26 Aralık 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Elif Eki

AHMET DURSUN

Bir dâvâ adamı: Mehmet Akif

Rahmetle anılmak, ebediyyet budur amma;

Sessiz yaşadım, kim beni nereden bilecektir?

Mehmet Âkif Ersoy

“Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem / Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bizârım!” diyen, bu milletin çektiği acıları evvelâ kendi yüreğinde hisseden bir gönül ve dâvâ adamının, bu millete en zor günlerinde hediye ettiği İstiklâl Marşı ile yürekleri coşturan ve milletimizin millî mücadelede şahlanışında önemli bir paya sahip olan bir memleket âşığının, tarihimizin kaydettiği müstesna isimlerden biri olan Mehmet Âkif’in isminin -bir çok kereler unutturulmak istense de- ebediyete kadar yaşayacağını görmenin bahtiyarlığı içinde Âkif’i anmak… Asım’ın nesli için ne büyük bahtiyarlık!

Mehmet Âkif Ersoy yalnız bir şair değildir. O yalnız İstiklâl Marşımızı yazdığı için de büyük değildir. Onun büyüklüğü yüksek ahlâkında, idealist ruhunda gizlidir. Âkif’i bugün de yaşatan onun vatanseverliğidir; onu milletinin gönlünde taht kurdurtan, sevdasıdır, “Leyla”sıdır. O, Batı ve Doğu edebiyatlarına hâkim, Fransızca’yla birlikte Arapça ve Farsça’yı iyi bir şekilde bilen ve Batı’yı sürekli takip eden, Kur’ân’ın tercümesini yapacak kadar dini bilgisi olan, Hugo ve Tolstoy’la birlikte Sadi’yi anlamaya çalışan aydın bir fikir adamıdır da. Şüphesiz, yaşadığı dönemde çokça tartışılan Âkif’le ilgili merak edilenler bugün de az değildir. Bugün için; Mehmet Âkif’in resmî ideoloji ile ilişkisi, onun Mısır’a gidişi, kendisine yapılan haksızlıklar, Kur’ân tercümesi meselesinin aslı… çokça sorulan sorulardandır. Bu yazıda bu sorulara cevaplar aranmaktadır.

Bu vatana ve millete kendini fedâ edenleri yok etmeye çalışmak, onları yok saymak, onlara eziyet etmek, onları tarihin karanlık sayfalarına gömmeye çalışmak gibi garip bir geleneğin içinde yaşıyoruz. Âkif de bu geleneğin kurban etmek istediği isimlerden biridir. Unutturulmak istenen, yobazlıkla, mürteci olmakla suçlanan Âkif, neden unutturulamamıştır? Bu sorunun cevabı biraz da Âkif’in çileli hayatında saklıdır.

Bir dâvâ adamı Mehmet Âkif

Kaht-ı ricâl dönemlerinin aranan adamı Âkif, bu milletin kurtuluşu için büyük kavgaların içine girer, büyük mücadelelerin içine atılır. “Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim / Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim / Adam aldırma da geç git diyemem, aldırırım. / Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım” diyen Âkif her zaman sözünün adamıdır. Nerde kanayan bir yara varsa, bir nebze de olsa merhem olmak aşkıyla Âkif oradadır. O, felâket yıllarının gözü yaşlı, yüreği yaralı, dertli şairidir. İslâm âleminin son yurdu dediği Osmanlı’nın çöküş sürecini yaşayışıyla, Balkan Savaşları ile başlayan ve peşi sıra gelen felâketler karşısında Âkif’in kalemi hiç susmaz; yazdığı manzum tefsirlerle bütün milletin ıztırabını dile getirir. Fatih, Beyazıd ve Süleymaniye Camilerinde verdiği vaazlarla da İslâm’ın ırkçılığa nasıl karşı olduğunu, en büyük fitnenin ırkçılıktan çıktığını, bu fitnenin yabancılar tarafından içimize atıldığını, İslâm kardeşliğinin önemini vurgular. Bu vaazlarında yaşanan ahlâkî çöküşe de dikkat çeken Âkif, dünyadaki bütün Müslümanların ümidinin bu ülke olduğunu dile getirir ve milleti elbirliği ile çalışmaya çağırır. Onu bazen Darülfünun’da ders verirken, bazen Sırat-ı Müstakim’in idare odasında, bazen cami kürsülerinde; ama hep milletinin selâmeti uğrunda çalışan bir dâvâ adamı olarak görürsünüz. Bazen de, Berlin’e gönderilmesinde olduğu gibi, devlet tarafından görevlendirilmiş biri olarak karşımızdadır.

“Sözüm odun olsun, hakikat olsun tek” sözünün sahibi Âkif, hayatı boyunca bu sözün gereğini yerine getirmiştir. Osmanlı yalnız dış tehditler altında değildir; içte de cadı kazanları kaynatılmaktadır. 1908 sonrası yönetimi ele alan İttihad ve Terakki, “Ne efsunkâr imişsin ah ey didar-ı hürriyet” denilerek özlemle beklenen “hürriyet”i getirmekten uzaktır. Kaos gitgide artmaktadır. Sık sık beklediği hürriyetin bu olmadığını dile getiren Âkif, Sırat-ı Müstakim’in devamı olan Sebilürreşad’da, İttihat ve Terakki yönetimini muhaliflerine baskı kurduğu, savaş yıllarının getirdiği yoksulluk esnasında karaborsacılara göz yumduğu, savaş zenginlerini doğurduğu vb. sebeplerle şiddetle eleştirir. Âkif’in ülkeyi yönetenler tarafından kara listeye alınması bu dönemlerde başlar. Bir gün dergi idarehanesinde arkadaşlarıyla birlikte evden getirdikleri kuru fasulyeyi yedikleri bir sırada, dahiliye nezaretinden gelen bir görevlinin, bakanlığın derginin yazılarında daha fazla ileri gitmemesini rica ettiğini bildirmesi üzerine Âkif şu cevabı verir: “Nâzırına söyle, kendilerini düzeltsinler! Bu gidiş devam ettiği müddetçe bizi susturamazlar. Ben fasulye aşı yemeye razı olduktan sonra kimseden korkmam!” (Âkifname, Hasan Basri Çantay, Ahmet Sait Matb. İst. 1966, s. 31) Bilhassa Mehmet Âkif’in İttihad ve Terakkicilerin fikir babası, “Türkçülüğün Esasları” yazarı Gökalp gibi Türkçü fikir adamlarıyla uyuşması mümkün değildir. Bu dönemde zaten sıkıntılı günler geçiren halkın önünde milliyetçilik münakaşalarını uygun görmeyen Âkif, Gökalp gibilere yazdığı mektuplarla, kavmiyetçilik iddiasında bulunanları uyarır, İslâm bağlarını kuvvetlendirmek kaydıyla kendileriyle birlikte çalışabileceğini ifade eder; fakat bunlardan bir netice alamaz. Netice itibariyle resmî görüşle uyuşmayan Sebilürreşad, dönemin yönetimi tarafından kapatılır.

Sebilürreşad kapatılınca, Talat Paşa bir gün Mehmet Âkif ve Eşref Edip’i bakanlığa dâvet eder ve Ziya Gökalp ve yanındakileri kasdederek “Âkif Bey, şu merkez-i umumîdekilerle anlaşsan olmaz mı?” diyecek olur. Âkif hışımla yerinden kalkar: “Sen bizi bunun için mi çağırdın? Anlaşmak ne demektir? Bizim şahsî bir emelimiz, bir gayemiz mi var? Bizi simsar mı sandın? Teessüf ederim” diyerek selâm vermeden çıkar. (Mehmet Akif Ersoy, M. Ertuğrul Düzdağ, Kültür Bak. Yay. Ank. 1998, s. 74) Sebilürreşad’ın tekrar yayına başlaması, yirmi ay sonra Sultan Vahdeddin’in cülusu sebebiyle sansürün kaldırılması ile mümkün olur.

Mütareke yıllarında Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’de başkâtip olarak görev yapan Âkif ve çok sevdiği milletini bekleyen kara günler pek yakındır. 1919 yılı, işgal altındaki İstanbul, ıztırap yıllarının mukaddimesi gibidir. Yer yer işgal edilmeye başlanan vatan düşman zulmü altına girince yeni bir mücadele başlatılır. Sebilürreşad bütün yazılarında halka ümit ve cesaret aşılamaya çalışır. Âkif, yazılarıyla dergi sayfalarından, vaazlarıyla kürsülerden millî mücadeleye destek olur. Nihayetinde Ankara’ya dâvet edilir. Hiç düşünmeden dâvet kabul edilir. “İslâm Şairi Âkif Bey’in Ankara’ya gelişi” Hakimiyet-i Milliye gibi gazetelerde yer alır. İlk mecliste Burdur mebusu olarak görev alan Âkif, millî mücadelenin gizli kahramanlarından biri olur. “Müslüman mülkünü her yerde felâket vurdu…/ Bir bu toprak kalıyor, dinimin son yurdu! Bu da çiğnendi mi çiğnendi demektir şer-i mübin, / Hâk-sâr eyleme yâ Rab, onu olsun …Amin…” diye Cenâb-ı Hakk’a yalvaran Âkif, gidecek başka yer olmadığını feryatlarla haykırır. Aynı dönemde, milletimizi ebediyete kadar ayakta tutacak sağlam mısralarla örülmüş İstiklâl Marşı’nı yazar. Bu şiir, savaş yıllarının acılı hengâmında milletimizin ve ordumuzun moral gücü olur.

Âkif’in yıkılan hayalleri

Millî mücadelenin kazanılması, onun İslâm Birliği hayalinin gerçekleştirilmesi ve İslâm milletlerinin kurtuluşları için büyük bir fırsattır. Âkif çok heyecanlıdır. Beklenen sabah yakındır. Artık Leyla çok yakınlardadır. Fakat; heyhat!… “Millî ve modern bir devlet olarak yeniden kurulmak ihtiyacında olan Türkiye, siyasî ve karanlık maceralar peşinde koşamazdı. Âkif’in düşündüğünün tersine, dinî taassubun asırlardan beri çok yıkıcı olarak çalışan hâkimiyetini ortadan kaldırmak, ortaçağ zihniyetinden kurtulup modern zihniyete ulaşmak zorunda idi” (Kenan Akyüz, Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri, İnkılap Kitabevi, İst. 1994, s. 137) Bir imparatorluğun bakiyesini yeniden şekillendirmek isteyenler böyle düşünüyordu. Âkif yıkılmıştı. Mehmet Âkif, Osmanlının son döneminde de “bahnameci” dediği böyle düşünenlerle karşılaşmıştı. Onlara: “Hele i’lânı zamanında şu mel’un harbin/ “Bize efkâr-ı umumiyyesi lâzım Garb’ın / O da Allah’ı bırakmakla olur” herzesini / Halka iman gibi telkîn ile dînin sesini / Susturan aptalın idrâkine bol bol tükürün!” (Safahat, haz. M. Ertuğrul Düzdağ, Kültür Bak. Yay. Ankara 1990, s. 170) mısralarıyla cevap veren Âkif; yeni Türkiye’yi bunların inşâ edeceğini nereden bilecekti. O günlerde, “Tek bir medeniyet vardır, o da Batı medeniyetidir” şeklinde bir düşünceye sahip olan Abdullah Cevdet gibi bazı aydınlar, Osmanlının geri kalışını dine dayandırmakta, ilerleyebilmemiz için Batı’nın bütün fikirlerini kabul etmemiz gerektiğini, bunun için gerekirse “Allah” inancının dahi terk edilebileceğini ileri sürmektedirler. Dönemin önemli isimlerinden Said Halim Paşa, aydınların bu hâlini şöyle anlatır: “Bu aydın sınıf, Batı medeniyetinin tesiri altında şahsiyetini kaybetmiş ve aşırı derecede Batı hayranlığına mübtelâ olmuştur. Daha da fenası bu aydınlar millî kurtuluşumuzun çaresini, kendilerinin tutulduğu bu hastalığın bütün memlekete yayılmasında görmektedirler. (Said Halim, Buhranlarımız, İst. 1993, s. 61) Mehmet Akif de bu tür davranış ve fikirlerin aptalca olduğunu ifade ederek, “Hayır mehâsin-i Garb’ın birinde yok hevesi; / Rezâil oldu mu lâkin, şiârıdır hepsi!” mısralarıyla, bu düşünceye sahip olanların, Batı’nın işimize yarayacak güzelliklerini değil de, Batı’nın rezilliklerini arzuladıklarını ve bunları ülkemize getirmek istediklerini, böyle kimselerin idraklerine tükürülmesi gerektiğini söylemekte ve şu tavsiyeyi yapmaktadır. “Sade Garb’ın yalnız ilmine dönsün yüzünüz.” Ne yazık ki, Âkif, bunları söyledikçe etraftan “gerici, molla” sesleri yükselivermiştir. Hakikatte o ne bir gericidir, ne de bir macera peşindedir. Âkif, Batı ile münasebetlerimizi bazı prensipler üzerine oturtmakta, Batı’nın ilmini almamız gerektiğini savunurken kendi değerlerimizi korumamız gerektiğini ifade etmektedir.

Kara listedeki Âkif

1923 yılı Mart ayının son günlerinde, hükümetin sert muhaliflerinden Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey’in Mustafa Kemal’in eski çetecilerinden Topal Osman tarafından bir suikastle öldürülüşü 1. Meclis’in dönüm noktalarından biri olmuştur. “Tan” adıyla günlük bir gazete çıkaran Ali Şükrü Bey’in bu gazetesinde Lozan başta olmak üzere birçok meselede hükümet aleyhinde şiddetli eleştiriler yer alıyordu. Belli ki yeni hükümetin cumhuriyet algısında muhaliflere yer yoktur. Artık meclise kan bulaşmıştır. Diğer muhalif mebuslar da çeşitli yollarla sıkıştırılmakta ve hakaretlere uğratılmaktadır. Dostu Ali Şükrü Bey’in katliyle yıkılan Âkif için öz vatanında paryalık günleri yakındır. Âkif, Meclis’in 1923’te seçim kararı almasıyla birlikte İstanbul’a döner ve İstanbul’da çıkmaya devam eden Sebilürreşad’da çeşitli şiirlerini yayımlamaya başlar. 1923 yılı Ekim ayında Abbas Halim Paşa’nın dâvetlisi olarak Mısır’a giden Âkif, 1924 baharında tekrar İstanbul’a döner. Âkif’in bu dönüşü, onun yüreğini dağlayan haberlerle karşılaşmasını da sağlar. Hilâfetin kaldırılışı, şer'iye mahkemelerinin kaldırılışı, tekkelerin kapatılışı, şapka devrimi, devam eden bir dizi inkılâplar…

Âkif’i sarsan bir diğer olay da, Sebilürreşad’ın kapatılmış ve dâvâ arkadaşı Eşref Edip’in İstiklâl Mahkemelerince idam talebiyle yargılanıyor olmasıdır. Sebilürreşad’ın sahibi Eşref Edip Bey, 1925 yılında Şeyh Said isyanı ile ilişkilendirilerek Ankara İstiklâl Mahkemesinde yargılanır ve beraat eder. Fakat serbest bırakılmayarak Diyarbakır İstiklâl Mahkemesine gönderilir. Burada “Şeyh Said arada sırada Sebilürreşad okurmuş, o halde isyana senin dergin sebep oldu” iddiasıyla idam talebiyle yargılanır. Eşref Edip Bey buradan da beraat eder. İşte Âkif’i yıkan olaylardan biri de budur. Birlikte vatan mücadelesi verdikleri arkadaşı isyana teşvik suçuyla yargılanıyordu. Acaba onun için hazırlanan planlar neydi? Âkif, elbetteki millî mücadele sonrası böyle bir Türkiye hayal etmiyordu; onun muhayyilesindeki Müslüman Türkiye böyle değildi.

Âkif’in yeni rejimin mimarlarıyla uyuşması; onlarla birlikte hareket etmesi elbetteki mümkün değildi. Hayatı boyunca inanmadığı şeylerin karşısında duran, haksızlığa boyun eğmemeyi hayat prensibi haline getiren M. Âkif, yeni rejimin medhü senasını yazacak değildi, onlarla aynı fotoğraf karesi içinde de olamazdı. İnandıklarına, imanına ihanet etmemek için çok sevdiği vatanından ayrılma kararını aldı, Mısır’a gitti. Mısır'da sustu, aleyhte dahi tek bir kelime yazmadı. Âkif, Mısır’a gittikten sonra aleyhindeki dedikodular hiç bitmedi. Âkif’i korkaklıkla suçlayanlar, korktuğu için kaçtığını söyleyenler, böyle bir yobazın zaten bu ülkede yerinin olmadığını dile getirenler… hakikat neydi?

Ruhi Naci, Âkif hakkında yapılan dedikoduları, onun arkasından konuşulanları şöyle tesbit eder: “O şapkadan kaçtı. Onun taassubu teceddüt inkılâbını hazmedemedi. O, metaına müşteri aramak için bir İslâm pazarı aramaya gitti. O, ecnebi diyarını öz vatana tercih edecek kadar hamiyetsizdir! Âkif kara listeye dahil edilmiştir, Mısır’a sürgün edilmiştir…” (Safahat, Haz. M. Ertuğrul Düzdağ, Mehmet Akif Araştırmaları Merk. Yay. İst.1988. s.LXXII)

Âkif’in terk-i diyar sebebi

Âkif’in 1925 sonlarında Mısır’a gidişi o zamandan bu yana çokça tartışılan bir konudur. Âkif gerçekten şapka giymemek için mi yurdunu terk etmiştir, inkılâpları hazmedemediği için mi bu yolu seçmiştir? Ya da Ali Şükrü Bey cinayeti sonrası korkmuş mudur? Bu sonuncu şıkkı Âkif’in şahsiyeti ile bağdaştırmak mümkün değildir. “Canı, cananı, bütün varımı alsın da Huda / Etmesin tek, vatanımdan beni dünyada cüda” diyen Âkif’in can korkusuyla vatanını terk ettiği düşüncesi Âkif gibi biriyle yanyana getirilemez. Âkif’in vatanından ayrı bırakılması hususunda en sağlıklı bilgiyi yine Âkif’in kendisi verir.

Yakın arkadaşlarından Şefik Kolaylı Bey’e (Neyzen Tevfik’in kardeşi) şöyle der: “Arkamda polis hafiyesi gezdiriyorlar. Ben vatanını satmış ve memlekete ihanet etmiş adamlar gibi muamele görmeye tahammül edemiyorum ve işte bundan dolayı gidiyorum.” (Safahat, Haz. M. Ertuğrul Düzdağ, Mehmet Akif Araştırmaları Merk. Yay. İst. 1988. s. LXXIII) Anlaşıldığı gibi, ülkeyi yönetenlerin yanında Âkif’in yeri yoktur. Âkif ve Âkif gibiler inkılâplar için tehlikeli adamlardır. İstiklâl Marşı şairi açıkça hedef alınamadığı için peşine polisler takıp onu suçlu gibi takip ettirmişler ve Mısır’a hicrete mecbur bırakmışlardır. Âkif’in hisli yüreği bunlara dayanamamıştır. Âkif’in aslında inkılâplarla, şapka giymekle herhangi bir sorununun olmadığını iddia edenler de olmuştur. Bu, dönemin yöneticileri ile Âkif’i yanyana göstererek o dönemin günahlarına ortak arama; tarihe, millî ve manevî değerlere savaş açanların, dini bu topraklardan sürüp çıkarmak adına her türlü şenaati işleyenlerin yanına Âkif’i yakıştırarak dönemi şirinleştirmeye çalışma çabasından başka bir şey değildir. Öyle olsaydı; Âkif inkılâpları benimsemiş olsaydı tek parti döneminin en çok öne çıkarılan isimlerinden biri olmaz mıydı? En azından 1925 hükümetinin -Türkçe ibadet meşum planı çerçevesinde- hedefleri arasında olan Kur’ân tercümesi bugün elimizde olurdu. Âkif ne inkılâpları alkışlamıştır, ne de herhangi bir şekilde onlara destek vermiştir. Peki, neden bunlara karşı aktif bir mücadelenin içine girmemiştir? Gerçekten korkmuş mudur? Hayır! Âkif’in sessiz sedasız çekip gitme nedeni; yıllardan beri cephelerde perişan olan milletini yeni kavgalardan uzak tutma isteğidir.

Kur’ân tercümesi meselesi

Mehmet Âkif’le ilgili merak edilen hususlardan biri de Kur’ân tercümesi meselesidir. Dönemin Diyanet İşleri Başkanlığı bir Kur’ân-ı Kerim tercümesi ve tefsiri ile hadis kitabı “Tecrid-i Sarih”in tercümesini yaptırmak istemekteydi. Tefsir, Elmalılı Hamdi’ye, Tecrid tercümesi de Ahmet Naim’e ısmarlanmıştı. Kur’ân tercümesi için Mehmet Âkif düşünülüyordu. Başlangıçta buna yanaşmayan Âkif, yakın dostlarının ısrarı ile adına “meâl” denmesi kaydıyla ve Elmalılı’nın tefsiri ile birarada basılması şartıyla teklifi kabul eder. Âkif’in bu iş için bin lira aldığı belirtilmektedir. 1926 yılı başlarında işe koyulan Âkif, 1929 yılı sonlarında müsveddeyi bitirir. Mısır’da kendisini ziyaret eden Eşref Edip bu müsveddeleri okur ve çok beğenir. İstanbul’a götürüp bastırmak istese de Âkif kabul etmez. Âkif, bütün tashih işlerinden sonra eserin bir ilim heyeti tarafından görülmesini ve öyle basılmasını istemektedir. 1931 yılı Türkiyesi'nde, Âkif’in İstiklâl Marşı’ndaki “Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli / Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli” duâlarının, haykırışlarının aksine gelişmeler olur. Ramazan ayında İstanbul’un büyük camilerinde Kur’ân yerine Türkçe tercümesi ile aşırlar okunur. Türkçe ezanın ilk işaretleri verilir. 1932 Ramazanında smokinli hocaların vaaz resimleri gazetelerde yer alır.

Bunları haber alan Âkif, kendi tercümesinin Kur’ân-ı Kerim yerine okutulacağı endişesine kapılarak korkar, aldığı bin lirayı iade eder. Bitirdiği halde tercümeyi vermez. İstanbul’a dönüşünde bu mesele kendisine sorulduğunda: “Tercüme güzel oldu, hatta umduğumdan daha iyi. Lâkin onu verirsem, namazda okutmaya kalkacaklar. Ben o zaman, Allah’ımın huzuruna çıkamam ve Peygamberimin yüzüne bakamam” demiştir. (Safahat, Haz. M. Ertuğrul Düzdağ, Mehmet Akif Araştırmaları Merk. Yay. İst. 1988. s. LXXVI)

Peki, tercümeye ne olmuştur? Mehmet Âkif, 1936’da hastalanarak yurda dönerken tercümeyi dostlarından müderris Yozgatlı İhsan Efendi’ye bırakmış, “Dönersem alırım, dönmezsem yakarsın” diye vasiyet etmiştir. Âkif’in vefatından sonra ise kendisine tercümeyi soranlara “yaktım” diyen İhsan Efendi, gerçekte eseri yakmaya kıyamamış, eseri ayrıca temize çekerek iki nüshayı saklamıştır. İhsan Efendi bunları ölümüne kadar saklamış; ancak 1962 yılında vefatından önce Âkif’in vasiyetini yerine getirebilmek endişesi ile oğluna tercümelerin yakılmasını vasiyet etmiştir. Sonrasında bu nüshaların da İbrahim Sadri Bey’in ısrarlarıyla yakıldığı bildirilmiştir. Bu meselenin şahitlerinden biri olan İsmail Hakkı Şengüler de bunu doğrulamaktadır. (Bu hususta geniş bilgi için bkz. M. Ertuğrul Düzdağ, “Mehmet Akif Ersoy, Kültür Bak. Yay., Ank. 1988, Ayrıca bkz. İsmail Hakkı Şengüler, Mehmed Akif Külliyatı, İst. 1992)

Çileli ömrünün ıztırabı karşısında son yazdığı bir şiirinde “Şu serilmiş görünen gölgeme imrenmedeyim…/ Ne saadet, hani ondan bile mahrumum ben./ Daha bir müddet eminim ki hayatın yükünü, / Dizlerim titreyerek çekmeye mahkûmum ben. / Çöz de artık yükümün kördüğüm olmuş bağını / Bana çok görme, İlâhî, bir avuç toprağını!” diyen Âkif salih bir mümin olarak -Peygamberimizin vefat ettiği- altmış üç yaşında Cenâb-ı Hak’tan niyaz ettiği bir avuç toprağıyla hemhal olmuştur. Edirnekapı Şehitliği’nde medfun bulunan merhumu, vefatının yetmiş üçüncü yılında rahmetle anıyor, ona nasip olmayan baharın, Asım’ın nesline nasip olmasını Cenâb-ı Hakk’tan niyaz ediyoruz.

[email protected]

En büyük şahsiyet

Nice eserler yazıldı ona, her eserde sevgimiz katlara bindi. Her kesimden insanlar onun hayranı oldu. Hıristiyanı, Musevisi daha o dünyaya gelmeden bağlandı. Bir çocuk annesine nasıl bağlandıysa, herkes de ona bağlandı.

Yedi uyuyanlar onun hayalini kurdular. Hz. Musa (as) ve on iki havarisi onla daha fazla tutundular imanlarına. Adı ya Ahmed oldu, ya da övülmüş. Mehmet idi kimine göre veya Muhammed. Ama değişmeyen kural, o kâinata gelen en son peygamberdi…

Şiirler yazıldı, ona beslenen o büyük aşkla. Kitaplarda; Tolstoy gibi ünlü düşünürler onu anlattı kendi gibi olanlara, kayıp kaldı, gizlendi imana döndürmemek için ama gizli bir şey kalmaz, o da çıktı bugün tozlu raflardan ve herkes artık ne düşündüğünü biliyor Tolstoy’un: “Muhammed her zaman Hıristiyanların üstüne çıkıyor. O, insanı Allah saymıyor ve kendisini de Allah’la bir tutmuyor. Müslümanların Allah’tan başka ilâhı yoktur ve Muhammed onun peygamberidir. Burada hiçbir muamma ve sır yoktur.” Ve şu anda bile Tolstoy’un Müslüman mı, yoksa Hıristiyan mı vefat ettiği tartışma konusudur. İnşaallah Müslüman bir şekilde vefat etmiştir. Kitabı da çoğu kişiye bence Peygamberimizi (asm) tanımada bir vesile olmuştur…

Kendi gibi gül kokan kitaplar çıktı ona. Sanki onunla (asm) yaşıyormuşçasına yaşadı insanlar. Sünnetleri ışık tuttu hayatımıza. Bilim adamları araştırınca, “Sünnetlerin hepsinde bir fayda var” dediler. Yemeğe tuzla başlamak, suyu üç yudumda bitirmek ve daha niceleri. Hep bizim için faydalı olanları yaptı. Bizi düşündü her zaman, vefat edene kadar…

Bediüzzaman Said Nursî de anlattı onu (asm) o büyük eserlerinde: Nur-u Muhammedî, kalem-i İlâhî’nin mürekkebidir. O en mükemmel elçidir, resûllerin en ekmelidir, en yüksek mertebeye çıkandır, insanlık kervanının reisidir. Onu, en güzel o anlattı kaleminde bizlere…

Allah övdü onu: “Sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım” dedi. En büyük zorluklarda her zaman Habibinin yanındaydı Allah. En büyük zorlukları çekti, ümmetine önder olsun diye. Kimse dayanamasa da, o zorluklara, o en büyük sabrıyla sabretti. Emin olandı o. Muhammedü’l-Emin oldu herkesin gözünde. “Ümmetime yasak olan yalandır” dedi. Bu dünyada eğer biz Müslüman isek, emin olmalıydık diğerlerinin gözünde...

O en büyük insanken dünyada, ayrı tutmadı bizi asla kendinden. Övünmedi, bir gün peygamberim diye kendini büyük göstermedi. Aç kaldı, susuz kaldı, ama Allah’tan kendi nefsî rahatlığını istemedi. İstese belki Allah her şeyi verirdi ama o istemedi. O bizim gibi oldu her an, yamalı cübbe giydi. Türlü hakaretlere maruz kaldı ama hakaret edenlere hiçbir kötü söz söylemedi, aksine onların iyiliği için duâ etti. O en büyük şahsiyet oldu hayatımızda…

Ey Peygamberim, Efendim (asm); binler salât ve selâm sana. Bütün ümmetinden razı ol. Bizi şefaatinden eksik etme…

İnsan, nezaket şifreleriyle yazılmış

SELİM GÜNDÜZALP - [email protected]

İNSANİYETİN zaferi nezaketle kazanılabilir. O hâlde nezaket yoksa görme yok, nezaket yoksa konuşma yok, nezaket yoksa işitme yok, nezaket yoksa kımıldama yok. Nezaketsiz bakışlardan, nezaket yoksulu konuşmalardan, nezaketi bozan dinlemelerden, nezaket kurallarına uymayan davranışlardan bıktık. Artık televizyon ekranlarında nazik beyefendileri ve nazenin hanımefendileri görmek istiyoruz.

Mecliste tartışanların nezaket kurallarını çiğnememelerini, çocuklarımızın nezaket dışılıklara muhatap olmamasını istiyoruz. Çünkü insanın gen haritasını okuyacak ilim adamları, onun yalnızca nezaket şifreleriyle yazılmış olduğunu görecekler. Nezaket, insanlık için dünyanın bütün demokrasilerinden daha güzel ve insan yaratılışına en uygun rejim biçimidir. İş işten geçmeden.

Gözgü, İskender Pala

OKUMAK-YAŞAMAK

Sonunda okuduklarımızdan bize kalan, yalnızca uyguladıklarımızdır. Goethe

FIRSATI DEĞERLENDİRMEK

Pek az kişiye, mutluluğa erişmek için fırsat düşmemiştir; ama pek az kişi de bu fırsattan yararlanmayı bilmiştir.

Andre Maurois

FENALIK-İYİLİK

Bir fenalık ettinse, arkasından bir iyilik yap ki, onu silsin.

Peygamberimiz (asm)

KURTULUŞ REÇETESİ

Beraberinde kurtuluş reçetesi olduğu halde, helâk olan kimsenin durumuna hayret ederim. O reçete istiğfardır.

Hz. Ali (ra)

NE OKUYORUZ?

İyi kitaplar okumayan kimsenin, okumuş olmasıyla cahil kalması arasında hiçbir fark yoktur. Mark Twain

SEVİLEN İNSAN

Sevdiğim insanla karşılaşınca, onun yüzünde kendimi görmüş gibi sevinirim.

Kâzım Taşkent

İNSAN SERTSE

İnsan yirmi yaşında çevresine karşı sertse, kalbinde; elli yaşına geldiği halde sertse, kafasında bir eksiklik var demektir. B. Barier

SÜNNET-İ SENİYYE

Ey delikanlı, yiğit Müslüman! Hayatının akışında, Hz. Muhammed Aleyhisselâm’dan kopma, kendi aklına ve hünerine az itimat et. Hz. Mevlânâ

EY KİMSESİZLER KİMSESİ!

Kimsesiz hiç kimse yok, herkesin var bir kimsesi;

Kimsesiz kaldım yetiş ey kimsesizler kimsesi Rûşenî

ANNE BABA HAKKI

Babanı, anneni hoşnut et. Bu hizmet karşılığı binlerce fayda bulursun.

Yusuf Has Hacib

BATAN GÜNEŞE AĞLAMAYIN

Batan güneşe ağlamayın, yeniden doğduğunda ne yapacağınıza karar verin.

Deil Carnegie KUR’ÂN Kur’ân kalplerin baharı ve bereketidir; yağmurun, yeryüzünün baharı ve bereketi olduğu gibi. Malik bin İyaz (ks) SUSALIM MI, KONUŞALIM MI? Susalım mı, konuşalım mı? “Halkla az, Rabbinle çok konuş!” diyor, Muaz b. Cebel. Susalım mı, konuşalım mı? “En uzun hapse dil müstahaktır” diyor, Abdullah b. Mesud. Susalım mı, konuşalım mı? “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” diyor, Hz. Peygamber (asm). Susalım mı, konuşalım mı? “Susmak, büyük adamların ticaretidir” diyor İmam-ı Şafiî (ra). Susalım mı, konuşalım mı? “Saatine bak!” (A. Ali Ural) HAK VE HAKİKAT Sizler içinizdeki hayırların çağrısına kulak verdiğiniz, aranızda konuşulan hak ve hakikatin değerini teslim ettiğiniz sürece, hayırlı olmaya devam edeceksiniz. Çünkü hak ve hakikati bilen, onu yapan gibidir. Ebu’d-Derda (r.a.) ALLAH'IN MALINDAN VERMEK EBU Hanife yıllık gelirinin bir kısmını biriktirir; onunla önce hadis ve ilimle uğraşanların ihtiyaçlarını; yiyecek, giyecek vs. hususlarını temin ederdi. Sonra bu kazancından artan paraları da yine onlara verir ve: “Bunları da ihtiyaçlarınıza siz kendiniz harcayınız. Bunun için yalnız Allah’a hamd ediniz. Çünkü ben size kendi malımdan bir şey vermiyorum. Verdiğim şeyler ise Allah’ın malıdır” derdi. (Mezhepler Tarihi’nden) KÜL VE BAL İsa Aleyhisselâm, bir elinde kül, diğer elinde bal ile giden şeytana sormuş: “Nedir o elindekiler?” Şeytan cevap vermiş: Bu kül, bu da bal. Külü, kusur ve ayıpların yüzüne serperim; tâ ki, çirkin görünsünler. Balı da, bunların ayıp ve kusurlarını dillerine dolayanların ağızlarına çalarım; tâ ki, ayıp ve kusurları sayıp dökerken zevk duysunlar, mü’min kardeşlerinin gizli hallerini alenîleştirip, insanların aralarını bozarken lezzet alsınlar. İLÂHİ Gariplik tuttu boynumdan Büker Mevlâya Mevlâya; Gözüm her derdi gönlümden, Döker Mevlâya Mevlâya... ... İnandım aşk-ı mutlak bir Gönül bir, sevgi bir, Hak bir, Dilim doksandokuz tekbîr Çeker Mevlâya Mevlâya... Bekir Sıtkı Erdoğan

KÜLTÜRDEN GAYE

KÜLTÜR, sahibinde fikir bünyesi haline gelmiş bilgidir. Gıdanın döne dolaşa damarlarımızda kan hâline gelişi gibi. Kimse bize, kilerindeki erzakı gösterip o miktarda kan sahibi olduğunu iddia edemez. Kimse de ansiklopedi ezberlemekle kültürlü olmaz. Kültür, bilgi sahibi olmak değil, bilme haslatına ermektir. Bilme haslatına eren bilmediği şeylerin de bir nev'î âlimidir. Nasıl ki parası olan satın almadığı şeylerin de bir nev'î mâliki. Bütün bilgilerin kaynağı, idrak çilesini çekmiş ve bir dünya görüşüne varmış her insan kültürlüdür. Bunun içindir ki üniversitelerde ve bilhassa mücerred (soyut) ilim fakültelerinde talebe, her şey öğrenmekten ziyade nasıl öğrenileceğini öğrenir. Üniversite öğrenme metotlarını öğreten ocak.

Bir şeyi bilme hüneriyle elmas takma(?) san'atı arasında ince bir yakınlık var. Elmas mahfazasını zengin etmez, onunla çizgilerini ifade eden vücudu kıymetlendirir. Bu yüzden karamanlı bakkalın pırlantaya boğulmuş parmakları gibi kültüre sadece ve kabaca mahfazalık etmek, üstelik servet cakası yapmak, hakiki kültürsüzlüktür. Kültürden gaye, en sade ve en zarif kılık içinde bizzat mücevher olmaktır.

Kültürden Gaye, Necip Fazıl Kısakürek,

3 Haziran 1939

ROMAN YAZMAK

İYİ şiir yazmak, iyi hikâye yazmaktan çok zordur. Belki iyi roman, yani büyük roman yazmak da iyi şiir yazmak kadar zordur. Ben böyle düşündüğüm için asla hikâyede kalmaya taraftar değilim. Gittikçe sayfaları artan hikâyelerin bir gün beni romana götürüp orada bırakacağını ümit etmesem, zor işi bırakıp kolayını tutuyorum diye hicap duyardım. Kemâl Tahir

Büyük Kanyon

Ali İbnu Ebi Tâlib (r.a) anlatıyor:

“Resulullah (a.s.m) buyurdular ki: ‘Dünya arkasını dönmüş gidiyor, âhiret ise yönelmiş geliyor. Bunlardan her ikisinin de kendine has evlâtları var. Sizler âhiretin evlâtları olun. Sakın dünyanın evlâtları olmayın. Zira bugün amel var hesap yok, yarın ise hesap var amel yok.’”

Tirmizî, Tıbb 1, (2037)

“Büyük Kanyon” diye bir belgesel izledim geçtiğimiz günlerde. Büyük kanyon ile ilgili birçok bilgi veriliyordu bu belgeselde. Ayrıca bir de akan nehir vardı. Kanyondan ismini alan bu nehir Las Vegas dolaylarında bir çöle hayat vesilesi olmuştu. İnsanların bu nehrin önünü kapatmasıyla, yani daha bilindik şekliyle baraj yapılmasıyla bu çöl artık yeşil bir alana bürünmüştü. Barajın yapılıp Büyük Kanyon Nehri’nin önünün kapatılmasıyla kanyonda su seviyesi yükselmiş, binlerce metrekarelik alan sular altında kalmıştı. Sular altında kalan sıradan bir toprak değildi aslında, binlerce yıllık mağaralar, mağaralarda resmedilmiş binlerce yıllık resimler, yani daha doğrusu tarih, insanın tarihi sular altına gömülmüştü artık.

Kanyonun bir kısmının sular altında kalmasıyla, bazı hayvanların hayat alanları gasp edildiğinden sayıları hızla azalmıştı. Buna karşın o çöl, suya kavuşmakla yemyeşil olmuş, hatta zengin kesimin uğrak yeri olmuştu. Çünkü buralarda artık golf sahaları vardı. İlk bakışta barajın yapılmasıyla göz boyayan yeşil alan, setin ardında kalan çorak toprakların susuz kalmasına sebep olduğu düşünülünce pek de sevimsiz görünüyordu bu yeşillik...

Belgeseldeki uzman şöyle diyordu milyon ton çimento dökülen set için; “Bu nehrin önüne konulan set, şimdi su kaçırıyor ve bu nehrin önünde sonsuza dek dayanamayacak ve elbet bir gün suya dayanamayıp yok olacak.”

Belgeseli izledikten beş on dakika sonra, kanyon ve nehir beni farklı yerlere sürükledi doğrusu.

Nehir hep kanyon boyunca devam ediyordu. Zaten bundan dolayı da ismini kanyondan alıyordu. Yani bu nehir en güzel burada akardı ve burada akmak zorundaydı. Ve aktıkça sanki tekemmül ediyordu, daha da güzelleşiyordu. Gittiği her yere beraberinde hayatı taşıyordu. Oysa baraj başka yerdeki hayat alanını yok farz edip sadece o âna, oraya yoğunlaştırıyordu zihinleri. Oysaki bu nehir yaratıldığı günden itibaren ona takdir edilen yere akıyordu ve onu Yaratan, onu birçok canlı için hayat vesilesi kılıyordu. Ama baraj sun’îydi ve bencildi…

Ve uzmanın belirttiği üzere nehir elbette bir gün aşacaktı bu seti. Aşmalıydı da aslında. Önündeki engelleri aştığında ancak bir nehir olabilecekti. Yoksa şimdi olduğu gibi bir nehir olarak değil, sun’î bir göl olarak anılacaktı. Ve o zaman kendisi olmaktan çıkacaktı. Yani artık o, o olmayacaktı. Oysa ki akmalıydı.

Akmalıydı, kendisi olmalıydı,

Nehir olmalıydı

İlk doğduğu gün gibi

Kendisi olduğu gün gibi

Nehir olmalıydı.

Bir nehir bile kendisi olma serüvenini yaşıyordu bu kâinatta. O kendini kaybettiğinde, bir baraj olduğunda, geçici olarak belki bir yerlere yararı dokunuyor gibi görünüyorsa da, setin arkasındaki hayatı zedeleniyordu. Burada birikirken, setin arkasını kaybediyordu. Aslında setin arkasında kaybolan hayat değildi, diğer türler değildi, o idi. Nehrin kendisiydi kaybolan, zarar gören. Bir an önce varmalıydı yoluna.

Belki yolunu şaşırabilirdi, birileri yolunu kapatmaya, yönünü değiştirmeye çalışabilirdi, ama ona verilen istidatla bunları aşabilirdi. O milyon tonluk beton yığınını aşabilirdi. Daha önce bunu başarabilen nehirler olmuştu çünkü. Doldurulan deniz sahilleri bile eski alanlarına tekrar kavuşmak için her gün dalgalarla doldurulan taşları, çakılları dövüp ufalamaya çalışıyorlardı. Bu nehir bunu pekâlâ yapabilirdi.

Aslında set artık epey bir su kaçırıyordu sağından solundan. Nehir artık zorluyordu seti.

Belgeselin sonunda ne yazık ki nehrin taştığını göremedik.1 Ama er geç taşacağını, belgeseli izleyen herkes söyleyebilir sanırım.

Aslında nehrin taşması bizim sorunumuz da değil. Set bir yönüyle dünya ile âhiret arasındaki kapıya benziyor. Ama şu var ki setin göl tarafı dünyamıza benziyor. O her gün daha çok yığınak yaptığımız dünyamıza. Ve sun’î yığınaklar yaptığımız dünyamıza. Buraya yaptığımız yığınak arttıkça, sanki setin öbür tarafından yoksun kalıyoruz, âhiretten yoksun. Tıpkı nehrin, setin diğer tarafından yoksun kalışı gibi.

Set aynı zamanda nehrin bir sınavıdır aslında, başkaları tarafından konulan bir engeldir. Ve verilen kabiliyetle geçilebilinecek bir engel. Bizim için de bir yönüyle günahlara, şeytanın tuzaklarına, ezcümle sınava benziyor. Bazı zamanlar yaşadığımız duraksamalara. Ve bize verilen istidat ve duâ ile aşabileceğimiz engellere. Daha önce nice sâlihin aştığı engeller misâli duruyor karşımızda. Ama bu, engeli aşmak için, istidadın neşvü nema bulması içinse arınmak üzere yola çıkmak lâzım.

Öze dönmek için, engeli aşmak lâzım

Fıtrata dönmek için seti aşmak lâzım

Tekrar yaratıldığı öze varmak için

Olduğu fıtrat üzerine dönmek için

Çünkü nasıl nehir kanyonda aktıkça kendisi oluyorsa, insanda fıtrat üzere gittikçe kendisi oluyor. İşte o zaman insan olabiliyor. Fıtratın çizgisinden ayrıldı mı önce kendini yok ediyor, sonra canavarlaşmış bir hayvan misâli etrafını da zarar veriyor.

Evet, başa aldığımız hadiste de buyrulduğu üzere bugün amel işleme günü, yani seti aşma günü. Duâmız hayatın her alanında karşımıza çıkan setleri, salihler misâli aşmak.

[email protected]

Hz. Ebûbekir (ra)

Allah dostları gibi olabilmeyi, Es-sıddık lâkabıyla bilinen Hz. Ebûbekir gibi olabilmeyi Cenâb-ı Hak ümmet-i Muhammed’e nasip eder İnşaallah.

Bütün servetini, kazancını İslâm için harcayan ve sade bir şekilde yaşamayı tercih eden oydu. Hayatı boyunca Rasûlullah’ın (asm) yanından ayrılmayan oydu. Hz. Hatice’den sonra Râsulullah’a (asm) ilk iman eden oydu. Mekke döneminde güçlü kabilelere mensup kişileri İslâm’a kazandırmaya çalışan ve diğer taraftan müşriklerden işkencelere maruz kalan güçsüzleri ve köleleri koruyan, servetini eziyet edilen köleleri satın alıp azad etmekte kullanan oydu. O hep Rasûlullah’ın yanındaydı Bedir’de, Uhud’da ve Hendek’te. Bir o kadar yumuşak, bir o kadar sakin huyluydu. İki sene üç ay gibi kısa bir hilâfet dönemine rağmen İslâm devleti büyük bir gelişme gösterdi. Dürüstlüğü ve takvası ile ashab içinde ilk sırada yer alırdı. Çok düşünüp az konuşmak ve tevazu ile hareket etmek en belirgin özellikleriydi. M'irac olayında sergilediği sonsuz bağlılık ona “es-Sıddık” lâkabını kazandırmıştı. Hicret sırasında mağarada iken Rasûlullah’a (asm) “Anam-babam sana feda olsun Ya Rasulullah” diyen yine oydu.

O (ra), Hz. Peygamber’in (asm), “İnsanlar’dan dost edinseydim, Ebûbekir’i edinirdim” dediği sahabeydi.

Çünkü o “es-sıddık’tı, es-sıddık”.

[email protected]

GEÇEN GÜN ÖMÜRDENDİR

...Güvercin günüydü!....

Sarı bir sonbahar günlüğünde

Usulca yere dökülüverdi veda sözcükleri

-Halbuki kırılgan güle nazireydin sen–

Sabahleyin zaman ipine asılan hayatlar

Dürülüverdi akşamleyin bir bir umarsız

-Susma, geçen gün ömürdendir bilesin-

.......

An’ın sarardığı o an,

Gün karardı tutarsızca

İçi boş hayatlardı

O gün ve sonrası yaprak dökümü

Boşa geçenler zarardaydı bilirdin

Bilinen yol mu doğruydu, yoksa gidilen mi?

-Halbuki her ‘an’ıma anlam katandın sen-

An/sızı/n

Kanayan

Sensiz boşa yaşanmış ömürlerdi

Şekilsiz arzularda aşk inmesiydi yaşanan.

Mustafa GÖKAY

Risâle-i Nur

Menhus ruh çek mânâdan ellerini

Yıktığın yetmedi mi gönül kubbelerini

Durduramazsın imanın coşkun sellerini

Ümide giden gemilerde biz varız

Ne yaparsan yap yine de ümitvarız

Kim demiş küfrünü sesten hızlı yayarsın

Nuru görünce kanatlarını nasıl da kısarsın

Hakikatin altında şenî bir masalsın

Yolumuzu karartsan da dönmeyeceğiz

Saçımızı karartsan da ölmeyeceğiz

Gözlerimiz hudutsuzu onunla gördü

Ruhlarımıza elmas mânâları o ördü

Senin habis yamaklarını o öldürdü

Şimdi öteler dile gelse değer

Geber körolası melânet geber

Zulümden ellerini kıracak nurdur

Senin her yanın baştanbaşa gururdur.

Bir ses yeter küfür kervanını durdur.

İşte o ses Risâle-i Nur’dur.

İşte o nefes Risâle-i Nur’dur.

Sorulursa kimdir dünyada bahtiyar

Kimin zırhıdır ümit iman ve ar

Bir işaret aydınlığa damar damar

Sesten hızlı gezer ateşten hızlı yanar

Benim diyeceğiz nefsimize akmadan

Harflere kapanıp masivaya bakmadan

Maddeden öte gidilecek yollar var

Her karanlık hücrelerimize olsa da duvar

Yıkacağız imanın nurdan çekiciyle

Hakikati haykıracağız bütün gücümüzle

Burak Yılmaz

‘Çok unutkanım, bu halime çok üzülüyorum’

HALİT ERTUĞRUL

TEKLİFLER

Rabbim duâlarınızı kabul etsin. Sizin ve sizler gibi halis ve temiz insanların duâlarına çok ihtiyacımız var. Sizi tebrik ederiz ki, hayatın çirkinliklerinden imanın güzelliğine erişmiş, Allah’ın sevgili bir kulusunuz. Eksikliklerinizi gidermek ve Allah’a tam bir kul olmak için çırpınıyorsunuz. Bu ne kadar takdire değer bir gayret. Cenâb-ı Hak, bu samimiyetinizi ve iyi niyetinizi daim etsin. Unutkanlık, çağımızın en önemli hastalıklarından birisidir. Her insana az-çok bu hastalıktan bulaşmıştır. Unutkanlığı yalnızca bir hastalık, zararlı bir durum olarak görmek de yanlıştır. Unutkanlığın zararları kadar, faydalı yönleri de çoktur. Unutkanlıkla ilgili çok sevdiğim bir öğrencimden bazı hatıralar aktarmak istiyorum. Ondan sonra da asıl konuma geçeceğim:

İsmi Yasin... Anadolu’nun şirin bir ilinden gelmişti. Çok tatlı, çok çalışkan, çok efendi bir öğrencim. Ama en meşhur yanı bu değil, unutkanlığı...

Onu tanıyan bu unutkanlıkla nasıl üniversiteyi kazandığına şaşıyordu. Onun cevabı ise: “Ben de şaşıyorum.” olmuştu. “Allah istedi, ben de geldim.”

Yasin, üniversite sınavı için evden çıkmış sınava gitmeyi unutmuş. Bir okulun önünde birikmiş kalabalığı görünce hatırlamış. 25 dakika gecikmeyle yetişmiş... Hal böyle olunca da onun ifadesiyle kazandığına o da şaşırmış... Yasin’i arkadaşları, okula beraberlerinde getirirler. Vize ve final günü ise, onu gölge gibi takip ederler. Bir abdesti yarım saatte alır, bir namazı bir saatte kılar. Çünkü unutur, tekrar baştan alır ve kılar. Sınıfta bazen bir şey sormak için parmak kaldırır, sonra da ne soracağını unutur. Odama geldi bir gün... Oturduk çay içtik. Kendine göre çok önemli bir problem içindi, bu ziyaretin sebebi... Ama tahmin ettiğiniz gibi ne için geldiğini unutmuştu... Hadisenin çok ilginç bir yönü vardı. Sordum Yasin’e:

“Her şeyi unutuyorsun. Peki nasıl yaşıyorsun sen?” diye sordum.

“Hayır, hocam.” dedi. “Her şeyi unutmuyorum.”

“Peki unutamadığın neler?” dedim.

“Öğrendiğim duâları ve ibadetlerimi hiç unutmuyorum. Bunun dışında birçok şeyi de unutmuyorum.”

“Peki adını?”

Gülümsedi.

“Bazen.”

Hayretle; “Nasıl olur?” dedim.

Ortaokulda, lisede yoklama yapılırken adımı söyleyip bağırırlardı. Sınıfta olduğum halde çok zaman yok yazılırdım.

Yasin’le bir program yaptık, unutkanlığına bir çözüm bulma amacıyla... Epeyce fayda bulduk. Halen öğrencim olan Yasin, masumane ve tertemiz hayatıyla, nadide çiçeklerimden birisidir. Hafıza insanoğlunun en değerli bir varlığıdır. İnsanın sahip olduğu her türlü bilgi, orada depolanır ve saklanır. Hafıza olmadan ne olabilir? Hiçbir şey. İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli unsurlardan birisi de hafıza değil midir? Öyleyse hafızasız bir insan, sıradan bir canlı haline gelecektir. Hafıza, Allah’ın insana verdiği en mükemmel bir hediyedir. (Kim, 1998: 39) Bu öyle bir hediyedir ki, “olmazsa, insan için hiçbir şey olmamaktadır.” (Nurbaki, 1990: 46)

Bu kadar değerli bir varlığın önemi; hafıza kaybı, unutkanlık ve zihinsel bir takım problemler başlayınca daha iyi anlaşılmaktadır. İnsanın hafıza kaybına ve unutkanlığa yol açan fizyolojik ve psikolojik birtakım sebepler vardır. Bir insan için hafızanın ne demek olduğunu tartışmaya gerek yoktur. Her insan için de bu durum böyledir. Öyleyse, asıl problem; hafıza nasıl güçlendirilebilir ve hafıza kaybının önüne nasıl geçilebilir, olmalıdır. Unutkanlığın sebeplerini bir veya birçok olaya bağlamak imkânsızdır. Uzmanlar unutkanlığı psikolojik ve biyolojik olarak iki ana başlık altında değerlendirirler. Biyolojik bir hastalık veya psikolojik çöküntüler, unutkanlığın ana sebeplerini teşkil etmektedirler. Ancak insanlar alacakları bir takım tedbirlerle, unutkanlığı azaltabilirler.

Unutkanlığın bazı sebepleri:

1- Kendinizi disiplinli yaşamaya zorlayın. Dağınık bir hayat, unutkanlık sebebidir.

2- Kendinizi sürekli kontrol altında bulundurun. Kontrolsüz beklentiler ve düşünceler, zihni dağıtır.

3- Uykunuzu disiplin altına alın. Düzensiz uyku vücut mekanizmasını bozar. Düşünce ve yorum sistematiğini düzensiz hale getirir.

4- Ani ve değişken kararlar, başıboş bir hayat anlayışı, beklentilerin ve hedeflerin kaybolması hafızayı zayıflatır.

5- Problemlerin uzun sürmesi hafıza düzenini bozar.

6- Düzensiz ve plânsız çalışma da unutkanlığın önemli sebepleri arasındadır.

Unutmamak için neler yapılmalıdır?

1- Hayat düzenine dikkat edin, planla yaşayın.

2- Sağlık kurallarını ihmal etmeyin.

3- Düzenli çalışma alışkanlığınız olsun.

4- Bir konuyu, öğrenmek için yoğunlaşın ve düzenli bir şekilde tekrar edin.

5- Dikkatleri konu üzerinde odaklaştırın.

6- Yatmadan önce konunun tekrarı, unutmayı önler.

7- Hatırlamanız gereken konular için, not alın, liste tutun.

8- İsimleri unutmamak için içinizden tekrar edin ve herhangi bir nesneyle ilişki kurun. Bir anlamda çağrışım yaptırın.

9- Bir kişinin adını unutmamak için o kişinin unutulmayacak bir özelliğini yakalayın.

10- Randevularınızı, yapılması zorunlu işleri, katılmak istediğiniz faaliyetleri her sabah gözden geçireceğiniz, günlük program defterinize yazın.

11- Güvendiğiniz birinden, hatırlamak istediğiniz şeyi size hatırlatmasını isteyin.

12- Almak istediklerinizin, yapmak istediklerinizin, telefon edeceğiniz kişilerin, yapmak zorunda olduklarınızın listesini yapın.

13- Bir randevunuza gitmek için evi terk etmenizi, bir yere telefon etmenizi veya bir faaliyeti bitirip diğerine başlamanızı hatırlatmak üzere bir çalar saat veya alarmlı saat kurun.

14- Herhangi bir şeyi hatırlamak için, yüzüğünüzü başka parmağınıza takın, saatinizi sol kolunuzdan sağa alın veya bileğinizin üstünden tersine çevirin veya elinize not yazın.

Unutkanlığın faydaları:

Aşırı veya hastalık derecesinde olmamak kaydıyla unutkanlık, insan için bir nimettir. Düşünün ki, bir insan, yaşadığı her olayı hiç unutmasa da, ilk yaşadığı gibi canlı ve taze olarak hatırlasa, ne kadar feci ve dayanılmaz bir hayatı sırtlamış olur. Yaşadığı şoklar, dayanılmaz üzüntüleri, karşılaştığı müthiş ihanetler, stres ve bunalım dolu anlar insanı nelere sürüklemez ki... Ama bir parça da unutkanlık olursa, Bediüzzaman’ın ifadesiyle “Geçmiş zamanın elemleri gider, lezzetleri kalır.” Yoksa, geçen zamanın elemi, yaşanılan bütün lezzetleri alt-üst eder. Unutkanlığa bütün bütün zararlı bir gözle bakmamak lâzımdır. Allah’tan musîbetleri, kötülükleri ve düşmanlıkları unutmak kadar unutkanlık; iyilikleri ve görevleri unutmayacak kadar da unutmamayı dilemek lâzımdır.

[email protected] 'Harama bakmak unutkanlık verir' Risâle-i Nur Talebelerinden bir genç hâfız, pek çok adamların dedikleri gibi dedi: “Bende unutkanlık hastalığı tezayüd ediyor, ne yapayım?” Ben de dedim: Mümkün oldukça nâmahreme nazar etme. Çünkü rivayet var. İmam-ı Şâfiî’nin (ra) dediği gibi, “Haram-ı nazar, nisyan verir.” Evet, ehl-i İslâmda, nazar-ı haram ziyadeleştikçe, hevesat-ı nefsaniye heyecana gelip, vücudunda su-i istimalâtla israfa girer. Haftada birkaç defa gusle mecbur olur. Ondan, tıbben kuvve-i hâfızasına zaaf gelir. Evet, bu asırda açık saçıklık yüzünden, hususan bu memalik-i harrede o su-i nazardan su-i istimalât, umumî bir unutkanlık hastalığını netice vermeye başlıyor. Herkes, cüz’î, küllî o şekvâdadır. İşte, bu umumî hastalığın tezayüdüyle, hadîs-i şerifin verdiği müthiş bir haberin tevili ucunda görünüyor. Ferman etmiş ki: “Âhirzamanda, hâfızların göğsünden Kur’ân nez’ ediliyor, çıkıyor, unutuluyor.” (Süyûtî, el-Havî Li’l-Fetevâ, 2:253; Ali el-Muttakî Kenzü’l-Ummâl, 14:233, 242.) Demek bu hastalık dehşetlenecek, hıfz-ı Kur’ân’a bu sû-i nazarla bazılarda set çekilecek; o hadisin tevilini gösterecek. Lâ ya’lemü’l-gaybe illâllah (Gaybı Allah’tan başka kimse bilmez). (Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lâhikası, s. 181, Yeni Asya Neş., İstanbul-2006) LÛGATÇE: tezayüd: Artma. nâmahrem: 1- Mahrem olmayan. 2- Evlenmeleri mümkün olan. 3-Birisinin yakın akrabası olmayan erkek veya kadın. haram-ı nazar: Haram olan şeylere bakmak. nisyan: Unutma, unutkanlık. ehl-i İslâm: Müslümanlar. nazar-ı haram: Haram olan bakış. hevesat-ı nefsaniye: Nefse ait istekler. su-i istimalât: Kötü kullanmalar. kuvve-i hâfıza: Hafıza gücü. memalik-i harre: Sıcak memleketler. su-i nazar: Bakıştaki kötülük, kötü bakış. cüz’î, küllî: Küçük, büyük. şekvâ: Şikâyet. tezayüd: Artma. nez’: Çıkmak, çekip koparmak, ayırmak.

HALİT ERTUĞRUL

26.12.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Elif Eki

  (18.12.2009) - ‘BEN BİR CANIM AMMAA!’

  (11.12.2009) - ÇIĞIR AÇAN BİR ANSİKLOPEDİNİNHİKÂYESİ

  (04.12.2009) - Kimin cenazesini taşıyacağımı Urfa'da öğrendim

  (20.11.2009) - ‘Yetimler babası kahraman Kâzım Karabekir’

  (13.11.2009) - Eşi Zarife Canan, İbrahim Canan'ı anlatıyor:

  (06.11.2009) - “Kayıp” değil; geçici firak...

  (30.10.2009) - “ATATÜRK’Ü KORUMA KANUNU”NA ADNAN MENDERES DE MUHALİFTİ

  (23.10.2009) - Küre-i arzın merkezindeki ibadet

  (16.10.2009) - Ahmed Hanî Hazretleri

  (09.10.2009) - 'Açılım'ın kapalı kapıları aralanırken

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl