, 4.11.07)

Gerçek şu ki, her konuda olduğu gibi tesettürle ilgili tartışmaların da Risale-i Nur’daki nezih ve müşfik üslûp zemininde yürümesi lâzım.

Gerek risalelerde, gerekse önde gelen talebelerinin Üstaddan aktardığı hatıralarda bunun çok ilginç örnekleri var.

Bunlardan biri Gençlik Rehberi’nde yer alan ve “Bu zamanda zındıka dalâleti İslâmiyete karşı muharebesinde şeytan kumandasına verilen fırkalardan en dehşetlisi yarım çıplak hanımlardır” ifadesiyle bu çerçevede izahların yapıldığı “Bir mesele-i mühimme” bahsiyle ilgili olarak, Üstadın bilâhare koydurduğu not.

Müstehcenliğin tahripkâr sonuçlarının ve güzellik nimetine şükrün nasıl eda edileceğinin anlatıldığı bu bölümdeki ifadelerin hanımları incitebileceği endişesiyle kaleme alınan bu notta Üstad “Şefkat kahramanı olan hemşirelerimiz bu iki sayfadaki şiddetle meşgul olup müteessir olmasınlar” tavsiyesinde bulunuyor. (s. 32)

Bir başka örnek, Zübeyir Gündüzalp’in yine Üstaddan naklettiği şu şefkat yüklü beyanlar:

“Ahirzamanda taife-i nisa dine mühim hizmet yapacaklardır. Kendilerinin açık saçıklığa heves etmeleri onların fenalığından değil, zaife oldukları için, kendilerini himaye edecek bir kocaya sahip olabilmek gibi bir histen ileri geliyor. Ben kadınların müdafiiyim.” (Necmeddin Şahiner, Nura Adanan Bir Ömür: Zübeyir Abi, s. 165)

Bir diğer örnekse Ali İhsan Tola’dan:

Bediüzzaman, Denizli mahkemesinde beraat kararının çıkmasını sağlayan hakimlerden Hesna Şener’e, karardan bir süre sonra akrabası Tola ile selâm gönderiyor. Ama Tola, Hesna Hanım “açık saçık” diye gitmiyor. Üstad ikinci kez “Manevî evlâtlığıma kabul ettiğim Hesna’ya selâm söyle” diyor, Tola yine gitmiyor. Üstadın üçüncü söyleyişinde “farz oldu” diye gidip selâmı ilettiğinde Hesna Hanım “Ona lâyık olabildik mi?” diye ağlıyor. Görüşme sonrası Üstad, Tola’ya “Ne o, Hesna tesettürsüz diye darılıyor muydun?” diye takılıyor. (İhsan Atasoy, Kulluğu İçinde Bir Sultan: Tahirî Mutlu, s. 83-4)

Tesettür uğruna hapis yatan bir Üstaddan sâdır olan bu tavır çok mânâlı ve düşündürücü.

Ve şefkat eksenli müthiş bir hizmet dersi...

11.11.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Mardin modeli; kadrolu eşekler - 2



Dünden devam

İslâm tarihinde hayvan hakkı ve bunun ödenmesi hep tartışma ve endişe kaynağı olmuştur. Hazreti Ömer’in Şam Kadısı Ebu’d Derda iyi bir pedagog olduğu gibi, iyi bir hayvanseverdir de… Ölüm döşeğinde devesiyle helâlleşir. Ve sanki bir insana hitap ediyormuşçasına ondan ahd u peyman alır. Şöyle der: “Allah katında benden dâvâcı olma. Bilirsin ki, seni aç ve açık bırakmadım. Ve takatının haricinde yük yüklemedim...” Yine müstedrek raşid halifelerden olan (Hulafa-i Raşidin’in altıncısı sayılır) Nureddin Zenki şefkatinden dolayı hayvanları bizzat kendi elleriyle beslermiş (Mine’l kiyemi’l insaniyye fi’l İslâm, Muhamlmed Recep el Beyumi, s: 62, 63, El Cüz’ül evvel). Mustafa Sıbai’nin İştirakiyyetü’l İslâm adlı eserinde İslâm medeniyetinde hayvan vakıflarıyla alâkalı ilginç bir bölüm vardır. Medeniyet hayvana ve kimsesizlere verilen haklar ve kıymetle ölçülür. Bir defasında Ahmet Bin Hanbel hadis ahzetmeye yolculuğa çıkmış ve hadis alacağı muhaddisin yanına varmış. Adam siyah bir köpekle meşgulmüş. İstifini hiç bozmamış ve Hanbel’i görmezlikten gelmiş. Ahmet Bin Hanbel’e iltifat etmemiş. Ahmet Bin Hanbel de bu yaklaşımından dolayı kendisine alâka göstermediğini sanmış. Adam köpekle meşguliyetinden fariğ olunca; Ahmet Bin Hanbel’e dönmüş ve maruzatını anlatmış: “Belki de seni ihmal ettiğimi düşündün. Halbuki, Ebu’z Zünnad A’rec’den o da Ebu Hureyre’den naklettiğine göre, Peygamberimiz şöyle buyurmuşlar: Kim bir umutlunun umudunu boşa çıkarırsa, söndürürse Cenab-ı Hak da yevm-i kıyamette onun umutlarını boşa çıkarır. Ben de bu köpeğin umutlarını boşa çıkarmak istemedim. Zira buraları ıssız yerler ve benden başka köpekle ilgilenecek kimse yok. Köpeğin umudunu boşa çıkarmak istemedim...” Bunun üzerine Ahmed Bin Hanbel şöyle der: “Değdi, gönül huzuruyla dönüyorum, zaten alacağımı aldım...” Alacağını hem kavlî, hem de fiilî almıştır ve onun huzuruyla yolculuğunu mutlu bir şekilde nihayete erdirmiştir.

İmam Şafi Kitabu’l Ümm’de anlatır: Bir Cuma günü, Hazreti Ömer Daru’n Nedve’ye gelir ve rıdasını (gömleğinin üstüne giydiği kıyafet) bir duvarın üstüne atar. Bu rıdanın üzerine bir güvercin konar ve Hazreti Ömer elbisesi üzerinden güvercini kovalar. Güvercin de gider bir başka duvarın üzerine konar ve duvarda bir yılan vardır. Yılan güvercini öldürür. Bu Hazreti Ömer’e giran gelir ve çok tasalanır ve kederlenir. Vicdan azabı hisseder ve ‘onun öldürülmesinden ben sorumluyum’ der. Ne yapacağını sorar. Bunun üzerine sahabiler ona bir keçi tasadduk etmesini tavsiye ederler, o da aceleyle bu görevi yerine getirir.

Mısırlı pozitivist (ahir ömründe tevbe ve rucu ettiği mervîdir) bu gibi hallerin sadece Batı’da yaşandığını zanneder. İngiltere’de bir kazın veya ördeğin karşıdan karşıya geçmesi için trafik polisinin trafiği durdurduğuna dair fotoğrafı Sakafe dergisinde (sayı: 644) yayınlar. Ve bu görüntülerin bize yabancı olduğunu söyler. Sanki bu zerafet ve incelik, sadece onlara mahsustur. Bu olsa olsa Şark’ı bilmeyişinin bir delilidir.

FUSTAT’IN GÜVERCİNİ

Fustat, Hicrî dokuzuncu yılda Müslümanların Mısır’ı fethinden sonra kurdukları şehirdir. Burada, çadırlar kurulmuştur ve sökülmesi anı gelmiştir. Ama çadırın üzerinde bir güvercin yuvalanmıştır ve küçük biçare yavruları da vardır. Bunun üzerine güvercinlerin zarar görmemesi için çadırlar sökülmez.

Birilerinin iyiliğini anlatırken, diğerlerinin hakkını da yemeyelim.

Nasreddin Hoca da aslında hadislerin ve kelâm-ı kibarın üsare ve hulâsası olarak şöyle der: “Hikmet-i Hüda fakir kulunu sevindireceği zaman, önce eşeğini kaybettirir, sonra buldurur, sevindirir...”

Modernizm de eşeğini kaybetmektir ve eşeğine yeniden kavuşmak ise, bu kompleksten kurtuluş olsa gerek.

—SON—

11.11.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri