14 Şubat 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Elif Eki

İstanbul’un fethine panoramik bir bakış

“Allah Allah” seslerinin eşliğinde kılıcımı kuşanıp, bir daha İstanbul’un fethine çıkmak istedim.

“Bu cümle de ne demek” diyeceksiniz? Açıklayayım: İstanbul Büyükşehir Belediyesi bünyesindeki Kültür A.Ş. tarafından Topkapı Şehir Parkında yapılmış olan ‘Panorama 1453 Tarih Müzesi’nin 360 derecelik görüş açısına sahip balkonundaki mehter müziğini duyunca heyecana gelerek bu sözler çıktı ağzımdan. Eğer müzeyi ziyarete giderseniz, benzer cümleleri kullanacağınıza ‘eminim’ desem, abartmış olmam.

Kültür A.Ş. Genel Müdürü Nevzat Bayhan ile Panoramik 1453 Tarih Müzesi’ni kuruluş yıl dönümünde biraz konuşalım, bir yıl sonunda müze ile ilgili neler olmuş neler bitmiş öğrenelim istedik.

Zaman tünelinden geçip kendinizi İstanbul'un fethinin başladığı bir 29 Mayıs sabahında bulmak istiyorsanız, 'Zamanda Yolculuk' filmindeki gibi olmasa da, bu ortamı sanal olarak yaşarken ruhunuzun derinliklerine kadar hissedebileceğiniz bir yer 'Panorama 1453 Tarih Müzesi'. Kültür A.Ş. Genel Müdürü Nevzat Bayhan, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın katılımıyla 31 Ocak 2009 tarihinde açılan ‘’Panorama 1453 Tarih Müzesi’’ni bir yılda konuk devlet başkanlarının da aralarında bulunduğu 700 binin üzerinde kişi ziyaret ettiğini büyük bir gururla ifade ederken, müzenin fikir babasının Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş olduğunu, onun ufkuna Haşim Vatandaş koordinatörlüğünde ressamların katkıda bulunduğunu anlattı.

FATİH’İ RESMETMEK ZOR OLMUŞ

Fatih Sultan Mehmed’i resmedilirken, dönemin ressamı Gentile Bellini’nin gerçekçi bir dayanak olan tablosundan yola çıkıldığını anlatan Bayhan, “Bellini’nin yaptığı tabloya dayanıldı, ama Bellini ölümünden bir yıl önce yapmıştı tabloyu. Padişahın yaşlılık zamanı. Halbuki İstanbul’un fethini canlandırıyorduk biz. 1453 yılında Fatih 21 yaşında. Elbette çok farklı olması gerekirdi. Resmî gençleştirmeye çalıştık. Sakalını daha az yapalım dediğimizde Fatih’e benzemedi. En çok zorlanılan Fatih oldu” dedi. Bayhan, panoramik resim yapılırken müzeyi özellikle kubbeli yapmak istedikleri için oldukça zorlanıldığını, zorlukları yenmek için adım adım maket çalışması yapıldığını anlattı.

“YA BURASI PANORAMA DEĞİL, YA ONLAR

DEĞİL”

Kadir Topbaş’ın ‘’Bu panorama dünyanın en güzel panoraması olsun. Çünkü fetih, çağ açıp çağ kapatmıştır ve İstanbul medeniyeti dünyaya açılmıştır. Fetheden hükümdar, dünya tarafından hâlâ ‘Fatih’ olarak anılıyor. Dolayısıyla o kareyi dondurduğunuzda bütün dünyanın en güzeli budur diyebilmesi lâzım’’ şeklindeki talimatı ile gelinen noktada, bunun yakalandığını söyleyen Bayhan şöyle devam etti:

‘’Dünya Panoramalar Birliği Genel Sekreteri burayı ziyaret etmişti. Ziyaret sonrasında dedi ki; ‘Biz panoramalar birliği olarak her sene toplanıyoruz. Bu sene bunu muhakkak İstanbul’da yapalım. 70’e yakın panorama var, o panoramanın yöneticilerini buraya dâvet edelim, bunu görsünler. Çünkü bu 70 panorama ile burayı kıyasladığımızda; ya burası panorama değil, ya onlar değil?’ Ve dediği çok doğru. Ben de bir kısmını dolaşma imkânını yakaladım. Dünyanın ilk ve tek tam panoramik müzesi. Adeta resmin içerisinde hissediyorsunuz kendinizi. Ve yarım kubbe şeklinde olduğu için de herhangi bir sınır görmüyorsunuz.

Maket alanından üç boyutlu resim alanına geçtiğinizde, o kesintisizlik söz konusu oluyor. Tabiî mekân algısı aynı zamanda siz müzenin dışındayken de surları görüyorsunuz. Bu sefer panoramanın içerisinde yine aynı surları gördüğünüzde, aynı gökyüzünü gördüğünüz algısına kapılıyorsunuz. Bu da gerek tabiî mekân itibariyle, gerekse de kullanılan teknik itibarıyla dünyanın en önemli mekânlarından biri haline gelmiş oldu.’’

DÜNYANIN HER TARAFINDAN ZİYARETÇİ

GELİYOR

Tarihle bugün arasında bir köprü kuran müzede, 3 bin metre karelik bir alanda on bine yakın figür resmediliyor. Her ziyaretçinin gök kubbeyi görünce belli bir süre şaşkınlığını üzerinden atamadığı ve fethin gerçekleştiği sırada yaşananlara şahit olunca mutlaka bir damla yaş akıttığı belirtilen müzeyi, açılışından bugüne bir yılda toplam 721 bin 116 kişi ziyaret etmiş.

Müzenin Başbakan Erdoğan ve Başkan Topbaş’ın açılışı yapmasıyla ziyaretçi akınına uğradığını dile getiren Bayhan, ‘’Buraya bir kerede en fazla yüze yakın kişiyi alabiliyorsunuz. Gelenler burayı terk etmek de istemiyor, 10-20 dakikalık kısa bir süre en azından burada durması gerekiyor, öyle olunca da dışarda yüzlerce metre kuyruk söz konusu oluyor. Buna rağmen 700 binin üzerinde insan bu müzeyi ziyaret etti’’ diye konuştu. Müzenin çevresinde ulaşım konusunda yapılan çalışmalarla merkezi bir yer haline geldiğini ifade eden Bayhan, böyle olunca ziyaretçi patlaması yaşadıklarını dile getirdi. Nevzat Bayhan sözlerini şöyle sürdürdü:

‘’Sadece İstanbul’dan değil, İstanbul dışından, Anadolu’nun ve dünyanın her tarafından burada ziyaretçi bulmak mümkün. Başta Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah Gül ziyaret ettiler ve İstanbul’a her gelen, her devlet başkanı, her bakan muhakkak buraya uğruyor. Burası dünyada ilk ve tek olduğu için, insanların gerek yüksek düzey, gerekse de normal ziyaretçilerin uğrak yeri olma özelliği taşımaya başladı. Son zamanlarda bir ABD Başkanı Obama gelmemişti, onun dışında gelenlerin çoğu muhakkak burayı geziyor. Başbakanımız sağ olsun, her İstanbul’a gelene de ‘muhakkak panoramaya uğrayın’ diyor. Gelen misafirleri bizzat gezdirmeye zamanını ayırarak yardımcı oluyor. Burası gözde müzelerimizden biri haline geliyor.’’

DÜNYA BARIŞINA HİZMET EDEN İSTANBUL

İstanbul’un fethinde gemilerin karadan yürütüldüğünün, havan toplarının ilk defa kullanıldığının ve yıkılmaz denilen surların yıkılarak bir şehrin alınabildiğinin görülebileceğini, ancak karenin bundan ibaret olmadığını dile getiren Bayhan, şunları kaydetti:

‘’Fatih, İstanbul’u Romanos kapısından içeri girip fethedince, yüz binlerce insan alkışlamıştır ve ‘işte hüner budur’ demiştir. Fatih aynı zamanda bir şairdi. O muhteşem beytinde; ‘Hüner bir şehri bünyad itmekdür, Reaya kalbin abad itmekdür’ demiştir. Hüner surları yıkmak değil, hüner bir şehri almak da değil, hüner bir şehri yaşanılır kılmaktır, o da yetmez, orada yaşayanların da gönlünü kazanmaktır, mutlu edebilmektir. Ve işte İstanbulumuz, hâlâ günümüzde Ermeni’siyle, Süryani’siyle, Kürt’üyle, Laz’ıyla, Çerkez’iyle, Musevi’siyle, İsevi’siyle... Müslümanlığın, Yahudiliğin ve Hıristiyanlığın bir arada yaşayabileceği bir ortamla, dünyaya bir barış buketi olarak sunulabilecek bir yerdir. Bu karede o anlatılıyor.

Ziyaretçiler gezdikten sonra aşağı indiklerinde, bizim insan hakları beyannamesi gibi gördüğümüz, dünyanın da öyle tanıdığı Fatih’in o muhteşem fermanını okuyor. Fatih’in Bosna, Kudüs rahiplerine fermanı vardır. Bu ferman hiç kimsenin dininden, dilinden dolayı yargılanamayacağını, hor görülemeyeceğini belirtir. Şu anda hali hazırda sinagoglarıyla, camileriyle, dinlerin de bir arada yaşayabildiği, barış içerisinde bütün renkleri ile bir gökkuşağı oluşturabildiği bir mekânda yaşıyoruz. Bu Panorama, 1453’ün birlikte yaşama san'atını insanlara öğrettiği bir kareyi yansıtıyor. 1453, Mayıs 29, saat 10.00 medeniyete açılan bir şehir, hâlâ o medeniyeti yaşatan bir yönetim ve halk. Biz burada sadece savaştan bir kare değil. Aynı zamanda dünya barışına hizmet eden İstanbul buketinin de dünyaya sunulmasını sağlıyoruz.’’

RESİMLERİ NASIL ÇİZİLDİ?

Panorama 1453 müzesini görsel tasvirlerle hayata geçiren sekiz kişilik ekip ve yaptıkları hakkında da bilgiler veren Bayhan, ekip yöneticisi Haşim Vatandaş’ın ressam ve çizgi film yönetmeni olduğunu, bu projeyi duyunca “biz yapalım” diyerek işe talip olduğunu söyledi. Bayhan, 2005 yılında 15 kişiye yakın bir ekiple 3 yıllık bir çalışma sonunda 2008’de müzenin tamamlandığını belirtti.

On bine yakın insan figürünün bulunduğu müzedeki insan ve olay tasvirleri yapılırken, görüntü araştırması yapıldığını, Avrupalı oryantalist ressamların yaptığı resimlerden, 1450-1550 yılları arasında yapılan minyatürlere kadar bütün tasvirlerin incelendiğini kaydeden Bayhan, topçuların başlıklarından, padişahın çevresindeki solak birliği isimli korumalara, peykler ve akıncılara kadar bütün askerleri sınıflandırdıklarını ve üzerinde çalışıldığını anlattı.

Resimlerdeki bazı enteresan noktalara da dikkat çeken Nevzat Bayhan, sol kolunu kullanan insanlardan seçilen solak birliğinin, sağ taraflarına hiç dönmeden ok atabildiklerini, devamlı koşu antrenmanı yapan peyklerin ise padişahın getir-götür işlerini yapan birlik olduğunu söyledi.

“Biz titiz çalışmalarla herşeyi bire bir yaptık, hiçbir şey katmadık onlara” diyen Nevzat Bayhan, “Minyatürlerde Anadolu parsının derisini giyen akıncılar vardı. Anadolu parsının son resmi 1972 yılında çekilmiş, nesli tükenmiş bir hayvan. Bu birlik Anadolu parsının derisini giyiyor. Kafalarında kanat var, kalkanları dört köşe. Osmanlı askerlerinden farklı olarak buna da ‘Rumi Kalkan’ deniyor’’ şeklinde konuştu.

GİZLİ FATİH PORTRESİNİ BULUTLARDA

ARAMAK

Bayhan, çalışmalar sırasında müzenin bir şifresi olmasını da planladıklarını, önce 2053’te, fethin 600. yılında açılmak üzere içinde bir mektup bulunan bir sandık oluşturmak istediklerini belirterek, ‘’Fakat sonradan bulutlara bir Fatih yapma fikri geldi. Bu İstanbul’a doğru bakan bir Fatih. Bakıldığında görmeye zorlanılsın, biraz şifre gibi olsun dedik’’ dedi. Müze ziyaretçilerinin hep övgüleriyle karşılaştıklarını, eleştiri almadıklarını dile getiren Bayhan, şöyle konuştu: ‘’Çok iyi yapılmış bir Hollywood filmini bir kaç defa izlediğimiz zaman yeni yeni şeyler keşfedersiniz. O da çok fazla detay olmasından dolayı. Buradaki resimlerde çok fazla detay var. Üç boyutlu alanda çok fazla detay mevcut. Küçük silâhların olduğu bölümlerle çok uğraşıldı. Dört köşeli bir tabloda bir kerede her şeyi algılarsınız, burada her şeyi algılayamıyor galiba çok fazla detay olduğu için.’’

DÜNYADA BİR İLK

Dünyadaki tek ‘’tam panoramik’’ müze olan Panorama 1453, ziyaretçilere üç boyutlu görüntüler ile mehter marşı ve top sesleri eşliğinde İstanbul’un fethini yeniden yaşama imkânı verdiğini belirten Bayhan, “Dünyada şu anda yaklaşık 30 civarında panoramik müze var ve panoramik müzeler genellikle tarihteki önemli olayları anlatmak için yapılıyorlar. Bunlardan en önemlileri, Waterloo Savaşı Panoraması, Osmanlı-Rus Savaşı`nı anlatan Kırım Savaşı Panoraması, Napolyon`un Moskova Savaşı Panoraması ve Mesdag Panoraması. Bu panoramaların çoğu, 1800`lü yıllarda yağlı boya ile yapılmış. Topkapı Şehir Parkı`ndaki `Panorama 1453` pek çok açıdan benzerlerinden farklı özellikler de taşıyor. Söz gelimi diğerleri yatay yönde panoramik özellik taşıdığı halde, İstanbul`un fethini anlatan panorama, her yönde panoramik özellik taşıyor; yatay ve dikey yönde de resim kesintiye uğramıyor. Bu yüzden `Panorama 1453` 3000 m2`lik resim alanıyla dünyanın en büyük panoramik resmine sahip olmasının yanı sıra, dünyanın ilk `tam panoramik` müzesi” dedi.

NOT: Panorama 1453 Tarih Müzesi, her gün

09.00–17.00 saatleri arasında gezilebiliyor.

ÖMER ŞENÖZ --------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Gerçek istikbâl

Dünyâ hayâtımızı yalnızca maddî bir bakış açısı ile değerlendirdiğimizde yanılırız. “Yarına hazırlanıyorum. Geleceğime yatırım yapıyorum. İstikbâlimi te’mîn ediyorum” demek sûretiyle kendimizi kandırırız… Çünkü, sözünü ettiğimiz bu husûslar gerçek vasıfta bir hayât ve bir istikbâl değildir. Daha doğrusu, esas yaşayışımıza ve geleceğimize göre ehemmiyetsiz birer ömür ve zaman parçasıdır. Günü birlik misâfirliğe giden bir şahıs orada nasıl davranıyorsa, asıl yerine ve yurduna döneceğini düşünüyorsa, bizim de hâlden âtîye bakışımız öyle olmalıdır.

Şu girişten, inanç sâhibi kişilerin dünyâyı terk ederek, yalnızca âhireti düşünmeleri gerektiği sonucu çıkarılmamalı. Peygamberimiz’in (asm) hayâtından örnek alarak, îmânlı bir kişide “yarın” kaygısı bulunmaması gerektiğini ifâde etmek istiyorum. Hayâtı Verenin, onun idâmesi için bütün levâzımatı da vereceğinin şuûrunda olmak, insanı boş işlerle meşgûl etmez. Hakîkî gàyesine yöneltir. Hz. Üstâd’ın bir temsîlinde belirttiği gibi, bizim vazîfemiz, mükellef olduğumuz işleri yapmaktır. Yaratan’ın kendisine has kıldığı, yaratıkların beslenmesi ve ömürlerinin devâmı için gerekli malzemenin sağlanması bize âit işlerden değildir. Ancak, depodan iâşe maddelerini alıp mutfağa götürmek, pişirip hazırlamak, kap kacağı yıkamak tabiî ki, bize düşer.

Bu düşünceyi zihnimizin baş köşesine oturtmakla, hayâtımızın asıl gàyesi olan îmân ve ubûdiyet yolu ile terakkîmizi te’mîn edebiliriz. Hakîkî istikbâlimizi teşkîl eden Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanmak, Resûlullâh’ın şefâatine mazhâr olmak, dâr-ı saâdette ebediyen mes’ûd yaşamak ni’metlerine erebiliriz. Aksi halde, himmetimizi yalnız dünyâ yaşayışına hasrederek, dağ gibi meyveler verebilecek isti’dâd çekirdeğimizi, iki diş arasında açılıp, bir diş kovuğunu doldurmayan basît ve geçici bir lezzete değiştirmiş oluruz.

Var edilişimizin yüksek hedefine doğru yürürken, işin kàidesi gereği, maddî ve ma’nevî rızkımızla birlikte şahsî ve âilevî ihtiyaçlarımız da ayağımıza gelecektir. Bunları taleb ederken hırs göstermez, kanâat izhâr edersek; fakrımızı, aczimizi bilerek âdetullâha uyarsak hem haddimizi aşmaz, hem yorulmayız. Allâhu Teâlâ’ya minnetdârâne ve şâkirâne, vâsıtalara müteşekkirâne ve müstağniyâne davranarak Hakk’ın ve halkın hâtırını saymış oluruz.

İnsanın dünyâya gelişinde her şeyi öğrenmeye muhtaç bulunduğunu, tekâmül ve terakkîsinin ilim ve duâ vâsıtasıyla mümkün olabileceğini hâtırlayalım. İlim, başta ma’rifetullâh olmak üzere, ma’nevî ve maddî hayâtta kullanılabilecek her türlü bilgidir. Duâ ise yalnız yalvarıp istemek değil, aynı zamanda amel ve sa’y ile dileğini desteklemek demektir. Hattâ, kabûle en yakın duâ şekli budur: samîmiyetle, ihtiyâcını şiddetle hissederek, kàbiliyetlerini o istikamete sevk ederek ve bütün şartlarına uyarak yapılan duâlar, talepler, dilekler büyük ekseriyetle tahakkuk etmiştir.

Servet, kuvvet, devlet gibi ni’metler hakka ve hakîkate hizmet etmek içinse iyidir. Değilse, elinde tutanı yakar, mahveder. İnsanı, ulaşması gereken hedeften saptırır. Nefsinde bir varlık, bir güç, bir rubûbiyet vehmiyle bâtıla taptırır. Hatâları çoğaldıkça basîreti bağlanır. Her yaptığını hak bilir; uçuruma gidişinin farkında olmaz. Yalnız kendisini yıkmakla kalmaz, etrâfına da çok zarar verir.

Develerinin çokluğu sebebiyle huzûrlu bir ibâdet yapamamaktan şikâyetçi olan bir zâtın, İmâm Ebû Hanife’nin daha fazla deveye sâhib olmasına rağmen nasıl olup da bu derece râhat ve huzûrla kulluk vazîfelerini îfâ ettiğini sorması üzerine: “Ben develerimi ahıra bağlarım; kalbime değil!” cevâbını aldığını söylerler. Dünyâyı amel îtibâriyle kesben değil, kalben terk etmek gerektiğinin o zamana göre güzel bir ifâdesi olan bu misâli günümüze tatbîk edersek, kalbimize neleri depoladığımız ortaya çıkar.

Bizi ve âilemizi vefâtımıza kadar idâre edebilecek derecede bol olan varlığımız hâlâ istikbâl endîşemizi izâle edemiyorsa, hâlimizi tasvîre ne hâcet! Kàrûn’un imrenilen serveti, ona ve nesline bir fâide sağladı mı? Dünyâyı neredeyse avucunda tutan, kıt’aları zabteden cihângîrler, hangi geleceklerini te’mînât altına alabildi?

Kanâatin tükenmez bir hazîne olduğunu, insanın günü geçirebileceği kadar bir rızkının bulunmasının büyük saâdetlerden sayıldığını hadîs-i şerîflerin ifâdesinden anlıyoruz. Bu hakîkatleri yaşayışlarında düstûr kabûl eden insanların, dünyâ hayâtlarını izzet ve şerefle tamamlayıp huzûr-i İlâhî’ye vardıklarını; mâcerâ-yı ömürlerinin beşeriyete hüsn-i misâl oluşundan biliyoruz. Tersine davranarak, kısa bir ömürde, geçici dünyâ metâına helâl-haram bilmeden, hırsla saldıranların da besledikleri emellere kavuşamadan, istikbâllerini sağlayamadan şu âlemden göçtüklerini görüyor, duyuyor, okuyor, dinliyoruz.

Âtî, Bâkî-i Hakîkî olan Cenâb-ı Hakk’ın garantisi altındadır. Onun için endîşe, keder, korku yersizdir…

EKREM KILIÇ - [email protected] --------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

İnkılâpçı padişah: II. Mahmud (2)

Bediüzzaman diyor ki:

Biliniz ki, asker ocağı cesîm ve muntazam bir fabrikaya benzer; bir çark itaatsizlik etse, bütün fabrika herc ü merc olur. Asker neferatı siyasete karışmaz; Yeniçeriler şahittir.

Divân–ı Harb–i Örfî,s 34

—Geçen haftadan devam—

Fes giyme mecburiyeti

Adına "Nizam–ı Cedid" denilen yeni bir orduyu ikame ile Yeniçeri Ocağına son vermek isteyen Sultan III. Selim, bu yaptığının bedelini canıyla ödedi.

"Nizam–ı Cedid", bir süre sonra "Sekbân–ı Cedid"e inkılâp etti. Sultan II. Mahmud, 1808'de bu isimle Yeniçeri'yi bertaraf etmeye çalıştı. Ancak, ilk hamlede bunu başaramadı. İki askerî birlik arasında iç savaş çıktı. Binlerce insanın kanı döküldü.

Sultan Mahmud, kolladığı fırsatı 1826'da yakaladı ve yaklaşık altı bin Yeniçeri'yi katlettirerek bu ocağı lağvetti. Yerine Asakir–i Mansure–i Muhammediye'yi kurdu.

Sultan II. Mahmud'un ikinci büyük inkılâbı ise, 3 Mart 1829'da ilân etmiş olduğu "Kıyafet Nizamnâmesi" ile gerçekleştirmiş oldu.

Bu ferman ile, kavuk yasaklandı. Sarık ve cübbe ilmiye sınıfına (medrese ehline) hasredildi; başkasının bu kıyafetleri kullanması men' edildi. Ayrıca, padişah ve asker dahil olmak üzere, bütün devlet mensuplarının fes, setre ve pantolon giymesi mecburi hale getirildi. Ahaliden kimselerin de sarık, külah yerine, yine fes giymesi istendi.

Özellikle, fes mecburiyetinin getirilmesi, halka büyük tepkilere sebep oldu. Tepki gösterenlere ise, çok şiddetli bir cezalandırma yöntemiyle karşı konuldu.

Tarih kaynakları, bu kılık–kıyafet inkılâbı hengâmesinde binlerce vatandaşın cezalandırıldığı ve hatta öldürüldüğünü bildiriyor.

Bu tarihten Hicrî olarak yaklaşık yüz sene sonra ise, yine bir 3 Mart günü (1924) olmak üzere, çok büyük inkılâpların yapıldığı bilinmektedir.

Fesat komitesi

bozgunculuk yaptı

Sultan II. Mahmud devrinin mahiyeti hakkındaki en düşündürücü, en mânidar fikir ve yorumlar, Nur Külliyatının en mahrem, en perdeli risâlelerinde yer alıyor.

Şimdi, o perdeleri bir bir aralayarak o derin bahislere ulaşmaya çalışalım:

* Adıyla, sanıyla hemen herkesin bildiği eserin adı Mektûbât.

* Bu temel eserin Yirmi Dokuzuncu Mektubu.

* Dokuz Kısım olan bu Mektubun Sekizinci Kısmı.

* Sekiz Remiz'den ibaret olan bu kısmın ismi "Rumuzât–ı Semâniye."

* Bu eserin bir diğer ismi ise "Hurufât–ı Kur'âniye Risâlesi."

* Eserin makamı olan 29. Mektub'un ilgili yerinde şu açıklama var: "Sekizinci Kısım Olan Rumuzât–ı Semâniye: Sekiz Remizdir, yani sekiz küçük risâledir. Şu Remizlerin esâsı, ilm–i cifrin mühim bir düstûru ve ulûm–u hafiyenin mühim bir anahtarı ve bir kısım esrâr–ı gaybiye–i Kur’âniye'nin mühim bir miftâhı olan tevâfuktur. İleride başka bir mecmuada neşredileceğinden, buraya derc edilmedi." (Age, s. 427)

* Sultan II. Mahmud devrinin mahiyetine dair bilgi kaynağımız, işte bu Sekiz Remiz'li eserin "Dördüncü Remiz"inde yer alıyor.

* Dördüncü Remiz'in bir diğer ismi de Kevser Sûresinden mülhemen "Kevser Risâlesi" olup "Sırr–ı İnnâ A'teyna"ya dairdir.

İşte, bu sekiz kat perdeli eserde, Sultan II. Mahmud devrinde zuhûr eden hadiselerin mahiyeti hakkında, ana hatlarıyla şu mânâ ve mesajlar nazara veriliyor:

1) 1808–9 yıllarında (Hicrî 1222...) Yeniçerilerin içine giren mason komitacıları, Yeniçeri Ocağını ifsat ederek, onları Hilâfete karşı isyana kışkırttı.

2) Yeniçeri Ocağını ıslâh etmeye çalışması gereken Halife Sultan Mahmud ise, Yeniçerileri kurban (venhar) etmeye mecbur kaldı.

3) Halife Sultan'ı şaşırtanlar, 1808'deki (1222) denemesinde başarısız kaldı; ancak, 1826'da (1242) neticeye ulaştı. Yani, orduyu kullandılar ve Ocağı söndürdüler. (Bu tarihten (Hicrî) yüz sene sonraki yıllarda da benzer hadiseler yaşandı. Mason komitelerinin kışkırtmasıyla, Hareket Ordusu 1909'da (1324) Halife'ye karşı isyan etti. 1924'te (1341–2) ise, Hilâfet makamı lağvedildi.)

4) Yeniçeri'yi kurban eden (yani "venhar"ı yapan) kişi, zahirde Halifedir. O ise, vekil–i Nebevî'dir. Fakat, asıl failleri göstermek lâzım. Bu da, mason komitesi ve Yeniçeri'nin içine giren fesat şebekesidir.

* * *

Bu ve benzeri tahlillerden istihraç ettiğimiz mânâyı nazara vermek gerekirse, şunları söylemek mümkün:

Bilerek ve kasten, yani şuurî ve kasdî olarak bu fenalıkları (Yeniçeri Ocağını söndürme, kılık–kıyafet inkılâbını yapma, vesaire...) yapmamış.

Belki, dip dalgası halinde cereyan eden fesat odaklarının maksat ve faaliyetlerini tam derk edemediği için, bu derece sert ve kanlı icraatlerde bulunmaya kendini mâzur ve mecbur hissetmiş.

Dolayısıyla, onun durumu da bir derece torunu olan Sultan II. Abdulhamid'in durumuna benziyor. Kendisi iyi bir insan olmakla beraber, tatbik ettiği istibdat siyaseti fenâdır. Hak ve adâlet namına savunulamaz.

Bu açıdan bakınca, Sultan Abdulhamid'e "Kızıl Sultan" demek ne derece yanlış ise, Sultan II. Mahmud'a bazılarının yakıştırmış olduğu "Gàvur Padişah" tâbiri de o derece yanlış ve yersizdir.

NOT: Yukarıda ismini zikrettiğimiz "Kevser Risâlesi"nin Latince matbu nüshasını bizden talep etmeyiniz. Aslı piyasada yok. Var olanlar da, eksik, kifayetsiz ve ehliyetsiz eller tarafından hazırlanmıştır. Orijinali Osmanlıca elyazması olup tıpkı basımı müellifi tarafından men'edilmiştir. --------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

OKUDUKÇA

SELİM GÜNDÜZALP - [email protected]

DUA

Allah’ım hiç liyakatimiz olmadığı halde, bizi insanların ebedî ihtiyacına ve hizmetine koşturduğun için ve böylesine güzel bir yol ile şereflendirdiğin için, sana alıp verdiğimiz her nefes adedince hamd-ü senalar ve şükürler olsun. Ve kim ki bu hizmete ait bir kitabı, dergiyi almış, okumuş hayatında bir zerrecik değişiklik yaşamış, duygulanmış ve bizim dünyamıza dost olmuş, komşu olmuşsa, ister hayatta, ister mezarda o kişileri de bütün sevdikleriyle beraber dualarımıza katıyoruz. Rabbim kabul et. Kerem et, lûtfet. Allah’ım gayemiz Senin o yüce adını bilgiyle, yayın yoluyla yüceltmek, Seni sevdirmek, sevgini uyandırmak bütün kalplerde. Başka da bir beklediğimiz yok bu fani dünyada.

RAGIP PAŞA’DAN

“Ragıp müdâhâneyle riyadır zamanede

Dünyayı sanma cevr ü sitemdir harâb eden”

(Ey Ragıp! Sanma ki dünyayı harap eden; (kişilere yapılan) eziyet ve sitemlerdir. / Dünyayı harap eden (asıl uygulama), zamane insanlarındaki yaltakçılık ve gösteriş merakıdır.)

‘ŞÜKRETTİKÇE BAHTİYAR OLURUM’

Reşit Halit Gönç, 1930’larda başladığı ve sonradan kitaplaşan “Babıali’nin Hatıra Defteri” isimli üç ciltlik dev anketine, 1960’lı yıllarda da devam eder. Gazeteci ve tiyatro eleştirmeni Kâmi Suveren, 1958 yılında Reşit Halit’e cevap verirken Şairliğini konuşturur:

Ne bahtıma küserim, ne sitemkâr olurum,

Allah’a şükrettikçe ben bahtiyar olurum.

ANLA(T)MAK

Gölde yaşayan bir kurbağaya, okyanusu anlatmanız imkânsızdır. Bir yaz böceğine de buzu...

Chuang Tzu

NEFSİ MEŞGUL ETMELİ

Nefsi yapılması gereken bir şeyle meşgul et. Aksi takdirde o seni, yapılmaması gereken bir şey ile meşgul eder.

Hüseyin bin Mansur

MEYVESİ OLMAYAN DAL

Haktan korkmayanın sohbetinden kaç

Kanaatsız, doymaz her dem gözü aç

Dünya bir bahçedir, insan bir ağaç

Meyvesi olmayan dala acırım.

Âşık Hüdaî

OKÇU HEDEFİNİ ŞAŞIRDIĞINDA...

Bir okçu hedefini şaşırdığında dönüp kendine bakar. Hedefin vurulamaması hedefin suçu değildir. İsabetini arttırmak için insan kendini geliştirmelidir.

Gilbert Arland

ALLAH’A EMANET

Abdülhak Hamit Tahran, vefatından önce, eşi Lüsyen Hanım’ı aşağıdaki mısralarla Allah’a emanet ediyor:

Allah’a seni emanet ettim;

Ettim seni Allah’a emanet..

Seni Allah’a emanet ettim;

Seni ettim Allah’a emanet..

TÜRKİYE TARİHİ

Aziz vatanımda, işlerin nasıl başladığını ve gevşeyip gittiğini az çok bilirim. Türkiye III. Ahmet’ten beri daima yeniden başlar.

Ahmet Hamdi Tanpınar (Mehmet Kaplan’a yazdığı bir mektuptan)

“BEYNİMLE!”

Ünlü ressam Orten’e sordular: “Renklerinizi nasıl karıştırıyorsunuz?”

“Beynimle” cevabını verdi.

EVLİLİK

Evlilikte başarı, yalnız aranan kişiyi bulmakta değil, aynı zamanda aranan kişi olmaktır.

Foster Wood

HER ŞEY BİR KELİME

Bütün, hayvanat ve nebatat birer kelime-i tesbihfeşan sûretinde arz-ı didareder.

Bediüzzaman, Sözler, s. 399

KIL, ANADAN DOĞMA BENİ

Günahkârım, aciz kulum

Kırıldı kanadım kolum

Senden geldim, sana yolum

Kıl anadan doğma beni

Abdullah Satoğlu, Dilek.

Gül açmış yazması

ANNEM

Barışmış yüreğinde sabırla özlem

Önce cümleye, sonra bize duası

Bir gurbet dönüşü içilen çayda

Bin yıllık huzuru demlemiş annem

Yahya Akengin

DEFİNEYE MALİK VİRANELER

Harabat ehlini hor görme zâhid;

Defineye mâlik vîraneler var!...

Erzurumlu İbrahim Hakkı Hz.

ÖLÜM ŞEKER GİBİ TATLI

Can değil mi ki Sen alıyorsun,

Ölüm şeker gibi tatlıdır.

Ölüm seninle olduktan sonra,

Tatlı candan da daha tatlıdır.

Mevlânâ

HAYAT VE ÖLÜM

Tam yaşayayım ki Rabbim, ölüm de bana tam uysun.

Tagore

YAZARI OKUMAK

Bir yazarı okuma biçiminizi ancak bir başka yazar değiştirebilir.

Oğuz Demiralp

OKUMA ÖZÜRLÜLER

Biz insanız.

Bize insanlığın acılarına gülmek yakışmaz.

İnsanlığın acılarına üzülmek yakışır.

Demokritos

KUR'ÂN TİLÂVETİ

Ümmetimin en faziletli ibadeti, Kur’ân tilâvetidir.

(Kütüb-ü sitte muhtasarı)

OKUMAK

Bir ülkede okumaya karşı istek artmadıkça, gaflet ve bundan doğacak felâket azalmaz.

B. Franklin

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Sonsuzluk ağacı

OSMAN KANAT - [email protected]

Kupkuru bir heyecanla yazıyorum bugün. Ayrılıklara kızarcasına, başlangıçlara bitişlere ve hıçkırık seslerine… Kızarcasına yağmurun bulutlardan ayrılışına… Sonsuzluk ağacı gibi, sana koşuyorum geceler, gündüzler boyu. Henüz gece yarısı, kış ortası, dört duvar arkası, yollar buz, dereler boyu sular, dağlarda kar var, fırtınalı yollar ve daha nice zorluklar… Dağları aşıp koşuyorum sana. Geceyi yarıp geliyorum sana, kışı kandırıp, baharı alıp varıyorum yanına. Dört duvar kalıyor arkamda, dört mevsimi alıp geliyorum sana, ayağım kayıyor, düşüyorum…

Gördüm seni düşünce

Sonsuzluk ağacının gölgesinde

Kır çiçeği, hayat ve deniz gözlü

Mevsim bahar orada

Üçü de benim yanımda

Ve düşer ağacımın dalından

Sonsuzluk ağacımın meyvesi

Seninle bin ömür eder…

Gördüm seni düşünce

Tılsım vardı, parlıyordu seninle

İnanamıyorum!

Gece, fırtına, kar, buz

Kış, dört duvar ve sular

Eridi gitti, sanki tuz…

Gördüm seni düşümde

Bekledin, gelemedim düşünce

Yürüdüm yürüdüm yürüdüm

Yollar tükenmedi önümde…

Gördüm seni gidince

Oysa gündüzüm değil, bin ömrümdün…

Kaybedince gördüm…

Düştüğüm yerdeyim hâlâ, direniyorum, ama beceremiyorum. Ellerinizi uzatmanızı bekliyorum. Seni bekliyorum, sizi bekliyorum, toprağım yağmuru bekliyorum, öğrenciyim öğretmenimi bekliyorum, baharım

yazımı bekliyorum, âşığım maşukumu bekliyorum, bir harfim arkadaşlarımı bekliyorum, buzum atılacak tuzu bekliyorum. Kışım yağacak karı, Ay’ım güneşin gidişini bekliyorum. Yalnızım, sonsuzluk ağacını arıyorum. Yollardayım, köşeleri gözlüyorum… Seni özlüyorum, sonsuzluğu arıyorum… Düştüğüm yerdeyim. Tepelerden, derelerden, gecelerden ötelerde, bir yerlerdeyim… İzini arıyorum… Üşüyorum…

Güneş Ay’ı kovaladı

Yollar suları…

Elimi tutuyorsun

Geri gelmişsin… İnanamıyorum…

Son bulmaz bir an buldum

Sen de ben, cenneti buldum

Leylalar ve Mecnunlar da burada

Koşar adım geliyorum seninle

Bırakma beni ne olur ama

Deniz, sonsuzluk ve nehir

Ruhumda takip ediyor beni

Uyanıyorum Allah’ım

Ne olur gitme

Yalnız bırakma beni

Bir hayal dünyasında

Bin bir bilinmez halde

—buldum kendimi…

Her çıkmazda birilerini, bir şeyleri arar yüreğimiz. Çıkmazlıkların tabiatı gereği… Bütün çıkmazlarımızda, zorluklarımızda; elinizi uzattığınızda kimi bekliyorsanız, o tutsun elinizi… Sonsuzluk âleminde, sonsuz mutluluk kaynağınız, sizin hayatınız ve ebedî sevdanız, ebedî sevdalar ve ebedî sevdam…

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Ya Resulallah

BEYDA ÖZSOY

Bir an dahi çıkmıyorsun aklımdan gül Nebim...

Karanlık bir boşlukta, akıp giderken zaman;

Sen her saniye benimlesin ...

Kalbim Sana inanmış olmanın,

Sana tabi olmanın sevinciyle; Allah için çarpıyor...

Sevdanın bulunduğu o en güzel yerdeyim;

Sendeyim ya RESULALLAH...

Ey güzel sevgili; hasretim Sana, gül kokuna, gözüne, kaşına...

Secdeye her baş vuruşumda, gözlerimi her yumuşumda;

Seni görebilmenin arzusuyla yanıp tutuşuyor gönlüm...

Gözlerim seni görebilmek için, yaşlı yaşlı bekliyor ya RESULALLAH...

Çok seviyorum seni ya RESULALLAH...

Ne güzel şey seni sevmek...

Haram sevmekle helâl sevmek bir olur mu hiç?

Bir sana bağlandım ya RESULALLAH...

Bu gönlü bana verenden ve içine senin aşkını serenden;

Senli cenneti istiyorum ya RESULALLAH...

Gönlü Allah sevgisiyle dolu olanlar; bir gün bir yerde mutluka buluşurlarmış...

Söz veriyorum o ana dek hep senin istediğin gibi kalacağım...

Ve dünyanın yüzüne hiç mi hiç bakmayacağım...

Birgün; o yerde görüşmek üzere inşallah ya RESULALLAH..

İnşallah ya RESULALLAH inşallah...

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

14.02.2010

 
Sayfa Başı  Geri


Önceki Elif Eki

  (06.02.2010) - ‘Onu müellifi sipariş verdi’

  (30.01.2010) - Sultan II. Abdulhamid'i doğru anlamak

  (24.01.2010) - Kur’ân’ın dört esası: Hayat yolculuğunda yol haritamız

  (18.12.2009) - ‘BEN BİR CANIM AMMAA!’

  (11.12.2009) - ÇIĞIR AÇAN BİR ANSİKLOPEDİNİNHİKÂYESİ

  (04.12.2009) - Kimin cenazesini taşıyacağımı Urfa'da öğrendim

  (20.11.2009) - ‘Yetimler babası kahraman Kâzım Karabekir’

  (13.11.2009) - Eşi Zarife Canan, İbrahim Canan'ı anlatıyor:

  (06.11.2009) - “Kayıp” değil; geçici firak...

  (30.10.2009) - “ATATÜRK’Ü KORUMA KANUNU”NA ADNAN MENDERES DE MUHALİFTİ

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim oktay usta yemek tarifleri Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl