19 Aralık 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

Bu üslûp rahatsız ediyor

Dün sabah Org. İlker Başbuğ’un açıklamasını görenler savaşa girdiğimizi düşünmüş olabilir. Ordunun komutanı arazi kıyafetlerini giymiş, ardına komutanlarını almış ve savaş gemisine çıkmış. Üslubu sert, yüzü asık.

Bu yüzden Hatay sınırında Suriye’yi tehdit eden Atilla Ateş Paşa’yı hatırlattı denebilir. Fakat bu kez ne ortada bir terör örgütü ne de düşman bir devlet vardı. Bu özelliği nedeniyle de biraz da Bush’un literatüre kattığı Preemptive Strike (önleyici vuruş) politikasını çağrıştırdı. Varsayımlar üzerine hareket ederek her şeyi meşru sayan bir düşüncenin izdüşümleri vardı denebilir.

Başbuğ çok sert konuştu ama Ankara gün boyu ‘mesajın kime olduğunu’ tartıştı. Çünkü hem yargıya hem medyaya hem siyasilere hem de kimsenin net olarak tanımlayamadığı güç odaklarına yüklendi. Adeta tehdit etti. Kendisi ‘herkes açıkça ne dediğimi anlamaktadır’ dedi ama herkes farklı bir şey anladı.

Sırasıyla gidersek. Ortada tatbikat yok, rutin program yok ama Başbuğ, Trabzon’a çıkarma yapıyor. Ayaküstü bir açıklama değil. Uzun süre planlanmış.

Sembolik anlamları da var açıklamanın. Deniz Kuvvetleri son dönemde cunta iddialarıyla çok yıpranmıştı. Başbuğ bu hareketiyle astlarına sahip çıkmış görüntüsü verdi.

Net mesajlardan birisi de şu: Asker süren operasyonlardan çok rahatsız. Hele hele bunların haberleştirilmesinden iki kat rahatsız.

Satır aralarında yer alan ‘artık haksız ve mesnetsiz suçlamalara TSK sessiz kalamaz” sözü önemli. Dün itibarıyla yeni bir döneme girildi denebilir.

Görünen o ki komuta kademesi Tokat olayına kuşkulu yaklaşılması ve Bingöl’de 33 askerin şehit edilmesinin sorgulanmasından çok rahatsız. Üstelik Başbuğ yargıya direktif gibi bir ifadeyle ‘gizli tanıkları ve ihbar mektuplarını ciddiye almayın, bize danışın’ dedi. Çatışma uyarısı yaptı ama herkes ‘gerekirse çatışırız’ olarak anladı.

‘Rahatsızız’ diyen Başbuğ’un unuttuğu bir şey var. Asıl bu üslup ülkeyi rahatsız ediyor.

Medyanın işi savaşmak değil haber yapmaktır. Başbuğ’un eleştirdiği haberlerin hangisi yanlıştı? Eğer Taraf ortaya çıkarmasa el bombasıyla öldürülen askerleri ‘eğitim zayiatı’ sanacaktık. Orduyu yıpratan bu haber mi yoksa bizatihi olayın kendisi mi?

Kafes Eylem Planı. Okurken bile insanı ürküten bu planlar daha birkaç aylık. Diyelim ki bu haber uydurma. Denizaltıya bombayı koyup gizli planları şifreleyen, Ergenekon sanıklarının bilgisayarına koyan basın mı? İlgili subayları da basın mı tutukladı? Kağıt parçası dediğiniz İrtica ile Mücadele Eylem Planı’nı basın mı uydurdu? Altına ıslak imzayı muhabir mi attı?

Resmen kabul ettiğiniz internet andıcı ve kara propaganda sitelerini de mi basın uydurdu? Örnek haberleri sıralarsak sayfalar tutar.

Sayın Başbuğ, bu üslupta basın toplantıları düzenlemek ordunun itibarını kurtarmadığı gibi kimseye de fayda sağlamaz. Ordunun görevi basını, yargıyı ya da siyasileri tehdit etmek değil kendine emanet edilen gencecik insanların sağ salim evine dönmesini sağlamaktır.

BAHÇELİ'NİN UYARISI, MHP'NİN YANLIŞI

MHP lideri Devlet Bahçeli’nin artık geleneksel hale gelen bir uygulaması var. Her yılın sonunda basınla bir araya gelip gündemi değerlendiriyor, her soruya cevap veriyor. Tüm siyasetçilerden beklenen örnek bir davranış.

Ama bu yılki toplantıda bir dizi tuhaflık da yok değildi. MHP gazeteciler arasında sınıf ayrımı olarak görülen bir uygulama yapıyordu ama parti yönetimi bu yıl bir yanlış daha yaparak akreditasyon uygulamasına geçti. Genelkurmay’ın 28 Şubat’tan bu yana uyguladığı ve çok eleştirilen uygulamanın benzerine başlayan MHP; Zaman, STV, Türkiye, TGRT, Taraf ve Vakit gazetelerine karşı yasak başlattı.

Anlaşılır bir tutum değil. Hangi gerekçe ile yaptıklarını da bilen yok.

Basın meslek örgütlerinin bu akreditasyon ayıbından ülkeyi kurtarması şart. Yoksa giderek yaygınlaşıp kanıksanır hale gelecek. Her kurum kendine göre ‘iyi’ ya da ‘kötü’ kriteri belirleyecek. Gazetecilik yapılamaz hale gelecek.

Bahçeli’nin verdiği mesajlara gelince. Haber sayfasında detayları verdik. Ama birkaç noktanın da altını ekstradan çizmek şart. Aslında MHP kendi çizgisinde tutarlı bir politika izliyor. Açılıma tümden karşı hatta ‘ihanet projesi’ olarak görüyor; PKK açılımı olarak tanımlıyor. Muhalefet partisinin iktidarı eleştirmesi, projelerini beğenmemesi normaldir. Ama PKK ile işbirliğini ima etmek biraz ağır kaçıyor.

Bahçeli’nin KCK ile ilgili uyarıları çok önemli. Haklı olduğu konuların başında da bu geliyor. Maalesef hükümet KCK’nın kendi yol haritasında ilerlediğini, hem DTP’yi hem Kandil’i bu yolda basamak yaptığını, merdiven siyaseti izleyip adım adım özerkliği fiiliyata geçirdiğini okumakta yetersiz kaldı. Bahçeli tehlikeyi net olarak ortaya koydu. Bahçeli’nin bir önemli uyarısı da sokak saldırılarıyla ilgili. Bugünkü karamsar tabloda umut verici durum ise MHP liderinin ‘tabanımızı sokaktan uzak tutarız’ mesajıydı. Çünkü bu dönemde en önemli konu sokağa hakim olmak.

Adem Yavuz Arslan, Bugün, 18 Aralık 2009

19.12.2009


Bir OHAL masalı

İddİa o ki, ‘kaos’tu, ‘şiddet’ti, ‘anarşi’ydi derken, pompalanan havayla adım adım OHAL’in altyapısı hazırlanıyor.

Dünkü basın toplantısında, İçişleri Bakanı Beşir Atalay’a da sordular.

“Yok öyle bir şey, nereden çıkarıyorsunuz, ne alakası var canım!” demedi.

Aksine, böyle arayışların olduğunu doğrular şekilde konuştu.

“Olaylardan olağanüstü manalar çıkarma heveslileri var” dedi.

“Bu tür (OHAL) kavramları canlandırmaya çalışma heveslileri var” dedi.

Ve basın toplantısının odağına, ‘Sokağa hâkimiz’ mesajını yerleştirdi.

«««

Dikkat ettim, kimi meslektaşlarımız da, sivil idarenin sokaklara hâkim olamadığını, ‘gerilim’i yönetemediğini yazıyor son günlerde.

‘İktidar mensuplarının, kafayı komplo paranoyalarıyla bozduğunu ama, yaşananların gerçek bir kaos olduğunu’ söylüyorlar.

Yazdıklarına göre...

İstanbul Dolapdere’de ‘kuru sıkı silah’ tutan eller, ‘demokratik açılım’a karşı toplumsal tepkiyi yansıtıyormuş.

Muş Bulanık’taki kalabalığa Kalaşnikof silahla ateş açan manifaturacı, nefsi müdafaa yapan bir esnafmış.

Kabul etmek lazım ki hükümet, kontrolü kaybetmiş.

Yani?...

Zımnen demek istiyorlar ki, ‘Ya devlet başa, ya kuzgun leşe!’

«««

Kalemlerinden çıkanı gözleri okuyor mu, emin değilim.

Ama heveslilerine, OHAL’li yılların neye benzediğini bir kez de ben hatırlatmak isterim.

Belli ki, sağını solundan ayırt edemeyen bu arkadaşlar, OHAL’in ne demek olduğunu unutmuşlar.

Efendim, bu OHAL, Olağanüstü Hal idaresi demek...

1987’den 2002 yılına kadar 8 ilimiz, 15 yıl boyunca OHAL rejimi altında yaşadı.

Hatıraları tazedir hâlâ, bize yabancı değil yani.

Diyarbakır, Elazığ, Hakkâri, Bingöl, Van, Tunceli, Mardin ve Siirt’lilere sorun, onlar size anlatır, OHAL’de yaşamanın nasıl bir şey olduğunu.

Bir de, OHAL bölgesinde 15 yıllık hayatın, Milli Savunma, İçişleri ve Adalet bakanlıklarının kayıtlarına nasıl geçtiğine bakın!...

OHAL hüküm sürerken... Çatışmalarda 5 bin 105 sivil ölmüş, 5 bin 887 vatandaşımız da yaralanmış.

Bin 248 siyasi cinayet işlenmiş, kaybolan 194 insanımızdan bir daha hiç haber alınamamış.

55 bin 371 kişi de gözaltı muamelesinden geçirilmiş.

357 bin vatandaşımız, şiddet ortamından kaçmak için evini, barkını terk edip göçmüş.

Boşaltılan köyleri, işinden aşından edilenleri, işkence şikâyetlerini saymıyorum bile.

Terörün, gerilemek şöyle dursun daha da azdığına, huzur ve asayişin daha beter bozulduğuna girmiyorum artık.

Kâfi mi bu kadarı?

Anladınız mı peki şimdi, OHAL’in ne menem bir hal olduğunu, nasıl bir şeye benzediğini?(...)

Akif Beki, Radikal, 18 Aralık 2009

19.12.2009


Mustafa vak’ası

(...)Yeşilçam Sineması dedikleri “sansür” mantığından çok çekti.. Eski Yeşilçam filmlerine bakın.. Konu kriminal ise filmin final sahnesi asla değişmez..

(...)Komiser başı beladan son anda kurtulan, onun sevinci ile sevgilisini mıncıklamakta olan jöne dönüp, filmin son sözünü söyler..

“Biz bütün hakikati biliyorduk.. Seni takip ederek gerçek suçluları yakaladık..”

«««

Eğer bu son sözün söylendiği sahne filme eklenmezse o film asla sansür kurulundan geçmez, gösterime giremezdi..

Çünkü otorite, ahalinin “polisin ayakta uyuduğuna dair” bir izlenime kapılmasını istemezdi..

Polis her şeyi bilirdi.. Olaylara canı istediği yerde canı istediği zaman müdahale ederdi..

O zamanın aklı bu kadardı...(...)

O günden bu günlere otuz yıldan fazla zaman geçti..

Yeşilçam Sineması ve o dönemin sansür mantığı RTÜK denetimindeki televizyonlarda bile eğlence programlarına parodi oldu..

Yani biz o günleri geride bıraktığımıza ciddi ciddi inanmaya başlamıştık ki “Mustafa Vak’ası..” patlak verdi..

Hani şu romantik isyankâr Can Dündar’ın Gazi Paşamız’a dair yaptığı “Mustafa” adındaki belgesel film üzerine yaşananlar..

Biri çıkıp da “ben bir komedi filmi” yazdım dese..

Bizim gazetenin dünkü manşetine konu olan gelişmeleri tek tek senaryosuna indirse.. Bir televizyon yöneticisinin önüne bıraksa..

Adam okur.. “İyi olmasına iyi de biraz uçmuşsun kardeşim.. Anlattığın şeyin ayağı yere bassın..” der..

Son yıllarda “Mustafa filmi mahkemelik..” haberinin metninden daha abuk bir şey okuduğumu hatırlamıyorum..

Davayı açana diyecek lafım yok..

Beni bitiren, resetleyen “bilirkişi” namı taşıyan zatın çok değerli görüşleridir..

“Atatürk’ün kitap yazması canlandırılırken kalem tutan ellerin Atatürk’ün elleri ile benzerliği yoktur.. Uzun parmaklı, ince zarif elleri yerine kısa ve küt parmaklı iki el perdede gözüküyor..”

Biz görüşlere saygılıyız.. İfade hürriyetine de keza.. O yüzden “Nereden biliyorsun? Karşılıklı parmak hesabı mı yapmıştınız?” diye sormuyoruz..

Lafın bundan sonrasında, eleştirimiz doğrudan Can Dündar kardeşimizin belgeselci şahsiyetinedir..

«««

Eğer belgeselin maliyetini düşürmek için kitap yazma sahnesinde uzun parmaklı bir el mankeni kullansaydı, ahalinin aklına böyle aykırı fikirler düşmeyecekti..

Ama Can Dündar ne yaptı?

Tuttu o sahnede kendisi konu mankeni oldu.. Atatürkümüz’ün zarif elleri yerine kendi elini kullandı.. Parmakları kısa ve küt değildi ama kalındı..

Kalem tutmak için büzüldüğünde o küt parmaklar okuma yazma kursuna gitmiş yaprak sarma gibi duruyordu..

TERSİ DE OLURDU..

Can Dündar’ın sıradan parmaklarının cumhuriyeti kuran bir elin parmakları ile aynı olmayacağı baştan belliydi..

Nitekim sayın bilirkişinin gözünden kaçmadı.. Mustafa adındaki belgesel film ilk eksi pointini aha buradan aldı.. Daha da dikiş tutmadı..

Gelelim bir başka eleştiri noktasına..

İstanbul’a ilk kez geliyor ve halkın sevgi seliyle karşılanıyor.. Bu sırada arkadaşına dönüp şöyle diyor:

“Bugün kalabalık sevgi doludur.. Ama aynı kalabalık bir gün seni linç etmek için de toplanır..”

Bilirkişi buradan Atamız’ın ahalisine güvenmediği izlenimi çıkacağından korkuyor..

Eee?

Diyelim ki Atamız “Bu ahali arkamda oldukça bana karada ölüm yok..” gibisinden bir özlü söz söyleseydi.. Can Dündar da bunu böyle resmetseydi..

Bu kez başka bir bilirkişi çıkıp şöyle demez miydi:

“Bu laflardan iki sene sonra Serbest Fırka kuruldu.. Ahaliden yüz bin kişi Fethi Bey’i İzmir’de karşıladı.. Bir baba (bizi kurtar, oğlum sana kurban olsun) diye ağladı.. Yönetmen burada Atatürk’ün iki yıl sonrasını görecek ferasetten nasipsiz olduğunun altını çiziyor..”

Hoppala Hasan Dayı! Demokratik genlerim seyirdi..

«««

En mühimi de sigara maddesi..

Gazi Paşamız pofur pofur sigara içerdi.. İyi ki de içmiş.. Sefası olmuş.. Çünkü ölümü başka bir şeyden geldi.. İçtiği sigaralar da yanına kâr kaldı..

Şimdi olsa gene içerdi..

Kimse de çıkıp “Dumansız hava sahamız..” sözleriyle başlayan bir cümle kuramazdı..

Şimdi merakla bekliyorum.. Can Dündar’ı sigara şirketlerinin gizli ajanı gibi gösteren akıl “yüz lira gibi” ağır para cezası beklentisi içindeyken Gazi Paşamız’ın halleri için nasıl bir akıl üretecek..

Günde dört paket filtresiz sigarayı içen Gazi Paşamız’ı gıyabında “Tütün Zararlarının Önlenmesi Hakkındaki Kanun”a muhalefetten yargılayıp, tarihin önünde mahkûm edecekler mi?

Eğer bunu da yaparlarsa bana “Dokunmayın tütüne..” deyip kafiyesini getirmekten başka laf kalmaz..

Selahattin Duman, Vatan, 18 Aralık 2009

19.12.2009


Avrupa Birliği, asimetrik savaşta hangi tarafta?

Genelkurmay Başkanı Org. Sayın Başbuğ, bu defa bir harp gemisinden konuştu.

Bunu özellikle yaptığını ve herkesin de, ne demek istediğini, anladığını söyledi. Konuşması savcılara, siyasilere ve akademisyenlere yönelik tehditler de içerdiği için, harp gemisinin seçilmesi hem manidar hem de yadırgatıcıydı. Bu yüzden konuşmasını “muhtıra” olarak niteleyenler oldu.

(...)Milli gücün asli unsurlarından birisi de askeri güçtür. Etkin ve caydırıcı niteliklere sahip bir silahlı kuvvetlere sahip olması, bir ülkenin beka sorunuyla direkt ilgilidir.” Türk ordusunu, kim zaafa uğratmak istiyor, kim onu milletinden koparmaya çalışıyorsa, Allah onlara fırsat vermesin...

Ancak, bu ordu demokrasiye, milletin seçtiklerine ve meşru iktidara da saygılı ve bağlı olmalıdır. On yılda bir darbe yapan, başbakan, bakan asan, parlamentoya el koyan, siyasî partileri kapatan, seçtikleri sivillere darbe anayasaları yaptıran, işini gücünü bırakıp andıçlar hazırlayan, vatandaşlarını dost kuvvetler-düşman kuvvetler listelerine sokan, yazarları, gazetecileri, işadamlarını, akademisyenleri hedef gösteren, yüksek yargı mensuplarını Genelkurmay karargâhında toplayıp hukukun sınırlarını çizen, Cumhurbaşkanlığı seçiminde muhtıra yayımlayan bir ordunun komutanlarını, kimse kusura bakmasın eleştirmek zorundayız. Ordumuzu değil, onu yönetenlerin zihniyetini, vesayet anlayışlarını eleştiriyoruz. Korkup, sinip takiye mi yapalım? Devletimiz, milletimiz, insanımız için doğru bildiğimizi; hakaret etmeden, nezaket kuralları içinde söylemeyelim, yazmayalım mı? Askerlerin var da, bizim onurumuz yok mu? Üstelik bu eleştirilere, asli vazifesine dönmesi ve daha güçlü olması için asıl ordumuzun ihtiyacı var.

Bütün resmi açıklamalarda, Genelkurmay Başkanlığı, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğini destekliyor. Ama nedense AB ilerleme raporlarında, kendisine yöneltilen eleştirilere bugüne kadar hiç cevap verilmiyor... İki ay önce, 14 Kasım’da Türkiye ile ilgili yayımlanan 11. AB İlerleme Raporu’nda şu yazılanları bir daha hatırlayalım:

“Ergenekon davası, askeri, - subayların da dâhil olduğu- ciddi suçlamalar içeriyor. Bu dava Türkiye’nin demokratik kurumlarının ve hukukun üstünlüğünün, düzgün işlemesine güveni artırmak için bir fırsat. Silahlı Kuvvetler siyaseti etkilemeye resmî ve gayri resmî mekanizmalarla devam etti. Üst rütbedekiler, görev alanlarının dışına çıkarak iç ve dış siyasi konularda görüşlerini birçok kez ifade etti. Bunlar arasında Kıbrıs, etnik yapı, Güneydoğu, laiklik, siyasi partiler ve askerlik dışı diğer konular vardı. Birçok kez, Genelkurmay, siyasetçilere ve basındaki haberlere kamuoyu önünde tepki verdi. Genelkurmay Başkanı, nisandaki basın toplantısında, Ergenekon davasıyla ilgili yorum yaparak yargıyı baskı altına aldı. Bazı üst rütbeli subaylar, yargılanan askerlere destek verdi. Askerî bütçe ve harcamaların, yasal gözetimini güçlendirmekle ilgili hiçbir ilerleme kaydedilmedi. Savunma harcamalarının, parlamento gözetimi, tam olarak güvenceye alınmalı. Askeri darbe sonrasında yapılan anayasanın, temel özgürlükleri AB standartlarında güvenceye alacak şekilde, değiştirilmesi gerekiyor.”

Evet, AB böyle diyor. Şimdi soru şudur: TSK, bugün itibarıyla, Türkiye’nin AB üyeliğini destekliyor mu, desteklemiyor mu? TSK’ya karşı yürütüldüğü söylenen asimetrik psikolojik harekâtta, AB de düşman safında mı yer alıyor? Şayet AB üyeliğimiz desteklenmeye devam ediliyorsa, yukarıdaki eleştirilere bir cevap verilmesi düşünülüyor mu? Hükümetin durumu gerçekten çok zor. Demokratikleşmeye tavır koyan anayasal kurumlar ve onlara destek veren bir medya ile işleri gerçekten zor...

Hüseyin Gülerce, Zaman, 18 Aralık 2009

19.12.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl