17 Temmuz 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Elif Eki

VEHBİ HORASANLI

“Üçüncü madde: Tesettür kalkacak!”

‘TÜRBAN RAHATSIZLIĞI’NIN TARİHî ARKA PLANI

Mazhar Müfit Kansu, “Erzurum’dan Ölümüne Kadar

Atatürk’le Beraber” adlı eserinde ilginç bir nottan

bahsediyor. 7-8 Ağustos 1919 tarihinde Erzurum

Kongresi esnasında M. Kemal, yanında Süreyya Yiğit

olduğu bir anda, gelecekte yapacağı devrimler

ile ilgili şunları söylüyor:

“Bir: Hükümetin şekli Cumhuriyet olacak.

İki: Padişah ve hanedanına icap eden muâmele yapılacak.

Üç: Tesettür kalkacaktır.

Dört: Fes kalkacak, Şapka giyilecek.”

“Üçüncü madde: Tesettür kalkacak!”

Mazhar Müfit Kansu, “Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber” adlı eserinde ilginç bir nottan bahsediyor. 7-8 Ağustos 1919 tarihinde Erzurum Kongresi esnasında M. Kemal, yanında Süreyya Yiğit olduğu bir anda, gelecekte yapacağı devrimler ile ilgili şunları söylüyor:

“Bir: Hükümetin şekli Cumhuriyet olacak. İki: Padişah ve hanedanına icap eden muâmele yapılacak. Üç: Tesettür kalkacaktır. Dört: Fes kalkacak, şapka giyilecek.” Bu arada elinden kalemi düşen Kansu, M. Kemal’e “Çok hayalperestsiniz” diyor. Cevap olarak “Bunu zaman tayin eder” diyerek beşinci maddeye geçiyor: “Latin harfleri kabul edilecek” denilince, Kansu “Paşam, kâfi… kâfi…” der ve “Sabah oldu” diyerek yanından ayrılır.

Aradan yıllar geçer. M. Kemal, şapka inkılâbını gerçekleştirmiş ve Kastamonu’dan dönüyorken yanında şapka giymiş Diyanet İşleri Reisi olduğu halde Kansu’yu görür ve der ki: “Azizim Mazhar Müfit, kaçıncı maddedeyiz?”

Bu yazımda, “Ne müthiş inkılâp olmuş!” diyen Kansu’nun notları arasında yer alan üçüncü madde üzerinde bir parça durarak türban ve başörtüsü konusunu incelemek istiyorum.

Evet, seçimlerde milletten devamlı şekilde tokat yiyen CHP yöneticileri, bu gidişâta bir son vermek için geçen seçimlerden önce sırası ile çarşaf, Kur’ân kursu ve tarikat açılımları yaptı. Bu yüzden kendi partisinden de çok büyük tepkiler aldı. Partililer, M. Kemal’in yolundan sapıldığını iddia ettiler ve bunda da haksız sayılmazlardı. Zira yukarıda ifade ettiğimiz notlarda geçtiği gibi “Tesettür kaldırılmalı”ydı(!) Şimdi nasıl olur da böylesine bir taviz verilebilirdi.

Partilileri bir tarafa bırakıp yakın tarihimizi kısa bir gözden geçirmeye devam edelim:

Gerçekten de M. Kemal, devrimlerinin tamamını başarı ile gerçekleştirmişti. Fakat şu tesettür maddesi hâlâ yerinde duruyordu. Üstelik başörtülü hanımların sayısı azalmamış, aksine çığ gibi artmıştı. Peki devrimlerden bir sapma mı olmuştu? Hayır. Zira tesettürün kalkması için oldukça büyük güç sarf edilmiş, fakat bu noktada başarısız kalınmıştı.

Tek partili dönemde yapılanları bir tarafa bırakalım, 1950’den sonraki olayları inceleyelim. Bakın neler yapılmış:

Meselâ “İnkılâplarımızı nasıl koruyabiliriz?” konulu fikir yarışmasında derece kazanan makalede “Namus ve şerefin çarşafla, fesle muhafaza edilemeyeceğinin daimî propaganda ile herkese kabul ettirilmesinin mümkün olduğu; irticaın baş gösterebileceği yerlerde sık sık açılacak sergilerle milletlerin tarih boyunca kıyafetlerinde olan değişiklik ve tekâmüllerin zamana, ihtiyaca, iklimlere göre vuku bulduğunu halkın gözü önüne sermenin gerekliliği” gibi tekliflerde bulunuluyordu.

Yine İsviçre’den gönderilen, ismi saklı bir okuyucu yazısında, kadınların çarşaf giyme “alışkanlığını” korumaları eleştirilerek şöyle deniyordu:

“Artık bizim için bir yüz karası haline gelen çarşafa mani olmalıyız. Kadın cemiyetleri seferber olmalı, konferanslar tertip etmeli, çarşaf yerine giymeleri gereken elbise önerilerini bizzat giyerek göstermeli, sevdirmeli. Bir köydeki bütün kadınlar vazgeçerse, namus, ayıp meselesi kalmayacağı anlatılmalıdır.

“Köylü saatinde radyolar harekete geçmeli, bilhassa şarkı ve türküler arasında bunun lüzumsuz-luğunu belirtmelidirler. Nihayet, muayyen bir tarihten sonra çarşaf giyenlerin çarşafı alınacağı gibi, para cezası almalı, hatta çarşaflar toplanmalı ve çarşaflık imal ve satışını yasak etmeli, köylere havadan broşürler atmalı.”

İsviçre’den “hüviyeti mahfuz” olarak yazan okuyucunun bu “demokratik” (!) teklifleri ve gazetenin ısrarlı yayını etkili olur ve hemen ertesi günü (13 Mart 1956) üç kadın milletvekili çarşafın yasaklanması için Meclis’e kanun teklifi götürürler. Türk Kadınlar Birliği tarafından da olumlu karşılanan bu teklif, Meclis’te hiçbir işlem görmez.

Cumhuriyet gazetesi, bu teklif üzerine çeşitli siyasal kişiliklere sorular sorar. Bir milletvekili, tasarının kanunlaşmasını beklediğini, medenî bir memleket olarak “çarşaf acayipliğinden” (!) kurtulmak gerektiğini söyler.

Başka bir milletvekili Pertev Arat ise, çarşafın bir kanun meselesi değil zamanla halledilecek bir telkin ve terbiye meselesi olduğunu ve fes “ucubesi” (!) ile çarşaf meselesini ayrı değerlendirmek gerektiğini ileri sürerek şöyle konuşur:

“Eğer çarşafla dolaşanlar son günlerde çoğalmış ise, bunun sebebi, alâkalı teşekküllerin vazifelerini ihmal etmiş olmalarıdır. Millî Eğitim Bakanlığı, kadın teşekkülleri ve diğer sosyal müesseseler, mayolu defileler tertip edeceklerine, çarşafla gezenlerle mücadele etsinler. Şu veya bu, sık sık antidemokratik kanunlardan bahsedilmektedir. Tasarı eğer kanunlaşırsa, çarşafın yasak edilmesine dair kanun, antidemokratik kanunların başında gelecektir. Biz, vatandaşların arzularına aykırı hareket edemeyiz.”

Çarşafın yasaklanması yönünde kamuoyu oluşturma faaliyetlerine Türk Kadınlar Birliği de katılacaktır. Kadınlar Birliği Merkez İdare Kurulu aynı günlerde bir toplantı yaparak, tasarının kabulü hâlinde, çarşaflarını çıkartacak kadınlara ucuz manto temini ve bunların tipi gibi konuları görüştüler.

Kadın mantoları satan mağazaların sahipleri de bu toplantıda bulunarak görüşlerini belirttiler. Sonuçta, yerli kumaşlardan hazırlanacak çeşitli tipteki mantoların istenilen zarafette olması ve ucuza mâl edilmesi kararlaştırıldı; modellerin hazırlanması ve kadınlara tavsiyesi işlerini de Olgunlaşma Enstitüsü üstlendi.

İşte görüldüğü gibi bu hamur çok su götürüyor. O halde kısa keserek türban ve başörtüsü etrafında koparılan fırtınanın esas sebebini okuyucularımın takdirine sunuyorum...

Bediüzzaman, tesettür âyetini tefsir ettiği için ceza almıştı

“Eskişehir Mahkemesi (1935), tek bir mesele olan tesettür-ü nisâ (kadınların örtünmesi) hakkındaki bir küçük risâlenin beş on kelimesini bahane ederek, lâstikli bir kanunla hafif bir ceza verdiği zaman, Mahkeme-i Temyizden sonra lâyiha-yı tashihimde kanunsuzluğun yalnız tek bir numunesi olarak resmen Ankara’ya yazdım ki: ‘Bin üç yüz elli senede, üç yüz elli milyonun kudsî bir düsturuyla daimî ve kuvvetli bir âdet-i İslâmiyeyi ders veren ve emreden tesettür âyetini, eskide bir zındığın Kur’ân’ın bu âyetine itirazına ve medeniyetin tenkidine karşı müdafaa için üç yüz elli bin tefsirin icmâına ve hükümlerine ittibâ ederek o âyeti tefsir edip bin üç yüz elli senede geçen ecdadımızın mesleğine iktidâ eden bir adama o tefsiri için verilen ceza ve mahkûmiyeti, dünyada adalet varsa, elbette o hükmü nakz edecek ve bu acip lekeyi bu hükümet-i İslâmiyedeki adliyeden silecek.’”

(Bediüzzaman, Şuâlar, s. 332)

[email protected]

TESADÜF SADECE “BİR KELİME”

“Evrim tartışmasına” katkı

Tesadüf sadece “bir kelime”

Başlıktaki ifade, iki gün önce Haber Türk’teki köşesinde “‘Evrim tartışmasını’ yeniden başlatıyorum” başlıklı bir makale kaleme alan yazar Yiğit Bulut’a ait.

Bulut, “Her şeyden önce şunu belirtmek isterim: ...’evrim’ kelimesini ‘rastlantısal başlangıç ve sonrası gelişim’ için kullanıyorum. Daha açık yazayım; ‘mükemmel sonuçların, rastlantısal olabileceğine’ inanmıyorum!” diyor.

Bu noktada “evrim tartışmasına” bizim de yapacağımız katkılara geçmeden önce, yazarın ‘can alıcı’ bazı görüşlerine dikkat çekelim:

- “Çekirdeğin çevresinde saniyede 1000 km gibi akıl almaz bir hızla hiç durmadan dönen elektronlar, birbirleriyle bir kez bile çarpışmazlar. Birbirlerinden herhangi bir farkları bulunmayan bu elektronların farklı farklı yörüngelerde bulunmaları, son derece şaşırtıcıdır. Bunun ‘Evrimle ne alâkası var?’ diyeceksiniz. Hemen arz edeyim: ‘Evrende en küçük bileşenlerde bile’ ne kadar mükemmel bir uyum olduğunu, daha açıkçası tesadüfün sadece ‘bir kelime’ olduğunu anlatmak için bu girişi yaptım...”

- “Tek hücrenin ‘bir zekânın müdahalesi’ olmadan bugün gördüğümüz ‘mükemmel bize’ dönüşmesi sizce olanaklı mı?”

- “Bütün ihtimaller aynı anda gerçektir ama her seferinde sadece ‘olması gereken seçenek’ hayata geçer! Elektron her zaman yolunu bulur!” (Haber Türk, 15.7.09)

Aslında yazar bu minvaldeki sözleriyle, çok ‘yalın bir gerçeğe’ parmak basıyor. O da, her şeyin mükemmel ve kusursuz olduğu şu varlık âleminde hiçbir şeyin tesadüfen meydana gelemeyeceği gerçeği...

Ne var ki, Materyalist ve Darwinist felsefelerin etkisinde kalan bilim, yıllardır, bu yalın gerçeği örttü ve örtmeye çalıştı. Gözüyle görmediği için, bütün bu kusursuz düzenin bir “planlayıcısı” olduğunu kabullen(e)medi. Halbuki bu kabullenmeyiş,—kendileri açısından—işi daha bir çıkmaza, mantıksızlığa sokuyordu. Bu durumu da, Prof. Dr. Edwin Conglin’in ağzından dinleyelim:

“Hayatın tesadüf eseri meydana geldiğini iddiâ etmek, bir matbaada rastgele meydana gelen patlama neticesinde muazzam bir ansiklopedinin ortaya çıktığını iddiâ etmek gibidir.” (Genç Dergisi, Şubat-2009)

İşte bu kadar, hatta bundan daha saçma bir kabulleniştir, var olan her şeyin bir tesadüf eseri ortaya çıktığını söylemek.

Buna rağmen, ‘materyalist felsefeden beslenen bilim’in etkisinde kalan günümüz insanı, bu yalın gerçekten gaflet edebilmektedir. En basit bir şeyin bile, meselâ okuduğu yazının bile ‘yazarsız’ olmasına ihtimâl vermeyen insan, ne garip ki, mükemmel ve kusursuz bir biçim de yazılmış kâinat kitabının tesadüfler sonucunda meydana gelmesine ihtimal verebilmektedir. Bu hâl, en basitinden, bir ‘garaz eseri’ olmasa bile, ‘modern bir cahillik’ olsa gerek. Öyle bir cahillik ki, bilmiyor, ama bilmediğini de bilmiyor, yani kendini bilir sanıyor. Halbuki yaptığı sadece, cehaletini bilim perdesiyle örtmek. Burada da, Konfüçyüs’ün “Bilmediğini bilmeyenden kaçının” sözünü hatırlamamak mümkün değil.

Aslında, “mevcudâtın tesadüfler sonucu meydana gelemeyeceği” gerçeğini ifade eden, geçmişte de sayısız düşünür var. Meselâ; Mevlânâ şöyle der:

“Ey oğul, yazıyı bir kâtibin yazdığını düşünmek mi, yoksa kendi kendine yazıldığını düşünmek mi akla daha uygun düşer?

“Ey hünersiz kişi, söyle bakalım, evin bir yapıcısı, bir mimarı olmasını düşünmek mi akla daha uygundur; yoksa yapıcısı ve mimarı olmadan evin kendi kendine meydana geldiğini düşünmek mi?

“Güzel bir san'at eseri, kör bir çolak adamın elinden mi çıkar, yoksa maharetli, gözü görür, hissiyat sahibi bir kişinin eseri midir?” (Mesnevî, c. 6, beyt: 368-371)

Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Ama gerçek o kadar açık ve seçik ki aslında...

Mevlânâ’dan daha yakın bir örnek ise; hayatını, bir cihette, ‘şu kâinatın tek bir yaratıcısı olduğu gerçeğini akıl ve mantık yoluyla ispat etmeye’ adayan Bediüzzaman’dır (1877-1960). O, telif ettiği Risâle-i Nur eserleriyle, ‘materyalist felsefe’yi ve ‘tesadüf fikri’ni temelinden çürütmüştür. Adeta, onları kendi argümanlarıyla vurmuştur. Maddede mânâyı ispatlamıştır. “Madem eşya var ve san'atlıdır; elbette bir ustaları var” (Sözler, 26. Söz, s. 436) yalınlığında, iki kere iki dört eder derecesinde ‘yaratıcı kudretin zorunluluğunu’ ispat etmiştir. Yine onun, bu sahadaki sayısız sözlerinden biri de şudur:

“Bir köy muhtarsız olmaz, bir iğne ustasız olmaz, sahipsiz olamaz, bir harf kâtipsiz olamaz; biliyorsun. Nasıl oluyor ki, nihayet derecede muntazam şu memleket hâkimsiz olur?” (Sözler, 10. Söz, s. 53)

Cumhuriyetin ilk yıllarında yaşamış ve ateist fikirleriyle bilinen Abdullah Cevdet, Bediüzzaman’ın yukarıdaki sözlerinin yer aldığı kitapçığı görünce, Allah’ı ve Ahireti inkâr eden fikirlerinin yer alacağı çalışmayı hazırlamaktan vazgeçerek, “Bediüzzaman’ın bu eseri var olduğu sürece, biz bir şey yapamayız” mânâsında sözler sarf ettiği rivayet edilir.

‘Evrim tartışmasına’ büyük katkı sağlayacağını düşündüğümüz eserlerden biri de, yine Bediüzzaman’ın telif ettiği “Tabiat Risâlesi”dir. Bediüzzaman, burada da, kâinatta tesadüfe zerre kadar yer bırakmayacak şekilde ‘Yaratıcı kudretin zorunluluğu’nu ispat eder. Şimdilik, bu eserin de, dikkatle incelenmesi gerektiğini ifade etmekle yetinelim.

Yazımızı, ‘materyalist felsefenin etkisinde kalmış bilim dünyası’na, yine Mevlânâ’nın sözleriyle seslenerek bitirelim:

“Bir gün olur da, gözündeki perde kalkar, sır bağı çözülürse; san'atın, san'atkârın elinde halden hale girmekte olduğunu anlarsın!”

İSMAİL TEZER

İÇ GÜZELLİK NASIL OLUŞUR?

BİR MEKTUP

Hayırlı günler Halit Ertuğrul Hocam,

(...)

Önce Allah sizden razı olsun. Bana okumayı sevdirdiniz. Duygularımı kâğıda dökmeyi ve mektup yazmayı sevdirdiniz. Okuma alışkanlığı, benim çok şeyimi değiştirdi. Pasiftim, bir konu hakkında konuşamıyordum. Bir arkadaş grubum yoktu. Bütün bunları kazandım. Yeniden bir kimliğe kavuştum.

Hocam, bu mektubumda “iç güzellik” üzerinde durmak istiyorum. Hep insanlar der ya “Dış güzellikten önce huy, karakter ve iç güzellik gelir” diye... İyi de bu iç güzelliği nasıl oluşturacağız? Bu bizim elimizde mi? Benim iç güzelliğim yoksa, her şeye kötü gözle bakıyorsam, kıskançsam, çekemiyorsam, yardımsever değilsem, menfaatperest bir insansam bütün bunlardan arınıp, bir “sevgi adamı” olmam mümkün mü?

(...)

Bu konularda beni aydınlatmanızı bekliyorum. Sizlere çok ama çok duâlar ediyorum. Allah kaleminize kuvvet versin. Saygılarımla...

Hasan ERYILMAZ

Hasan Bey kardeşimiz, mektubunda, çok önemli bir konuyu ele almış. İç güzelliği oluşturmak, sevgi adamı olmak, bir insan için ne kadar önemli... Hatta bundan daha önemli konu var mı? Eğer insanlar iç güzelliği dikkate alsalar, sevgi, saygı eksenli bir anlayış oluştursalar, hangi problemler çözülmez ki? Sevgi Adamı’nın olduğu yerde bütün kötülükler ve çirkinlikler yok olmaya mahkûmdur. Tıpkı ışığın olduğu yerde karanlığın, dostluğun olduğu yerde de düşmanlığın yok olduğu gibi...

Gerek bir insan için, gerekse de bir toplum için iç güzelliğin ve sevgiyi yaşamanın hayatî bir önem taşıdığını ne anlatmaya, ne de tartışmaya gerek var. Asıl gerek olan konu: İç güzellik nasıl sağlanır? Sevgi pırıltıları nasıl oluşur? Başka bir ifadeyle dışını rahatlıkla süsleyen bir insan, içini de o kolaylıkta süsleyebilir mi? Evet... İnsan içini güzelleştirebilir. Pırıl pırıl süsleyebilir? Sevgi Adamı olup, hem kendine, hem de topluma huzur ve mutluluk sunabilir.

Bunu nasıl mı yapacak?

Buyurun öyleyse...

1- Ne kadar güzel ve ne kadar mükemmel yaratıldığınızın farkına varın.

İç güzelliğiniz, ne kadar kusursuz, dengeli ve harika bir san’at eseri olduğunun farkına varmakla başlar.

Nazarlarınızı, kendi yaradılışınıza çevirin. Canlılar içinde ne kadar ayrıcalıklı olduğunuzu, her şeyin size hizmet ettiğini görün. Aklınızı, küçük bir kâinat olan kendi dünyanıza çevirin. Bu dünyaya Yaratıcı’nın ne kadar masraf ettiğini yakalamaya çalışın. Meselâ, gözünüzün, dilinizin, aklınızın ve diğer organlarınızın paha biçilmez değeri karşısında sizden ne istendiğini yakalamaya çalışın.

Niçin bütün kâinat size hizmet ettiriliyor? Neden binlerce nimetler önünüze seriliyor? Vücut sarayındaki akılları durduran intizamın, düzenin ve iç âhengin Yaratıcısı sizlere ne anlatmak istiyor ve hangi mesajı vermeye çalışıyor?

İşte insan kendini tanımakla, anlamakla, niçin yaşadığını, neden var olduğunu keşfetmekle çok önemli bir noktaya gelir. O da bir kul olduğunun farkına varmasıdır. Kâinatı yaratan Kudret Sahibinin bir kulu olduğunun farkına varan insan, ne için yaşadığını ve nereye, kimin huzuruna gideceğini de anlayacaktır. İşte bu anlayış, insanın iç dünyasında müthiş inkılâplar yapar. İnsan kendisine çeki-düzen verir. Kendini Yüce Yaratıcının emirlerine göre hazırlar. Kirlerden temizler. Zaten ibadetlerin de esas mânâsı budur. Bu ise, ebedî, pırıl pırıl bir iç güzellik ve sevgi adamlığı oluşturur.

2- Tefekkür adamı olun

Fezanın akıl almaz derinliklerinde gezinen bir geminin misafiriyiz. Âlemde bir zerre hükmünde olan ve dünya adı verilen bu gemi, ahiret memleketine yolcu taşıyor.

Dünyayı, bu âlemde büyük bir düzen içinde gezdiren kudret, onda san’atının en ince güzelliklerini sergilerken, bizleri de bu güzellikleri görmeye ve onların san’atkârını bulmaya dâvet ediyor.

Kâinat içinde insan, etrafa bomboş gözlerle bakmamalı, baktığı yerdeki inceliğin, hikmetin ve san’atın da farkına varmalı, detaya inip, İlâhî mesajı yakalamalıdır.

İnsan, baharın muhteşem güzelliğine dalınca, tertemiz buz gibi suyu yudumlayınca, aç midesine sımsıcak yiyecekleri yollayınca, mis gibi havayı ciğerlere doldurunca ve binlerce nimetin emrine koştuğunu görünce, kendisine bu hesapsız masrafları yapan Zât’ın önünde secdeye kapanıp, kulluğun haz ve lezzetini yaşayarak, kalbini ve aklını nurla ve huzurla doldurmalıdır.

Her an insan düşünmeli... Çevresinde olup bitenlerin adî ve basit şeyler olmadığını anlamalı...

Kuru ve şuursuz toprak... Topraktan çıkan şuursuz gövde ve dallar ve onun ucundan, ancak sonsuz bir ilim ve kudretle yaratılması mümkün olabilen, binbir çeşit renk ve lezzetteki meyveler...

Bizim için süslenip, renklendirilen ap ayrı tat ve kokuyla donatılan göz kamaştırıcı hediyeler... Bizi gören, midemizin ihtiyacını bilen ve sonsuz merhametiyle o ihtiyaca cevap veren Zât’ın ebediyete namzet misafirlerine yapmış olduğu bir ikram...

Etrafa tefekkürle bakan, hâdiselerin inceliğine ve hikmetine inen, ondaki gayeyi anlayan insan, ne kadar yüce bir ünvanla, şerefli ve büyük gaye için yaratıldığını anlayıp, kendisini her saniye Rabbi’nin huzurunda bilerek, dupduru, pırıl pırıl bir güzelliğe kavuşacaktır.

Rahmetli Cemil Meriç’in dediği gibi:

Tefekkür adamı olan, hem güzelliği görür, hem güzelliği yaşar, hem güzelliğe dâvet eder.

3- Bol bol kitap okuyun

Kitap okuma, yalnızca bir bilgi edinme ve hoş bir vakit geçirme değildir. En önemlisi, iyi seçilmiş bir kitap, en büyük bir arkadaş, dert ortağı, teselli mercii ve insan psikolojisini rahatlatan bir kaynaktır. Deneyin... Eminim ki, fark edeceksiniz.

4- Gönüllü Yardım Kuruluşlarında görev alın

Bu konuyu öğrencilerime sık sık teklif ettim. Büyük çoğunluğu kabul ettiler. Amaçları fakir ve yoksul insanlara destek olan vakıf ve derneklerde görev aldılar. Zaman zaman çok yorucu geçen bu tür çalışmaları anlatırken, gözlerinin içi gülüyordu. Vicdanî rahatlıkları hayatlarını huzurla doldurmuştu. Yoksul ve yardıma muhtaç birinin elinden tutabilmiş olmanın hazzı, onların hayatlarına ayrı bir tat ve güzellik getirmişti. Bu davranışları bir anlamda onlara şükretmeyi, sahip oldukları nimetlerin farkına varmayı öğretmişti. Siz de çevrenizde bu tür faaliyetler yürüten yardım kuruluşlarına destek olun. İçinizin huzurla dolduğunu, gönlünüzün pırıl pırıl aydınlandığını göreceksiniz.

5- Gönül ve mânâ dünyasının ünlülerini tanıyın

İç güzelliklerinin zirveye çıktığı gönül adamları, Anadolu’nun her yerinde yaşamıştır. Bunlar sevgi, saygı, dayanışma ve kardeşlik tohumları ekerek, toplumda gönül bahçeleri oluşturmuşlardır. Mevlânâ, Yunus Emre, Ahi Evran, Hacı Bektaş-ı Veli, Bediüzzaman gibi gönül ve fikir adamlarının hayatlarını, felsefelerini ve hizmetlerini çok iyi okuyup, iç güzelliğe nasıl erdiklerine dikkat etmek lâzımdır.

“Kim olursan yine gel!” diyen Mevlânâ; “Yaratılanı hoş gör, Yaratandan ötürü!” diyen Yunus Emre; “Eline, beline, diline sahip ol!” diyen Ahi Evran Veli; “İnsan küçük bir kâinattır” diyen Bediüzzaman, bu ibretli ve çarpıcı söylemlerinde, insan sevgisini ve mânâ güzelliğini işlemişlerdir.

“Sevgi okuyan sevgi bulur,

Yüreği bahçe olur...”

diyen Esranur adlı öğrencim, bir başka açıdan iç güzelliğinin sırrını da ifade etmiş olmaktadır. Unutmayın, en büyük güzelliğimiz içimizdeki sevgidir. Sevgi adeta havai fişek gibi bütün dünyamızı renk renk aydınlatan bir güç, bir güzelliktir.

Sevdikçe sevilecek, sevildikçe iç güzelliğiniz artacak, daha da olgunlaşıp, rahatlayacaksınız. Allah’ı sevin. Allah’ı seven insanları ve diğer yaratıkları da sever. Huzur, mutluluk, haz ve lezzet sevgidedir.

Buyurun... Deneyin...

[email protected]

CENNET CÖMERTLİĞİ

Günün kızıllığı kiraz yüklü dallardan salkım salkım dökülüyordu, solan ışıklarda yorgun yürüyordu Ahmet Bey eve dönerkenki attığı adımlarda… İş bitmemişti, ama onun enerjisi bitmişti bugün için, daha fazla zorlamamalıydı kendini. Sıcakta çalışmaktan bitkin düşmüş, nerdeyse kiraz kırmızısına dönmüştü yüzü…

Gençlik geçmişti ondan, geriye dönmemecesine, bir daha gelmemecesine. Fakat çalışma azmi, bir şeyler üretme iştahı hiç bitmemişti, biraz da meyve sevgisi, bilhassa kiraz sevgisi tetikliyordu onu böylesi çalışmaya… Can tezliğiyle erkenden kalkar, tarlanın yoluna tutardı. Tutkuydu onun için kirazla uğraşmak; diplerindeki otları temizlemek, sürmek, çapalamak, bir ağaca dayanıp onları seyretmek, gülümsemek, hatta onlarla konuşmak… Yorgunluğunu seyreltirdi böyle yapmakla, hayallerini zenginleştirir, ruhunu diriltirdi, yoksa bu yaşında hâlâ böyle nasıl çalışırdı? Bazen kalbi zorlanmıyor da değildi…

Olgun kiraz kadar cömertlikle doluydu kalbi, kimseye ayırt etmeden ikramda bulunur, buyur ederdi yoldan gelip geçene. Az buz da değildi yedirdiği, doyuncaya kadar, heybesi kabı doluncaya kadardı… Cömertlikten kim ne kaybetmişti ki diye düşünür, verdikçe daha çok veresi gelirdi. Hanımı Zeliha frenlemese çok daha hızlanacaktı ama, işte…

Sadece olmuş kiraz vermekle yetinmez yetiştirdiği fidanları ücretsiz dağıtırdı konu komşuya, köylülere, hatta komşu köylere… Cömertlikle meşguliyet bir nev'î cennetiydi onun, canı sıkılmaz, içine bir ferah dolar, şevkle neşelenirdi. Yazı kışı böyle geçerdi, belki de bu onun yazgısıydı…

Kirazın kanı sulandırdığını, kalp ve damarlardaki kireçlenmeyi önlediğini duymuştu geçende; daha da kuvvet gelmişti bedenine, daha bir azimle dolmuştu yüreği bu bilgiden sonra…

Hasat mevsimiydi, o gün yine erken kalktı, erken koyuldu bahçenin yoluna; yapılacakları geciktirmeden yapmalı, aksaklığa sebep olmamalıydı… Sol yanında zaman zaman bir ağrı hissediyordu son günlerde, geçer deyip önemsemiyor, telâşlanmasın diye hanımını bile haberdar etmiyordu…

İkindi sonrası yorgunlukla beraber ağrısı da artmış, iyice halsizleşmiş, güç takat kalmamıştı bedeninde, işçileri gönderdiğinden tek başınaydı tarlada… Ayakta durmakta zorlandığından kiraz ağacına dayandı, yüzü kiraz rengi tonlarında gidip geliyor, gözleri yuvasında ölçüsüzce dönüp duruyordu, ağaca dayanmak da yetmedi yere yuvarlandı ve sonra….

Gün kızıllığı kaybolup geceye dönüyordu nerdeyse fakat hâlâ yoktu Ahmet Bey, bir telâş başladı Zeliha Hanımda, gece gibi gurbet çöktü içine birden, hayır olsundu…

Artık aramaya koyuldular. Onu, duyan komşular da gelmek istedi; ilk önce kiraz bahçesine gittiler, uzaktan ağacın altında yatan karaltıyı görünce adımlarını hızlandırdılar, gördükleri manzara içlerini burktu; Ahmet Bey mecalsiz yatıyordu, yapılacak bir şey var mı diye telâşla nabzını tuttular, kalbini dinlediler, artık çok geçti, o bu âlemden göçmüştü, günle beraber o da ölmüştü… Geceyi, kiraz ağaçlarını, yürekleri hüzün kapladı. Gündüzün en gerçek hâli gece gibi o da ölümle buluşmuştu, her nefis gibi… Ömür nefesleri bir gün bitecek, hayat ölüme değişecekti…

Ölümün üzerinden bir kış geçti, Zeliha Hanım için geçmeyen bir kış. Sonrasında yine bahar geldi, otlar, ağaçlar hayat rengi yeşile bürünmeye başladı… Zeliha Hanım sık sık gittiği kabristana bugün yine gitti, Fatihalar duâlar okudu hayat arkadaşına ebediyette de beraber olmak için… Kış kurusu yüreğinde taze ümitler fışkın veriyordu onu her ziyaret edişinde, bugün yine öyle oldu ve bugün bundan önceki günlerden başka bir şey vardı, onu heyecanlandıran şevklendiren; kabrin ayak ve baş ucunda beliren iki kiraz fidanı…

Hayret, hayranlık birbirine karıştı, nasıl olurdu bu dikmediği halde iki kiraz fidanının yerden göğe yükselişi? Yerden göğe onun cömertliğinin alkışlanması ve işaretiydi fidanlar… Cennet cömertlerin yurduysa o yurdun içinde olduğunun işareti, bahçelerde gezindiğinin sonsuz manzaralar seyrettiğinin, acısız lezzetler tattığının, soluklarının sonsuzluğa eklendiğinin işareti… Cömertlik ona yakışan bir elbise idi, o cömertlikler ülkesinde geziniyordu şimdi…

Zeliha Hanım bu diriliş muştusunu haber vermek için evin yolunu tuttu, torunlarının elini tutmak, bu müjdeyi onların yüreklerinde tutuşturmak istiyordu bir an evvel… Dedelerinin mirasını dağıtmak, sonsuz kazanımını aktarmak, onlara da bu iksirden içirmek istiyordu. Elinde kiraz dolu sepeti taşırken, daha fazla taşıyamadı göz pınarlarını, bırakıverdi olanca serbestliğiyle.

Bir yürüyüş güzü O ebedî çağıltısı Altın rengi yaprakların Rüzgâr Sevgililer götürülür imlerdeki sehere Akşam Engin mi engin Güzden içen ceylanlar Bu mumlar ülkesinde Görüşür sonsuzla yüreğin Yollar Güzel üzgün güllerde Yeniden yekinir kan revan Ölüm uzun bir yaşamaya Yazılırken yakınlara doğrudan Eşya Tel örgülerde nice ahlar Ağlar gizlenir pıhtıların ardına Ey! Her şeyin Sahibi Bu yüzler serin yalnızlıklara İnce şarkılar ağar sonsuza Güleç güzergâhı bunca sonbaharın Geçip giden bir izdir acı da oysa Huzur İnsan içre koşan mahşer Kuğudur O söylemişse O söylemişse doğrudur

[email protected]

Yatmadan önce okumak neden önemlidir?

FARELER üzerinde yapılan denemelerde, farenin uyurken de beynindeki hipokamp bölgesi sinir hücrelerinin sinyal gönderdiği, aktif halde bulunduğu tesbit edildi. Bu tesbit gösteriyor ki beyin uyurken de çalışıyor.

Öğrenilmiş bilgilerle ilgili beyinde “sağlamlaştırma çalışması” yapıldığı, yaklaşık yüzyıldır bilinen bir gerçek. Öğrenilenlerin zihinde kalması için zihin, uyku esnasında da çalışıyor.

Hipokamp ve dış beyin arasında çok yakın ve çok yönlü sinir bağlantıları var. Öğrenilen bilgiler hipokampa kaydediliyor, uyku esnasında beyin çalışmaya devam ediyor. Hipokamptan dış beyne bilgiler aktarılıyor. Böylece küçük kayıt merkezi hipokamptan büyük hafıza merkezi dış beyne bilgiler naklediliyor ve bilgi kalıcı hâle geliyor. Bilim adamlarının bu konuyla ilgili yorumu şöyle: Hipokamp bölgesindeki sinir hücrelerine yerleşmiş olan bilgiler, sinir ağlarına kaydedilmiş hatıralar burada kalmıyor. Uyku esnasında sinir hücreleri, dış beyindeki sinir hücrelerini uyarıyor ve onları aktif hale getiriyor. Dış beyin hücreleri, hangi bilgileri, ‘epizot’ları uzun süreli hafızaya kaydedeceklerine karar veriyor (!) ve bilgiyi seçiyorlar. Derin uyku, önemli bilgilerin seçilip uzun süreli hafızaya kaydedilmesi için en ideal ortam. Derin uyku sırasında bilgiler yeniden organize ediliyor, sağlamlaştırılıyor, uzun süreli hafızaya yerleştiriliyor. Beyindeki bilgiler daha anlamlı biçime konuyor.

Yeni beyin araştırmalarına göre dış beyin, hipokampa göre yavaş öğrenir. Uyku esnasında hipokampa kaydedilen bilgiler dış beyne aktarılır. Bu çalışmalar insanın derin uykuya daldığı sırada yapılır.

Kuşlar üzerinde bir araştırma yapılır. Kuşların şarkısı çalınır. Kuşların beyindeki öğrenme merkezine çok küçük bilgi transferi yapılır. Buna karşılık uyku esnasında bilgiler beynin diğer merkezine akar. Araştırmalar, öğrenme işleminin önemli bir bölümünün uykuda cereyan ettiğini ortaya koyuyor. Hipokamp bölgesinden dış beyne bilgi transferi, vücut derin uykuya daldığı zaman yapılıyor.

Yine yapılan araştırmalar, “beynin uyku sırasında geliştiği”ni ortaya koyuyor. Beyin gelişiminde uyku önemli rol oynuyor.

Netice: Önemli ve zor konuları akşam yatmadan önce çalışmak gerekir. Sonra da derin bir uykuya dalmalı. Uyku esnasında önemli bilgiler, kısa süreli hafızadan uzun süreli hafızaya aktarılır.

(Beyin Gücünü Etkili Kullanma

Sanatı,

s.177-178)

Ne doktorlar var

Adamın biri müthiş mide sancıları çekiyormuş. Doktora gitmiş. Doktor ona sormuş:

“Peki sabah ve öğlen ne yedin?”

“Bakmadım ki, önüme ne koydularsa yedim!..”

“Al sana göz merhemi; iyice sür!”

“Ne ilgisi var göz merheminin mide sancısı ile doktor bey?!”

“Bir dahaki sefere bak, önüne ne koydular gör, ondan sonra ye! Her şeyi abur cubur yersen, mide ağrıları çekersin elbette!”

KUR’ÂN

Zaman ihtiyarladıkça Kur’ân gençleşiyor.

(Bediüzzaman

Said Nursî)

DUÂMIZ

Allah’ım bana zamanımı kullanmada yardım et.

(J. Coffe)

ÖDEŞMEK

Halil Açıkgöz anlatıyor:

Kemal Yurdakul Beyefendi ortaokulun birinci sınıfından itibaren Türkçe hocam olmuştur. Üniversiteyi bitirip ziyaretine gittiğimde:

“Size olan borcumu nasıl öderim hocam,” diye sordum.

Aldığım cevap şu oldu:

“Sana verdiklerimi sen de başkalarına ver, o zaman ödeşiriz.”

FIRSAT

En kritik an, şu an. Ve her an, yanıbaşınızdadır. (T. Eliot)

BİLMEK

Bilmediğini bilenin arkasından gidin,

Bilmediğini bilmeyeni uyandırın,

Bilmediğini bilmeyenden kaçının.

Konfüçyus

...

Geleceğin cahilleri, okumayı yazmayı bilmeyen insanlar değil; okumayı sürdürmeyen insanlardır. Victor Hugo

İZZETLİ ÖLMEK

HAYAT suyunu yüz suyu karşılığında verirlerse alma. Çünkü izzetli ölmek zilletli yaşamaktan iyidir. Sadi

ŞEFKAT VE DUÂ

EVLÂDININ kendisine çok fazla telefon ettiğinden yakınan bir anneye rastladınız mı? Ben rastlamadım.

Maureen Lipman

...

Unutmayalım ki; dünyadaki bütün annelerin şefkatinin, Kendi şefkatinden sadece küçük bir damla olduğu Rabb-i Rahimimiz de, bizim kendisine sürekli duâ etmemizden asla usanmaz, yakınmaz. Israrla duâya devam.

KIZDIĞINI ANLAMAK

İmam Tirmizi Hazretleri’nin hanımına:

“Hazretin kızdığını anlayabiliyor musunuz?” diye ordular.

Hanımı: “Evet, anlarız” dedi. “Onu üzdüğünüzde, bizden rahatsız olduğu zamanlarda hepimize çok daha iyi davranır. Bir şeyler ikram eder. Sonra gizli gizli ağlar ve ‘Yâ Rabbi, ne günah işledim. Beni affet Allah’ım! Onları da iyi hallerine çevir,’ diye duâ eder. Biz de hatamızı anlar, tövbe ederiz.”

ŞEHİTLER SELÂMI ALIR

UBEYD bin Umeyr’den rivayet ediliyor:

Hz. Peygamber (a.s.m), Uhud’dan ayrılırken yolda Musab’ın cesediyle karşılaştı ve şu âyeti okudu:

“İnananlardan, Allah’a verdiği ahdi yerine getirenler vardır. Kimi bu uğurda canını vermiş, kimi de beklemektedir. Ahidlerini hiç değiştirmemişlerdir.”

Ubeyd bin Umeyr’den yapılan başka bir rivayette ise, Resulûllah’ın, şehit Musab’ın yanı başında durduğu ve şöyle buyurduğu anlatılıyor:

“İnanıyorum ki sizler, Allah (c.c.) nezdinde yaşıyorsunuz.”

Sonra ashabına dönerek: “Onları ziyaret ediniz ve selâm gönderiniz. Canımı elinde tutan Allah’a (c.c.) hamd olsun ki, kim şehitlere selâm gönderirse, kıyamete kadar selâmının karşılığını alır” buyurdu.

Hüküm Senin...

Hakikatsizlik yüze bir şamar indirdi. Kul hakikati ancak fark edebildi.

Fenanın sert ve haşin elleri, yüzü, ten renginden kırmızıya doğru meylettirdi.

Zanlar zihin askısında bekleşirken, hakikat kalpten çıkıp aklı sarıverdi.

Tahayyülden ibaretmiş diyen dil, hüznünü ancak Yaradan’a iletebildi.

Göz yaşardı, tövbe seli şekvâyı sular altında bıraktı.

İlhâmen geceye inen bir rüyaydı en büyük tesellî. Haberi, ileten en sevgili elçiydi.

Pişmek için çekmek mi lâzımdı? Ya da buna çekmek denir miydi?

Kader bizim bildiğimizden mi ibaretti?

Haberi ileten Habibullah’ın, kulu bilmesi, zerreleri, bütün yanmalara şükrettirdi.

Teşekkür ederim yaktığın için. Yanmadan pişemeyiz ve yakamayız değil mi?

İmtihanın şiddeti bu sefer ateşini fark ettirmeden yaktı. Lâkin, netice her şeye değerdi.

Ya Resûl, sen söyle biz yapalım. Ya Rab, hükmünü ver, uygulayalım.

Kim bilebilir ki tenteneli perdelerin arasına sıkışmış olanları!

Biz bilemeyiz, Sen bilirsin ve bildirirsin.

Ve Senin hükmün her şeyden âlâdır.

Belki de istemediğimiz şey, hakkımızda daha hayırlıdır.

Hüküm Senindir. Sen hükmünü koy bu yolculuğun her basamağına.

Ve bil ki kul, Sen’den gelen her şeye râzı.

Ey çocuk!

Sen mübarek ecdadı hiç unutma ey çocuk,

Şanla şerefle yaşa, haram yutma ey çocuk,

Sensin kutlu toprağın mâbedinin bekçisi

Zalim ve alçaklara alkış tutma ey çocuk.

İnsan kirliliği

Etrafta palyaçolar dolaşmakta,

güldüren değil ağlatan cinste.

aslında fazla farkları yok

benzeyenin ve benzetilenin de

rengârenk yüzler ve garip elbiselerle

benzerler birbirlerine, tek farkları

var: demiştim ya biri yalancıktan

güldüren, biri de hakikaten ağlatan.

Hizmet-i Kur’ân metodu

“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla”

Hizmet-i Kur’ân’a talebe olabilmek Cenâb-ı Hak’kın kuluna vermiş olduğu en güzel lütuflardan biridir. Fakat bu lütfu bir nimet olarak görenler kadar, zayi edip hiçe indirenler de mevcuttur.

Başta şunu belirtmek istiyorum ki, Cenâb-ı Hak’kın hiçbir kulunun ibadetine, hizmetine... ihtiyacı yoktur. Muhtaç olan kuldur. Hizmet-i Kur’ân’da bunu temel prensip olarak bilmek, ardı sıra atılacak adımların sağlamlığını ortaya koyacaktır. Çünkü kul, kendisinin ‘’kul’’ olduğunun hakikî mânâda bilincinde olmazsa, günümüzde de çok belirgin olarak görüldüğü gibi makam ve mevki sevdası ile hizmetin dışına çıkabilir, benliğinin ve bencilliğinin esiri olabilir, hakikî mânâda Allah Azze ve Celle’nin rızası için girmiş olduğu hizmette bambaşka bir hâl alarak deccalizmin kontrolüne girebilir ve adeta sonbahar yaprakları gibi savrulur gider.

Bu vesile ile hakikî kulluğun bilincinde olmayı Allah Teâlâ nasip eylesin. (Âmin) Kulluk bilincinin ardında yapılan hizmetlerde temel düstur acz ve fakr’dır. Yani insan aciz, güçsüz olduğunun her zaman bilincinde olarak hizmet-i Kur’ân’da ilerleyebilir. Yoksa; ilmine güvenerek “Herkes bana tâbi olsun, ben hepinizden daha bilgiliyim’’ gibi bir his, bu hizmet metodu içerisinde yer alamaz. Aldığı zaman İslâm’a verilen zararın yine örneklerini günümüzde fazlası ile görmekteyiz. Bu yolda talebe olmak yeterlidir. Hizmet-i Kur’ân’da yalnız Allah rızası gözetilir. Allah’ın kurallarını her şeyden üstün tutmak kurtuluş reçetesi iken; sırf insanlara yaranabilmek için bir menfaat kulvarında koşturmak felâket habercisidir. İsrafil (as) suru üflemeden veyahut Azrail (as) emr-i hakkı îfâ etmeden önce, hizmet-i Kur’ân’a sımsıkı sarılma ve bu yolda Sünnet-i Resûlullah ve hukukullahı muhafaza için can pahasına mücadele etmek, Kur’ân şakirtlerinin en birinci vazifesidir.

Zaten şakirt (talebe) olmak da, ‘’hizmet-i Kur’ân metodu’’ değil midir?

Hikmet eczanesinden bir deva: RNA129 molekülü

Gelen haberler, kalp-damar hastalıkları ile kanserlerin tedavisinde sonuca çok yaklaşıldığını ortaya koyuyor. Tıpkı Ortaçağ’da çok yaygın olan veba ya da yirminci yüzyıla kadar tesirini yitirmemiş olan cüzzam hastalıklarının, ‘araştırmalar’ neticesinde Allah’ın ihsan ettiği şifa ile bugün tamamen ortadan kalkmış olması gibi; çok yakın bir gelecekte insanlık, kanser ve hatta kalp-damar hastalıklarından da kurtulacak gibi görünüyor.

Bu ümide sebep olansa, yirminci yüzyılın son çeyreğinde iyon mikroskoplarının keşfiyle ivme kazanan Genetik bilimindeki gelişmeler. Yani ‘hafiziyet’ sahasında yeni keşfedilen tecellîler... Malûm, Genetik bilimi, Cenâb-ı Hakk’ın pek çok ismiyle birlikte özellikle "Koruyan, saklayan” mânâlarına gelen “Hafiz” isminin bir yansıması.

Molecular Cancer Research dergisinin Haziran 2009 sayısında yer alan ve Danimarkalı araştırmacıların gerçekleştirdiği bir çalışma, bu alandaki en taze gelişme oldu. Kopenhag Skejby Üniversitesi profesörlerinden Torben Örntoft liderliğinde gerçekleştirilen çalışma kapsamında, bir mikro RNA olan RNA129 molekülünün, kanserli hücrelerin kendi kendini yok etmesini sağladığı görüldü.

Japonya’daki araştırmacılarla koordineli olarak çalışmalarını sürdürecek olan bu ekibin ya da bir başka kanser araştırma laboratuvarının, gelecek birkaç yıllık süreçte kanserlerin tedavisine yönelik net sonuçlarını Tıp dünyasına duyuracakları ümit ediliyor. (Taraf gazetesi)

Kur’ân

ne dİyor?

Aslında bütün bu gelişmeler, Kur’ân’ı da teyid ediyor. Bediüzzaman Hazretleri yıllar önce “Allah’ın izniyle anadan doğma körleri ve alaca hastalığına tutulanları iyileştirir ve ölüleri diriltirim” (Âl-i İmrân Sûresi: 49.) âyetinin işârî mânâsını zikrederken şöyle diyordu:

“İşte şu âyet işaret ediyor ki: ‘En müzmin dertlere dahi derman bulunabilir. Öyle ise, ey insan ve musîbetzede benîâdem! Me’yus olmayınız. Her dert, ne olursa olsun, dermânı mümkündür; arayınız, bulunuz. Hattâ, ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür. (...) Benim eczahâne-i hikmetimde her derdine devâ bulabilirsin. Çalış, bul! Elbette, ararsan bulursun.” (Sözler, 20. Söz)

/ MUHAMMED İSMAİL

17.07.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Elif Eki

  (10.07.2009) - MÜSTEHCENLİK KADINI ÇİRKİNLEŞTİRİYOR

  (26.06.2009) - ‘Bir alana, Bin bedava’ (!)

  (19.06.2009) - Elif bir harman

  (12.06.2009) - Elif’imiz kemâlini buluyor

  (05.06.2009) - Bir paylaşma san'atı: Evlilik

  (29.05.2009) - Elif ses getirdi

  (22.05.2009) - GENÇ KALEMLERE ÇAĞRI

  (15.05.2009) - Mevlânâ ve Bediüzzaman’ın ortak mesajı: İTTİHAD-I İSLÂM

  (08.05.2009) - İkinci haftaya girerken

  (01.05.2009) - Yeniden Bismillah!

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.