"Gerçekten" haber verir 04 Ağustos 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Ali FERŞADOĞLU

Lisan problemi



Batı’da işçi olarak çalışan veya oraya yerleşen, Avrupalılarla ticârî ve sâir münâsebetlerde bulunan insanlarımızın birinci problemi, İslâm ve Müslümanlarla ilgili yanlış ve bâtıl imâjdır. Bunu, lisân-ı halleriyle silmeleri gerekiyor.

İkinci problem dildir. Orada çalışan insanlar, gerek çalışma şartlarını, gerekse bulundukları mahalle ve hayat şartlarını düzenleyebilmeleri ülkenin lisanına âşina olmalarıyla orantılı. Ayrıca, İslâmiyeti lisan-ı kal ile de onlara anlatabilmeleri, diyalog kurabilmeleri de, lisana bağlıdır.

Bir diğer önemli problemleri, iş bulma ve çalışma şartları. Hem gurbet elde, hem yabancısı oldukları bir kültür içinde, hem dillerine âşina olmadıkları patronların fabrikalarında, iş yerlerinde kimi zaman ağır çalışıyorlar.

Bu arada işlerini kaybetme ihtimâli yüksek. Yeniden iş bulmak da oldukça zor. Bunun sebeplerinden birisi, iki Almanya’nın birleşmesi. Doğu Avrupa’nın, gelişmiş Batı Avrupa ülkelerine akın etmesi; bir kısmının Avrupa Topluluğuna giriş hazırlıkları da buna ilâve edilebilir.

Mühim bir mesele de, işçilerimizin haklarını tam mânâsıyla alamaması, arayamaması. Evvelâ, lisanları yok, olsa da kanunları bilmiyorlar. Bilseler de, işlerini bırakıp onun peşinde koşamıyorlar. Buna zamanları yok.

En önemli problemleri de, çocuklarını kendi inanç ve kültürlerine göre yetiştirememeleridir. Yabancı bir ülkede, değişik kültür ve ahlâkın hâkim olduğu bir mekânda, kendi inanç ve örflerine tamamen ters bir eğitim sisteminin hüküm sürdüğü bir toplulukta olmaları sıkıntının en büyüğünü teşkil ediyor.

Avrupa’da insanları ve bilhassa gençleri çeken öyle cazip şeyler var ki, onları tutmak çok zor. Özellikle gençleri bir hortum gibi içine çekiyor! Üstelik, memleketlerindeki gibi caydırıcı unsurlar da yok!

Bunun için kimisi yetişkin çocuklarını Türkiye’ye gönderiyor. İki kız çocuğunu Türkiye’ye gönderip imam-hatip okulunda okutan bir işçimiz, “Neden buradaki okullara göndermiyorsun. Oysa burada eğitim araç-gereçleri daha da gelişmiş değil mi?” şeklindeki suâlimize şöyle cevap verdi:

“Evet, burada kitap-defter, kalem bile bedava. Okullar modern. Ancak, beraber gezilere çıkıyorlar. Alt-alta üst üste. Giyim-kuşamları, okuldaki hareketleri beni ürkütüyor. Böyle bir ortamda yetişecek çocuklar sonunda nereye düşecek? Türkiye’ye dönenlerin bazılarını da bekleyen başka tehlikeler var: Ya diskoya, ya uyuşturucu veya fuhşa. Çünkü, orada serbest bir hayata alışıyor. Ülkeye de dönünce bizim insanlarımıza ayak uyduramıyor, cemiyetimiz ile kaynaşamıyor.”

Avrupanın hevâ ve hevese hitap eden cazip fantaziyeleri, bir canavar gibi ağzını açmış, özellikle çocuklarını dahil herkesi yutmayı bekliyor. O fitne ve fesatlara karşı mücâdele etmek zorundadırlar.

Gençler veya orta yaşlılar, İslâmî faaliyetler gösteren kuruluş ve cemaatlerden uzak iseler, en büyük düşmanları Avrupa’nın bu câzibedar cephesi; daha doğrusu kültürüdür. Bunlar da, alkol, kumar, uyuşturucu, diskotek gibi alışkanlıklar ve yerlerdir.

04.08.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Allah'ın emri ve dilemesi



Dilek hanım: “Allah’ın emri ile dilemesi aynı mıdır, fark var mıdır? Meselâ Allah ateşe emrediyor ve ateşin Hazret-i İbrâhîm’i (as) yakmamasını diliyor. Emretseydi, ama dilemeseydi ne olurdu? Ateş bu emre uyar mıydı?”

Allah’ın emri ile dilemesi, Allah’ın iki ayrı isminin ve sıfatının tecellîsidir. Allah (cc), Âmir’dir ve Mürîd’dir; yani emreder ve diler. Yani emr-i küllî ve irâde-i külliye Sahibidir. Allah’ın emri de, irâdesi de kâinâtı ihâta etmiştir, yani kuşatmıştır.

İrâdî olsun olmasın; insanın hareketleri de şüphesiz Allah’ın irâde-i külliyesine dâhildir. Kur’ân, “Âlemlerin Rabb’i olan Allah dilemedikçe siz bir şey dilemiş olmazsınız!”1 âyetiyle buna işâret eder. Kur’ân, irâde-i külliye Sahibi olan Allah’ın Alîm ve Hakîm olduğunu da kaydeder.2

Cenâb-ı Hak, Âmir-i Mutlak’tır; yani, her şeye fıtratının ve yaratılışının gayesini emreder. O’nun emri dileğidir; dileği fiilidir, fiili emirdir, dileği emrinin icrâsıdır. Allah’ın emri bir iş için tecellî ettiğinde, bir çok sıfatı da emri ile birlikte aynı işte mütecellîdir. Emri ve irâdesi ile birlikte kudreti, hikmeti, san’atı, ilmi, izzeti, celâli, cemâli... vs. sıfatlarının tezâhürlerini aynı işte görmek mümkündür.

Âmir ismine, Kur’ân’da genellikle “Ol!” emri nezdinde işâret edilmektedir. Kur’ân, Cenâb-ı Hakk’ın emri, fiili ve dileği arasındaki yakın ilişkiyi şöyle anlatır: “O’nun işi, bir şeyi dilediği zaman ona sadece ‘Ol!’ demektir; o hemen oluverir.”3

Kur’ân’da Cenâb-ı Hak yalnız şuur sahiplerine emretmekle kalmaz; şuur sahibi olmayan varlıklara da emir buyurduğunu ve vahyettiğini bildirir. Meselâ Zât-ı Âmir-i Mutlak, Hz. Nuh (as) tûfânı esnasında arza ve semâya şöyle emrettiğini beyan eder: “Yere, ‘Ey yer! Suyunu çek!’ göğe de, ‘Ey gök! Suyunu tut!’ denildi. Su çekildi. İş bitti, gemi Cûdi’ye oturdu.”4 Cenâb-ı Hak, Hz. İbrâhîm’in (as) atılmak istendiği ateşe de şöyle emrettiğini bildirir: “Biz, ‘Ey ateş! İbrâhîm’e karşı serin ve selâmetli ol!’ dedik.”5

Cenâb-ı Hakk’ın emri, bal arısının gayr-i şuurî hareketlerinde de hâkimdir: “Rabb’in bal arısına: ‘Dağlarda, ağaçlarda ve hazırlanmış kovanlarda yuva edin. Sonra her çeşit üründen ye. Sonra da Rabb’inin işlemen için gösterdiği yollardan yürü’ diye vahy etti. Karınlarından insanlar için şifâ olan çeşitli renklerde bal çıkar. Düşünen bir millet için bunda ibret vardır.”6

İrâde sıfatından gelen ve kâinâtı ihâta eden tekvînî emirler ile Kelâm sıfatından gelen Kur’ânî emirlerin tamamının Âmir-i Mutlak olan Cenâb-ı Hakk’a ait olduğunu beyan eden7 Bedîüzzaman Hazretleri, bütün zerrelerine kadar kâinâtın, bütün meleklerin ve bütün varlıkların Cenâb-ı Hakk’ın “Kün! = Ol!” emrine karşı harfiyen mutî olduklarını, boyun eğdiklerini ve mutlak tezellülde olduklarını kaydeder.8

Üstad Saîd Nursî, kâinâtın her bir zerresinin Allah’ın mutlak emri altında mütemâdiyen istikbalden gelip, hâle uğrayarak teneffüs edip, mâziye döküldüğünü beyan etmektedir.9 Dâire-i imkânda ne kadar eşya var ise, hepsine gayet kolay ve rahat vücut giydirildiğini, bir şeye emretmesiyle o şeyin yapılmasının bir olduğunu ifâde eden10 Bedîüzzaman, tabiat kanunları denilen kevnî yasaların, Allah’ın emirlerinin, muhtelif varlıklara intikalinden başka bir şey olmadığını kaydetmektedir.11

Netice itibariyle, Allah’ın emri ile dilemesi kevnî işlerde, yani yaratılış kânunlarında, yani tabîat yasalarında berâber tecellî etmektedir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak dilemediği bir şeyi emretmemekte; emrettiğini ise dilemiş bulunmaktadır.

Dipnotlar:

1- Tekvîr Sûresi, 81/29

2- İnsan Sûresi, 76/30

3- Yâsîn Sûresi, 36/82

4- Hûd Sûresi, 11/44; Fussilet Sûresi, 41/11

5- Enbiyâ Sûresi, 21/69

6- Nahl Sûresi, 16/68,69

7- Mektûbât, s. 463

8- Sözler, s. 384

9- Mektûbât, s. 233

10- Mektûbât, s. 237; Sözler, s. 180

11- Mesnevî-i Nûriye, s. 52

04.08.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Emirdağ Hatıraları (7)



Emirdağ’da bir Urfalı

Soyadı gibi kendisi de aslen Urfalı olan Ahmet Urfalı, Bediüzzaman Hazretleriyle 1945 senesinde görüşüp tanışmış. Ondan sonra da hiç kopmamış, irtibatını hiç kesmemiş.

O tarihte kendisi asker olup Emirdağ’daki ailesinin yanına izne gelmiş. Balıkesir’de yaptığı askerliğini tam dört senede tamamlamış. 1947 yılında terhis olduktan sonra, Ceylan Çalışkan ve Mustafa Acet ile birlikte Üstad’ın hizmetine girmiş. Üstad Bediüzzaman’ın 1960’a kadar kalmış olduğu Emirdağ ve Isparta’da pek çok hadiseye bizzat şahit olmuş. Bize bunların bir kısmını hikâye etti. Ama, önce kendisini tanımaya ve Urfa ile olan bağlantısını öğrenmeye çalışalım.

Bize anlattığına göre, dedelerinin Urfa’dan Emirdağ’a gelip yerleşmesi, bundan yüz elli-iki yüz sene kadar öncesine dayanıyormuş. O tarihlerde, dedelerinin de içinde bulunduğu bir ticaret kervanı buradan geçiyor. Urfa’dan gelip İstanbul’a doğru gitmekte olan bu kervan, Emirdağ’daki bir kervansarayda konaklamış. Meğerse, o gün de mübarek Ramazan ayının başlangıcı olup, ilk teravih namazı kılınacakmış. Ancak, kervansarayda bulunan yerli ve yabancı topluluk içinde cemaate gönüllü imamlık yapacak, namazları kıldıracak kimse çıkmamış. Sonunda Urfalı misafir yolcuda karar kılmış ve kendisine teravih namazını kıldırması ricasında bulunmuşlar. O da çaresiz kabul etmiş.

Urfalı kervancının cemaate imamlık yapmasından ve teravih namazını kıldırmasından son derece memnun kalan Emirdağlılar, hiç olmazsa Ramazan ayının sonuna kadar burada kalmasını ve imamlığa devam etmesini isterler. O ise, ertesi gün İstanbul’a doğru yola çıkacak kervan ile gitmek ve kafiledeki arkadaşlarından ayrılmak istemediğini söyler. Ancak, onun tam tecvitli ve doğru mahreçle Kur’ân okumasını ve namazı tam usûlünce kıldırmasını ziyadesiyle beğenen Emirdağlılar, ondan bir türlü vazgeçmek istemez. Rica-minnet, onu Ramazan ayının sonuna kadar orada tutmaya muvaffak olurlar. Ne var ki, halk bu Urfalı imamı o kadar sever ve ona o derece bağlanır ki, onu bir daha bırakmak istemez.

Kendisine bayramdan sonra da ve hatta devamlı olarak Emirdağ’da kalması teklif edilir. Ona “Sen artık burada kal, buraya yerleş. Sana mal-mülk verelim, burada evlendirelim, kardeşimiz, akrabamız ol” denilir. Neticede o da bu teklifleri kabul eder ve Emirdağ’a yerleşir.

Bu Urfalı imamın çocukları olur ve zaman içinde geniş bir aile haline gelir. Emirdağ nüfus kütüğünde 4 no’lu sırada kayda geçen bu aile, 1934’te çıkartılan soyadı kanunu gereği “Urfalı” soyadını alır.

İşte, kaderin sevkiyle bir-iki asır evvel Urfa’dan gelip Emirdağ’a yerleşen bu aziz ailenin efradı, gün gelir Üstad Bediüzzaman ile tanışır, onun hizmetine girer ve eserlerini okuyarak Nur’un “saff-ı evvel” içindeki kahramanı olurlar.

Tarihin yorumu 4 Ağustos 1922

Enver Paşanın şehadeti

1922: Enver Paşa, Tacikistan'da Ruslarla çarpışırken, vücuduna isabet eden kurşunlarla şehid düştü. Maceraperestliğiyle beraber milletperverliğiyle de tanınan Enver Paşa, İttihad ve Terakkînin önde gelen isimlerinden biridir. 1908'de Resneli Niyazi Bey ve diğer bazı subay arkadaşlarıyla birlikte dağa çıkma pahasına Manastır'da önce Hürriyet, hemen ardından da Meşrûtiyetin ilânına öncülük etti. 1912'de meydana gelen Balkan Savaşı esnasında daha çok siyasetle meşgul oldu ve 1913'te meşhur "Bâbıâli Baskını"nı gerçekleştirenlerin başında yer aldı.

1914–1918 yıllarında cereyan eden Birinci Dünya Harbinde "Erkân–ı Harbiye Reisi" sıfatıyla en büyük kumandan olma vasfını taşıdı. Şehzade Süleyman Efendinin kızı Naciye Sultanla evli olan Enver Paşa, savaşın sona erdiği aynı yıl içinde, diğer İttihatçılarla birlikte gizlice ülkeyi terk etti. Takvâsı ve vatanperverliğiyle İttihatçıların bozuk kısmından ayırd edilmesi gereken Enver Paşanın mezarı 1996 senesinde İstanbul'daki Hürriyet–i Ebediye Tepesine nakledildi.

04.08.2008

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

İnsan, gerçek insan olmalı



Şu sıcak yaz mevsiminde ruhumuzu sıkan, kalbimizde yaralar açan, aklımızı zıvanadan çıkaran hadiselerle daha çok karşılaşıyoruz galiba... İnsan olma yolunda kat etmek istediğimiz mesafeyi düşünürken, karşımıza bizi yolumuzdan etme temâyülünde olan çok engeller çıkmaktadır. Günahlar ve çirkinlikler adeta kovanından çıkan arılar gibi başımıza üşüşmektedirler.

Aklımızı gerçeklerden ayırmaya çalışan, kalbimizi günah oklarıyla yaralayan karartılar, ruhumuzdaki aydınlıkları da yok etmekte, bizleri kendilerine benzetmeye çalışmaktadırlar. Aklımızın almakta zorluk çektiği yaşantılar, kalb ve ruhumuzda yaralar açmaktadır. Aklımızı safsatalardan korumamız, kalbimizi pisliklerden arındırmamız gerekmektedir.

Hiçbir dönemde yaşanmayan edepsiz hayatlar, günümüzde bütün açıklığıyla karşımıza çıkmaktadır. İnsanlık büyük bir var olma mücadelesi veriyor zamanımızda. Hayvanî hayat tarzına olan ilgiler, insan olan insanların aklını başından alıyor.

“Bu kadarı da olmaz” dedirten hayasızlıklar, gözleri mütefennin bir nazır makamından bir âdî kavvat derekesine düşürmeye çalışıyor. Sayısız san'at harikaları ile donatılmış insan vücudundaki mükemmel uzuvları, şeytânî oyuncaklarla oyalanmanın sorumluluğu elbette büyük olacaktır.

Zamanımızın insanları her zamankinden daha fazla dikkatli olmalı. Düşmanın her zamankinden fazla uyanık olduğu bir zamanda yaşıyoruz. Buna karşı insanlığını muhafaza mücadelesi veren insanlar da her zaman uyanık olmalı, korunması gereken değerlerini düşman duygulara kaptırmamalı. Zira günümüz insanlarını karanlıklara mahkûm etmek isteyen unsurların yanında, akıl ve kalbleri uyanık tutmak için de daha fazla sebepler bulunmaktadır.

Tefekkür için daha büyük imkânlara sahiptir günümüz insanı. Olumsuzluklar kadar güzelliklerin de görülebileceği bir zamandır asrımız. Her insanın gayreti nisbetinde kazanabileceği, gayretsizliği ölçüsünde de kaybedebileceği bir zaman... Cennetin ucuz olmadığı açık bir şekilde görülürken, Cehennemin de lüzumsuz olmadığı aşikâre görülmektedir.

Dışı süs içi pis görüntüler kirlilik meydana getiriyor âlemimizde. Çirkinliklerin güzel görüldüğü, akılların karmakarışık duygularla yolunu şaşırdığı bir zamandır yaşadığımız devir. Ama kazançlar da bire binler vermektedir. Usûlüne uygun yapılan ticaretler bu zamanda daha fazla kazandırmaktadır. Hiç şüphesiz zamanımızda kazanmanın değeri daha büyük olacaktır İlâhî adalet terazisinde... Ayrıca kaybedişler hayatları çok acı bir şekilde karartırken kazanmalar da her zamankinden daha fazla hayata renk katıyor.

Küfür ve günah bataklığının çirkefliği ne kadar tarif edilemez bir çirkin vaziyet netice veriyorsa, küfür ve günah bataklığından kurtulmanın lezzet ve zevki de tarif edilemez bir güzelliktedir. Kötülükler çok alçaklara düşürdüğü gibi, iyilikler de çok yükseklere çıkarmaktadır. İfrat ve tefritlerin oldukça fazla olduğu bir asırdır bizim asrımız. Biz insanlar bir taraftan büyük tehlikelerle karşı karşıya iken, diğer taraftan da hiçbir dönemdeki insanların ulaşamayacağı bir mertebeye çıkma şansına sahibiz.

İnsanlık seciyesine uygun manzaralarla aydınlanan hayatların hali başka olmaktadır. Bu hayatları şenlendiren gözler, Kâinat Saniinin mükemmel san'atlarını görüyor ve daha Cennete girmeden o ifade edilemez güzellikteki mekânın güzelliklerine neredeyse bu fani âlemde şahit oluyor. Ne yazık ki nefsin ve şeytanın emrine girmiş hayatlardaki gözlere ise karanlık perdeler inmiştir.

İnsanı değerli kılan tefekkür geleneği yerini sathiliklere bırakırsa, akıllar sarhoş, kalpler tefessüh etmeye başlamıştır o karanlık âlemlerde. Anlatamayacağımız kadar menfîlikler yaşanmaktadır o âlemlerde. İnsanlık oralarda hızla değer kaybına uğramakta, paha biçilmez san'at eserlerindeki güzellikler küfür ve isyan paslarından görünmez bir hale gelmektedir.

Hâsılı, imandır insanı insan eden. İmandır hayatlardan karanlıkları uzaklaştıran. İnsan eğer gerçek bir insan olmak istiyorsa, iman cevherine mutlaka sahip olmalı ve hayatının sonuna kadar o mücevheri yanından hiç ayırmamalı...

04.08.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Hicaz’daki dini perestroika



Arap diyarında Türk dizilerinin yol açtığı rahneler ve tahribatlar diz boyuna ulaştı. Hergün ayrı bir gazeteye veya mevkuteye konu oluyor. En son, 3 Ağustos 2008 tarihli Washington Post konuyu baş sayfasına taşıdı: ‘A Subverse Soap Roils Saudi Arabia’ Yeni Türk dizileri muhafazakâr Suud toplumunu çalkalıyor. Tahripkâr dizi Suudi Arabistan’ı kızdırıyor. Ezher uleması, Suud uleması Türk dizilerine köpürüyor. Ürdün vesair ülkelerin hocaları da aynı şekilde.

Bu dizilerin kırılgan hale gelmiş Arap toplum yapılarını kemirmesi, çözmesi ve sarsması gayet normal. Zira manevi dayanaklarından yoksun kalmış. Zira artık Arap toplumlarında boşanma oranları neredeyse yüzde 40’lar seviyesine gelmiş. Tavan yapmış. Rusya’da ise bu oranın yüzde 90’lara vurduğu söyleniyor. Bunlar, aileye ve kadının anneliğine ve erkeğin kavvamiyetine (aile reisliğine) yapılan sinsi ve sistematik psikolojik saldırıların acı meyvaları. Kadın dudak büküyor: “Pöh! Ben eve kapanım anne mi olacağım yani!’ diyor. Erkek de çıkıyor: “Pöh ömur boyu bir kadının kahrını mı çekeceğim, elini sallasan ellisi!’ diyor. Sonuç ailenin atomizasyonu. Bununla birlikte, Türkiye’nin Türk dizilerinden öte bir manası daha var. Burası Mevlana Celaleddin Rumi ve Bediüzzaman’ların da iklimi. Bu açıdan Moğollar Mısır kapılarına varıp dayandığında ve oradan Muzaffer Kutz ve Baybars tarafından geri püskürtüldüğünde bu hal derin bir mısraya konu olmuştur: “Türkler öyle bir kavimdir ki, zehirleri de panzehirleri de kendilerindendir...” Bu mısra bilahare tarihin muhallet mısraları arasında yerini almıştır. Bugün size Türklerin panzehir olma vasfını ve Türkiye’nin de ikinci manasını yazayım istedim. Şu an iki mana arasındaki çarpışma ve kavga doruk yapmış durumda.

***

ÖNCE BİR RÜYA

İki ay kadar olmalı. Rüyamda bir gece Suudi Arabistan’ın güney taraflarındayım. Bilmediğim bir sayfiye şehri. Adeta Kuzuluk’a benziyor. Ben de sayfiye için gelmişim. Ahşap konaklar görüyorum ve orada kalıyorum. Hayal meyal ahşap mescidden çıktıktan sonra küçük bir derenin kıyısına varıyorum. Orası şehrin tam ortası. Derenin üzerinde yine ahşaptan bir köprü var. Derede bir miktar su bulunuyor. Derenin üzerinden geçerken hayret ediyorum ve kendi kendime: ‘Arabistan’da da dere veya nehir olur mu?’ diyorum. Küçük ve sevimli köprü üzerinden dereyi geçiyorum ve oradan biraz ileriye uzanıyorum. Bir de bakıyorum ki derenin gerisinde sanki büyük bir umman var. Deniz mi, okyonus mu belli değil. Hayret ediyorum. Onun kenarına kadar geliyorum. Kenarında her tarafı yeşilliklerle bezenmiş asfalt tarafı bile yeşil olan bir yol çıkıyor önüme. Ufuk boyunca bir uzantı. Burada eşimle birlikte üstü açık bir kamyona biniyorum. Denizin kenarındaki yeşil yol üzerinden Anadolu’ya ve Akşemşeddin’in yanına Göynük’e gidiyormuşuz. Yarı yolda yanımıza birkaç köylü kadını daha biniyor. Önce bunlar malayani işler yaparlar diye endişeleniyorum sonra endişelerim zail oluyor...”

Bu halde rüyadan uyanıyorum. İlk yorumum denizin maneviyatı temsil etmesi oldu. Rüyayı, ahirzamanda Arabistan’ın manevi iklimini Anadolu’nun yoğuracağına hamlettim. Zira Anadolu’dan Hicaz’a değil Hicaz’dan Anadolu’ya geliyorum. Ve kaynağı Anadolu’da olan bir yüce ve ulu nehir Arabistan’ı suluyor. Manevi iklimini yeşertiyor. Yoksa onun cılız suyunun oraları beslemesi imkan harici.

RÜYANIN HAKİKAT PERDESİNDEKİ TECELLİSİ

Bu yazıyı kaleme almadan birkaç gün önce telefonum çalıyor ve bir Suudi Arabistan’lı çıkıyor karşıma. Ben mutad veçhile Arap kanallarından arandığımı düşünüyorum. O ise kendini takdim ettikten sonra birisinin tavsiyesi üzerine aradığını söylüyor. Durum değişiyor. Taşrada olduğunu ve İstanbul’a geldiğinde benimle görüşmek istediğini söylüyor. Ben de ‘memnuniyetle olur’ diyorum. Sonra Cumartesi günü evden ayrılmadan yine telofonum çalıyor. Karşımda neredeyse unuttuğum bu zatın sesi var. Bir takım Arapça Risale-i Nur almak istediğini söylüyor. Ben de gazetede işlerimin olduğunu ve işlerimi bitirir bitirmez Sultan Ahmed’e damlayacağımı ve gelip kendisine yardımcı olabileceğimi söylüyorum. Bana kendisinin gelmek istediğini söylüyor. Gazetede Arapça takım olmayacağını düşünerek Nesil’den temin edebileceğimizi düşünüyorum. Ona kısa bir yol tarifi yapıyorum. Evden çıkmadan yine telefon çalıyor ve Nesil’de beni beklediğini söylüyor. Ve nihayet buluşuyoruz. Otuz yaşlarında bir genç. Arap Dili ve Edebiyatı mezunu. Dört ay önce eski adalet bakanlarından birisinin oğlu olan ve halen BAE’de ikamet eden bir şeyhle tanıştığını söylüyor. Şeyh bunu yönlendiriyor ve önce Kahire’ye gidiyor ve burada Mesnevi’nin Arapça çevrisini ediniyor. Zira hocası öyle tavsiye ediyor.

İkinci gördüğü ülke ise Türkiye. Mısır, Arap bölgesi olmasına rağmen Türkiye’de daha rahat ettiğini söylüyor. Hocası buna Türkiye’ye gitmesini ve Mevlana’yı ziyaret etmesini öğütlüyor. Hocasına diyor ki: “İyi de hocam, Türkçe bilmiyorum yeteri kadar İngilizce de bilmiyorum. Sonuçta Türkiye bir Arap ülkesi değil.” Bu sözlerle zorlukları hatırlatıyor ve zımni olarak itiraz ediyor. Hocası üsteliyor: “Hiç endişelenme ve tereddüt etme ve sadece yola koyul. Orada hep iyilikler ve güzelliklerle karşılaşacaksın...”

Adam atlıyor uçağa ve geliyor Türkiye’ye ve 13’üncü günü de bizimle tanışıyor. Kapadokya, Pamukkale ve Konya ziyaretleri sırasında Hoca’sı telefonla kendisine bir adet Arapça Risale-i Nur edinmesini tavsiye ediyor. Hasbe’l kader görüştüğü adamlar da benim cep telofonumu veriyor. Telefon trafiği sonucunda kendisiyle Nesil’de buluşuyoruz ve derin bir sohbete dalıyoruz.

***

Bize Hicaz’la ilgili bilmediğimiz ve ilginç şeyler anlatıyor. Onun anlattıklarından; 11 Eylül sonrasında ve bilhassa Abdullah’ın kral olmasından sonra, ülkenin, fiilen bir dini perestroika dönemi yaşadığını çıkartıyoruz. 11 Eylül ve sonrasını İbrahim Hakkı Hazretlerinin Tefviznamesindeki gibi yorumluyor: Rubbe darratin nafia. Yani: Hak şerleri hayreyler, görelim Mevla neyler, neylerse güzel eyler. Bunun sonucunda Suud ulemasının karşı olmasına rağmen Kral Abdullah dinler arası ve mezhepler arası diyalog toplantıları tertip ediyor. Dini konulardaki insiyatifi ilk defa Vehhabi ulemanın elinden alıyor. Türkiye’deki CHP devirlerinde olduğu gibi Hicazlıların gizli gizli mevlit okutmaları alenileşiyor ve yasak kapsamından çıkıyor. Risale-i Nurlar da aynı şekilde yasak kapsamında iken Hicaz’da basılma aşamasına geliyor. Tasavvuf ve Eş’arilik yerleşik ulema geleneğinin itirazına rağmen çok hızlı bir şekilde yayılıyor. Ruhi kuraklık çölü bu sayede aşılmaya çalışılıyor.

Rüyamızın tecellisi olan Hasan da bu değişim kuşağından birisi. Kendisi Asir asıllı ama aynı eğitim sürecinden geçmiş ve son sıralarda reddi mirasla Vehhabilik anlayışını terketmiş. O Hicaz’daki perestroika’nın çocuğu idi. Ve yeniden doğuşu bu topraklarda arıyordu ve hocası ona bu toprakları tavsiye etmişti. Mevlana’nın izleriyle ilk defa Kahire’de tanışmış ve o izler onu Anadolu’ya sevketmiş ve bağrına taşımıştı. Suudi Arabistan, tarihindeki en büyük fikri ve ruhi çalkalanmayı yaşıyor. Ve bu çalkalanma sonucunda Vehhabilik durulacak, Cadde-i Kübraya avdet edecek ve yeniden büyük fustat’a yani çadıra katılacak. Bu satırları bitirirken o ülkesine dönmek üzere uçağa binmek üzereydi. Anadolu’nun Akşemseddin’in manevi iklimini Hicaz’a taşıdığından şüphe edilemez. Hasan gibi arkadaşlar kaderin cilvesiyle Anadolu ile Hicaz arasındaki manevi köprüyü dokumakla meşguller. Manevi iklim derinlerde sümbülleniyor. Kuvveden file çıkma mevsimine eriyor.

04.08.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Ramazan için erken ikaz



Her yıl oruç ayı Ramazan yaklaşırken çeşitli ikazlar yapılır. Bu yıl da iki farklı kuruluş, aynı noktada kamuoyunu ve Türkiye’yi ‘idare edenler’i uyardı. Gerek Türkiye Ziraat Odaları Birliği ve gerekse Türkiye Ziraatçılar Derneği yaptığı açıklama ile bilhassa bakliyat fiyatlarında ‘vurgun/ haksız kazanç’ olabileceğini ifade etti.

Çok yerinde bir ikaz. Çünkü yakın zaman önce meselâ, pirinç fiyatlarının hiç hesapta olmadığı kadar yükseldiği, bir müddet sonra da nisbeten düştüğüne şahit olduk. Peki bu aradaki farkı kimse açıklayabildi mi? Pirincin kilogram fiyatı bir anda nasıl 5 YTL’ye çıkmıştı? Gerek üretici ve gerekse satıcılar şaşkın halde sorumlu aradı. Ama bir sorumlu bulunamadan, ‘vurgun’ yapanın yanında kâr kaldı.

Ramazan ayında fiyatlar istense de istenmese de biraz yükselir. Ama bu yükseliş, tahminlerin ve beklentilerin üzerinde olursa araya fırsatçılar, vurguncular ve spekülatörler girmiş demektir. O bakımdan, bugünden yapılan ikaz çok yerindedir. Peki, bu ikazın gereği yerine getirilecek mi? Bu soruya ‘evet’ demek isterdik, ama bu güne kadar yapılanlara bakınca gönül huzuruyla evet demenin imkânsız olduğu görülüyor.

Bu arada yapılan başka bir açıklamaya da dikkat çekmek gerekecek. İstanbul Ticaret Odası, Temmuz ayı itibarıyla yıllık bazda gıda harcamaları grubunda yer alan sıvı yağların, arz yetersizliğine bağlı olarak yüzde 91,30 oranında zamlandığını açıklamış. Aynı açıklamaya göre, yıllık bazda bulgurun fiyatı yüzde 88,28, limonun fiyatı yüzde 74,56, mercimeğin fiyatı yüzde 70,43 oranında arttı.

Bu rakamların gerçeği yansıttığını görmek için en yakın bakkala ya da markete gitmek yeterli. 5 kg’lık sıvı yağların 20 YTL’den ucuz olması artık ‘sürpriz’ sayılıyor.

Tabiî ki fiyatlardaki muhtemel vurgunu, spekülasyonu gündeme taşıyıp; Ramazan ayının asıl mânâsını hatırlamamak olmaz. Belki başka hatırlatanlar da çıkacak, ama başta belediyeler olmak üzere Türkiye’yi idare edenlere bir erken ikaz da biz yapalım: Malûm, son yıllarda Ramazan denince bazılarının aklına ‘eğlence’ geliyor. Bu sebeple ‘Ramazan programları’ adı altında ölçüsüzce eğlenceler düzenlenen; türküler, şarkılar söylenen ‘çadır’lar açılıyor. Şimdiden, böyle yanlışlar yapılmaması için bütün belediye başkanlarını dikkatli olmaya dâvet ediyoruz.

Şunu çok iyi bilmeliyiz ki, ‘millet istiyor, vatandaş istiyor, başkan ne yapalım’ gibi bahanelerin arkasına sığınarak Ramazan ayının manevî atmosferine uymayan uygulamalar yapılmamalıdır. İyi, Ramazan ayına uygun faaliyetler yaptınız da millet size ‘bunları yapmayın’ mı dedi? Başka alternatif sunmadan, televizyon kanallarının düştüğü hatalara düşmek belediyelerin yapması gereken işler olmamalı.

Bu noktada Diyanet İşleri Başkanlığına çok büyük görev düşüyor. Şimdiden, belediyelerin Ramazan ayına uygun, doğru programlar yapması için girişimlerde bulunmalı, onlara yol göstermelidir. Aksi halde; ‘çadır’lardan yükselen şarkı sesleri, ezanların sesini kısma yolunda ilerliyor. Aman bu yanlışa düşmeyelim. Eşe-dosta para aktaracağız diye ‘kültür programları’ adı altında Ramazan günleri alet edilmesin. Bunu yapmak isteyen belediyeler varsa şarkı söylenen ‘çadır’ları Ramazan ayı sonrasında kursun!

Ramazan ayının erkenden mübarek olsun!

04.08.2008

E-Posta: [email protected]




Kemal BENEK

“Kırmızı çizgi” süreci…



Kapatma dâvâsı sona erdi. Genel itibariyle bir “oh” çekildi. Fakat buna “şimdilik” notunu eklemekte fayda var. Çünkü mahkemeden sızan bilgilere göre gerekçede yer alacak kırmızı çizgiler haddinden fazla kalın. O kadar fazla ki otoban olması gereken siyaset yolu patika gibi inceltilecek. Ve en küçük bir çizgi ihlâlinde başsavcılık yeni bir iddianame ile “yıkılmadım ayaktayım” diyecek.

Şimdi bunun alt yapısı oluşturuluyor. “Kapatmadık ama kapatmaktan beter edeceğiz” süreci işliyor. Fakat sürecin AKP’yi de aşan bir amacı var. Statükonun kırmızı çizgi haline getirdiği konular “CHPvari” partiler dışında bütün partilerin çözmeyi istediği konular. Dolayısıyla siyaset, yeni bir çelmeyle karşı karşıya. Bu oyunu bozmak siyasetçilerin boynunun borcu. Ortak “yok edici”ye karşı demokratik cesaret ve basireti gösterip birlikte hareket etmek zorundalar.

***

Gelelim kırmızı çizgilere. AKP’nin laikliğe aykırı eylemlerin odağı olduğuna karar veren mahkeme, milyonlarca mağduru bulunan, Türkiye’nin en büyük problemlerini kırmızı çizgiler haline getiriverdi.

Sızan haberler doğruysa hepimiz, en azından Türkiye’nin büyük bir çoğunluğu “kırmızı kart”lık. Meğer yıllardır hepimiz kırmızı çizgileri ihlâl ediyormuşuz.

İşte kırmızı çizgiler: Başörtüsü yasağını, imam hatiplere katsayı düzenlemesini, başörtüsüne izin veren açık lise uygulamasını, Kur’ân kurslarındaki yaş sınırlamasını, mescit ve başörtülü doktor çalıştırmayı sakın düşünmeyin, konuşmayın, yasakları eleştirmeyin, çözmek için kılınızı dahi kıpırdatmayın. Ne seçmen bunları talep etsin, ne de siyasetçi çözsün! Türkçesi; eller yukarı teslim olun!

***

70-80 yaşında bir insan düşünün. Kadın veya erkek fark etmez. Kendini genç göstermek için kilolarca makyaj sürünüyor. Saçını jöleliyor, baston yutmuş gibi dik yürümeye çalışıyor. Ne kadar inandırıcı olur? Kendinden başka kimi, nasıl kandırabilir?

1930'lu yılların kafa yapısına sahip olanlar da aynı durumda. Hâlâ “tak-şak-rahat-hazır ol” vaziyetinin devam ettiğini zannediyorlar. Hâlâ “özgürlüğünüz izin verdiğim kadardır” sözünün kayıtsız şartsız kabul edileceğine inanıyorlar. Bu modeller hep böyle. Ama geçti Bor’un pazarı… Uyanın artık! Yol verin! Yıl 2008! Kırmızı çizgileriniz 1930’larda geçerli olabilirdi. Şimdi tedavülden kalktı. Anlayın artık. Bu bahanelerle torunlarınızı dahi ikna edemezsiniz. Boşuna kendinizi de bizi de yormayın.

***

Bir çift lâf da siyasetçilere özellikle siyasî iktidara. Oy almak, yüzde 47 oy almak önemlidir. Ama daha önemlisi hakkını vermektir. Vatandaşı iyi temsil etmek, taleplerini yerine getirmek, haklarını muhafaza etmektir. Akıllı idare etmektir. Akıllı idare etmek her “höt” dendiğinde sinip uzlaşmak değildir. Gerginliğe girmeden, oyuna gelmeden vatandaşın isteklerini karşılamaktır. Engelleri hak ve talepleri pazarlık usulü yapmadan aşabilmektir. Ne pahasına olursa olsun milletin izzetini çiğnetmemektir. Zor olan budur. Yoksa her sıkıştığında tek taraflı tavizlerle birlikte engellerin sahipleriyle uzlaşma yolu en fazla denenen yoldur. Ama en klâsik ve faydasız yoldur. Ve en bıktırıcı yoldur.

Son söz: Omuzlarınıza aldığınız sorumluluğun hakkını verin. Yoksa alırız anahtarı ellerinizden!

04.08.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Postmodern kapatma!



Meclis tatile girdi; lâkin siyaset iktidar partisini “kapatma dâvâsı” kararını tartışıyor. Kulislerde demokrasiye “sarı ışık” yakılmasının “mesaj” ve “ihtar”ın anlamı konuşuluyor.

Anayasa Mahkemesi’nce bir siyasî partinin kapatılmaması, elbette onca bâdireden sonra demokrasinin geleceği açısından iyi bir örnek olmuştur. Ne var ki daha “gerekçeli karar” açıklanmadan, “kısa karar”ın önüne ve arkasına konulan kayıtlarla, evvel emirde demokrasinin üstünde “demoklesin kılıcı”nı sallandırılması, postmodern bir “kapatma”yı sözkonusu etmekte.

Ankara’daki “gizli pazarlıklar” söylentisi bir yana, “kapatmama kararı”nın 5’e 6’yla çıkması ve “red” oyu veren Mahkeme Başkanı Kılıç’ın, buna rağmen “çok ciddî bir ihtar”dan söz etmesi, bunun sinyalini veriyor. Kılıç’ın, “Anayasa’da gereken 7 sayısını tutturamaması nedeniyle kapatma kararı çıkmamıştır, ancak ilgili siyasî partinin bu sonucu çok iyi analiz edip mesajı alması gerektiğini” söylemesi, Türkiye’de darbe dönemlerinden kalma bir itiyadı ele veriyor. “Laiklik”, “ilke ve inkılâplar” paravanında antidemokratik dayatmalarla sivil siyasetin “vesâyet” altına alınması, demokrasinin zaafa uğratılması itiyadını…

Bu itibarla Kılıç’ın ifâdesiyle “toplumdaki çok ciddî gerginliğin giderilmesi”nin ve “hangi düşünce ve inançla olursa olsun birlikte yaşama şartlarının oluşması”nın, demokrasinin önüne bariyerler konulması emr-i vakisiyle yapılması, herhalde bazı Orta Afrika kabile devletlerinde ve Türkiye’de rastlanan garâbetlerden…

“KORUMA VE KOLLAMA” VAADİ…

Gerçek şu ki “karar”ın ardından bazılarının “hukukçu” kisvesinde, “Mahkemenin kararı”yla “AKP’nin laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu” teziyle, yeniden açılacak bir “kapatma dâvâsı”yla korkutmaları, belli ki iktidar partisini tamamen “teslim almaya” yönelik…

“Gerginliğin azaltılması” ve “birlikte yaşama” adına siyasetin çembere alınıp demokrasinin kuşatılmasının toplumu kaynaştırıp bütünleştirmediği, yakın siyasî tarihteki darbe ve postmodern darbe süreçlerinde görüldü. Buna rağmen son “kapatma dâvâsı”nda etraftan dolanarak aynı taktiğe başvurulması, Türkiye’de devletin din ve demokrasi ilişkilerindeki “samîmiyeti”ni bir defa daha deşifre ediyor.

Bir başka garâbet, görünürde pek kabullenmemiş gibi gözükse de iktidar partisinin daha baştan bu “kuşatılmışlığı” bir nev'î kabullenmesi. Başbakan Erdoğan’ın ilk tepkideki, “Hiçbir zaman laikliğe karşı eylemlerin odağı olmayan AK Parti bundan sonra da Cumhuriyetimizin temel niteliklerine sahip çıkmasına devam edecektir’’ sözleri bunun göstergesi.

Görünen o ki Erdoğan, bir “Kasımpaşalı” olarak “yıldığını”, “teslim olduğunu” göstermemek açısından siyaseten bir şey olmamış gibi konuşsa da işin iç yüzü başka. Kılıç’ın üstüne basa basa dile getirdiği, en yakın AKP yorumcularının bile bundan böyle Başbakan’a ve siyasî iktidara “sorumluluklar” yüklediği bir ortamda, Erdoğan ve parti yönetimi bundan tecâhül-ü ârif etse de, netice değişmiyor. Sivil siyaset ne yazık ki “rehin alınıyor”, siyasî iktidar ne yazık ki mâhut “örtülü vesâyet”e “derinden” râzı…

Onun için bazı mahfillerin beklediği “22 Temmuz gecesi balkon konuşması”ndan daha “dikkatli” sarf ettiği sözlerinde bile “laikliğe bağlılık” ve “koruma ve kollama” vaadi, Erdoğan’ın demeçlerinin satır aralarında açıkça okunuyor.

DEMOKRATİKLEŞMEYE “REZERV”

Vâhim olan şu; Hazine yardımının yarısının kesilmesi “cezası”yla kalınması, zâhiren siyasete yol verse de aslında Türkiye’nin siyasî geleceğini ve demokratik gündemini âdeta bloke ediyor. Türkiye’nin AB müzâkere sürecinde demokratikleşme, özgürlükler ve temel haklardaki gelişmesinin önüne görünmeyen barikatlar konulmak isteniyor.

Kısacası, iktidar partisine siyasî hayatı bahşediliyor, buna karşılık siyasî iktidarı öngörülen sisteme “mahkûm” ediyor, demokratik icraatlara “rezerv” konuluyor; siyasetle demokrasi âdeta takas ediliyor…

Buna göre “aklanan” AKP siyasî iktidarı, milletin temel taleplerinin başında gelen mânevî değerlerdeki hak ve hürriyetleri, inanç ve ifâde özgürlüğünü mevzu etmeyecek.

Meselâ eğitim demokratikleşmesini, yüzbinlerce öğrencinin eğitim hakkını gasbeden yasadışı başörtüsü yasağının kaldırılmasını, imam hatip mezunlarının üniversite sınavlarındaki katsayı adaletsizliğinin giderilmesini, din eğitimi ve öğretimi önündeki sınırlamaları, Kur’ân kurslarındaki “yaş yasağı”nı, YAŞ’ta “irtica” bahanesiyle subay ve astsubayların mesleklerinden yargısız ihracını, bir defa daha gündeme getir(e)meyecek; getirmemesi bekleniyor.

Her gündeme getirdiğinde, yeniden “laiklik karşıtı eylemlerin odağı” iddiasıyla karşı karşıya kalacak…

AKP için demokratik direnç sınavı yeni başlıyor…

04.08.2008

E-Posta: [email protected]




Mikail YAPRAK

Gayesiz çile olmaz



On sekiz yıldan beri Avrupa meskenimdir,

Ne ben Avrupalıyım, ne Avrupa benimdir.

Bir öğretmen olarak vazifemle meşgulüm,

Resulullah’a ümmet, Cenâb-ı Hak’ka kulum.

***

İşçilerin bir kısmı, sonra “işveren” olmuş…

Kendisini uygarlık çarşılarında bulmuş…

Oh ne âlâ memleket, doluyor mide ve cep!

Buradaki varlığının sebebi bu mu acep?

***

Hedef ve gaye yoksa, bu kıt’ada durulmaz…

Nefis, mide uğruna kalbe darbe vurulmaz…

Rezzak-ı Kerim rızkı her tarafta gönderir,

Hiç ummadığın yerden, hem de bire bin verir…

***

Para için gurbetin zor çilesi çekilmez,

Bu çilenin derdini gelip çekmeyen bilmez…

Ayrı düşmüş nesiller, parçalanmış aile…

Ancak bunu yaşayan bilir bu nasıl çile…

***

Avrupa’da gözünü dünyaya açan bebek,

Batı örfüyle büyür ve değişir giderek…

Onun dili ve dini orada sana kalmış,

Çocuğun ruhundaki temiz vicdana kalmış…

***

Dikkat et o saf vicdan orada bozulmasın,

Canından bir “bumerang” gelip seni bulmasın…

Saklayayım gurbetin bu karanlık yüzünü,

Biraz da göstereyim aydınlık gündüzünü…

***

Mümkündür bu kıt’ada yaşamak hep insanca,

Sana dokunan olmaz, yaşarsan Müslümanca…

Kilisenin yanında bir de cami bulursun,

Mevlâ’dan yetişirse hidayet, kurtulursun…

***

İnsanlığa âmade karası, denizi var…

Maddede ve mânâda ceddimizin izi var…

Doğudan batıyadır ceddimizin seferi,

Onlar ma’mur etmiştir, mesken tuttuğu yeri…

***

İlimle ve imanla cahili eğitmiştir,

Çorak olan her yere, yeşil ağaç dikmiştir.

Mazlûmlara hakkını, zalimlere haddini,

Bildirerek, Batıya tebliğ etmiş hak dini…

***

Temiz ruh, temiz gaye ve hedef insaniyet,

Ondan da hasıl olmuş hakikî medeniyet…

Viyana kapısından o zaman geri dönmüş,

Lâkin ne gaye bitmiş, ne o meş’ale sönmüş…

***

Kader yine nazarı bu kıt’aya çevirmiş,

Ecdadın temiz nesli gelip buraya girmiş…

Hem çok kolay, elini kolunu sallayarak,

Tuttukları her işi allayıp pullayarak…

***

Ne elde kılıç varmış, ne tutan yeniçeri…

Uzanan dostluk eli, maharet ve beceri…

Artık Batı Doğuya, Doğu Batıya muhtaç…

Elini çeken taraf kalır yalnız, sefil, aç…

04.08.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır