18 Şubat 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Röportaj

UMUT YAVUZ

AB reçetesine ihtiyacımız var

Ankara Üniversitesi Avrupa Topluluğu Araştırma ve Uygulama Merkezinin AB Uzmanı Erhan Akdemir, “AB müktesebatı bizim için bir reçetedir. Bu reçeteyi uygulayan ülkeler ciddî bir atılım ve gelişim göstermişler. Türkiye’nin de demokrasi anlamında, sosyokültürel anlamda, ekonomik anlamda bu reçeteye ihtiyacı var” dedi.

AB reçetesine İhtiyacımız var

Avrupa Birliği konusunda ciddî bir bilgi eksikliği sözkonusu. Türkiye-AB ilişkilerinin tarihini kısaca özetleyebilir misiniz?

Türkiye Avrupa Birliği ilişkileri 1959 tarihine kadar gidiyor. O zamanki ismi olan Avrupa Ekonomik Topluluğu’na başvurumuz ile başlayan bir süreçtir. Her ne kadar 1959 yılında başlasa da esasında 1963 yılında imzalanan Ankara Antlaşması ile, Türkiye-AB ilişkileri hukukî bir temele dayanmaya başlamıştır. Bizim bugün devam etmekte olduğumuz tam üyelik müzakere sürecinin bütün hukukî temelleri de bu 12 Eylül 1963 tarihli Ankara Antlaşması’dır. Ankara Antlaşması’ndan sonra, Türkiye’de o yıllarda yaşanan iç siyasal gelişmeler sebebiyle dönem dönem ilişkilerin kesilmesi, yeniden başlaması şeklinde, 1980’lere kadar devam ediyor. Kısaca 80’li yıllara geldiğimizde, 1987 yılı Türkiye açısından oldukça önemli. Çünkü 14 Nisan 1987 yılında Türkiye, o zamanki ismiyle Avrupa Topluluğuna tam üyelik başvurusunda bulunuyor. Bu, içinde bulunduğumuz merkez açısından da çok önemli, zira bizim merkezimiz de 14 Haziran 1987 yılında kurulmuştur. Amacımız da Avrupa Topluluğu ile bütünleşme yolunda kamu kurum ve kuruluşlarına eğitimler vermek olarak belirlenmiş ve bakanlar kurulu kararıyla kurulmuştur. 1987’den sonra ise Avrupa Komisyonu’nun görüşlerine bakarsanız, “Türkiye ilerde ehil olabilir” şeklinde bir yaklaşım görünüyor. Daha sonra ise 1997 yılına geliyoruz. Bu yıl da ilişkiler açısından çok mühim bir yıl. Zira AB’nin 1959 yılından bu yana bir genişleme süreci yaşaması, bu arada doğu bloku ülkelerinin çöküşü ve yeni bir uluslar arası planın ortaya çıkması sözkonusu. Doğu Avrupa ülkelerinin çökmesiyle yeni ülkeler ortaya çıkıyor. 1993’te Avrupa’da Kopenhag kriterleri belirleniyor. Bu kriterler aslında Avrupa Birliğinin yakın zamanda genişleyecek olmasının habercisiydi. Bu genişlemenin kriterlerini ortaya koyuyordu denebilir. İşte bugünlerde çok tartıştığımız “hazmetme kapasitesi” meselesi de Kopenhag Zirvesi’nde ortaya konulmuş bir meseledir zaten. 1997’de ise bir genişleme raporu yayınlanıyor. Bu raporda ilk kez Türkiye genişleme süreci içerisinde anılıyor, ama aday ülke olarak zikredilmiyor. 1999’da ise Helsinki Zirvesi’nde Türkiye nihayet aday ülke ilân ediliyor. Aslında 1997 ile 1999 arasında Türkiye’de ciddî bir değişim yaşanmıyor, ama uluslar arası konjonktürün değişmesi, Bosna’daki savaşta Türkiye’nin askerî gücünün etkisinin artması vesaire bütün gelişmeler Türkiye’nin statüsünü etkiledi ve nihayet aday ülke olduk. Türkiye aday olduktan sonra, diğer ülkelere nasıl muamele edildiyse Türkiye’ye de öyle muamele edilmesi gerekiyordu. 1998’deki Cardiff Zirvesi’yle birlikte Türkiye ile ilgili her yıl ilerleme raporları yayınlanmaya başlandı. 1999 ile 2002 yılları arasında, o dönemdeki siyasî irade bir çok uyum paketi çıkarttı mecliste. Gerçekten Türkiye o dönemde demokratikleşme anlamında ciddî bir ivme kazanmış oldu. 1999’dan sonraki süreçte artık Türkiye aday ülke ilân edilmişti ve bir an önce müzakerelere başlayan ülke statüsüne gelmesi gerekiyordu. Avrupa Birliği de bize şöyle demişti: Eğer müzakerelere başlamak için ilgili Kopenhag kriterlerini yerine getirirseniz müzakerelere başlayacağız. 1999’dan 2004 yılına kadarki süreçte de biz hep bu Kopenhag kriterlerini uygulamaya çalıştık. Türkiye bu beş yılda ciddî bir motivasyonla önemli bir reform süreci yaşadı. Bunun sonucunda da 3 Ekim 2005’te de müzakerelere başladık. Bundan sonra Türkiye müzakerelere başlamış tam üyelik sürecindeki bir ülkeydi. AB tarihinde, hiçbir ülke müzakerelere başlayıp da yarı yolda kalmamıştır. Türkiye bu psikolojiyle müzakerelere başladı. Kısa zamanda bütün işlerin bitmesi ve tam üyeliğe kavuşulması en büyük beklentiydi. Ama ne olduysa oldu Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri olumsuz anlamda etkilenmeye başladı. Bunun en somut örneği “tam üyelik” şeklinde sonlandırılması beklenen bir müzakere süreci yerine “imtiyazlı ortaklık” gibi fikirler ortada dolanmaya başladı.

Ne oldu da işin rengi birden değişiverdi?

Şunu itiraf etmemiz gerekir ki Türkiye 3 Ekim 2005’te müzakere süreci başladıktan sonra reformlara ciddî anlamda eğilmemiştir. Diğer nokta ise AB tarafından kaynaklanan olaylardı. Bir tanesi AB ciddî bir dönemeç ve krize girdi. Bu bir anayasal krizdi. Biliyorsunuz Lizbon Anlaşması’nın bir bir Avrupa ülkeleri tarafından red edilmesi ciddî bir krize yol açtı. Ta ki bu süreç, geçtiğimiz yıl içerisinde en son İrlanda’nın da Lizbon Anlaşması’nı onaylamasına kadar devam etti. Ancak bunun hemen ardından bu sefer AB küresel bir krizle yüzleşmek zorunda kaldı. Bu krizde ise günah keçisi ilân edilenler; yabancılar, göçmenler ve ötekileştirilenler oldu. Somut anlamda ise Türkler oldu. Yani Avrupa ülkelerindeki hükümetler ekonomik kriz ile mücadele edemeyince, suçu kolaycılığa kaçarak göçmenlere yıkmaya çalıştı. Popüler siyaset yaptılar. Sözgelimi Sarkozy cumhurbaşkanı olduğunda adeta göçmenlere karşı bir savaş ilân etti. Almanya ve Avusturya’da da benzer gelişmeler yaşandı. Yani Avrupalının cebindeki euroların azalmasının sorumluluğu Avrupa’ya dışarıdan gelenlere yıkılmaya çalışıldı.

Peki bu arada Türkiye üzerine düşen herşeyi

yerine getirdi mi?

Şimdi tabiî ki Türkiye’nin de Avrupa’nın elindeki bazı kozları elinden alması gerekiyordu. Ne diyor Avrupa? Türkiye, Avrupa Birliği’ne girmek için gereken kriterleri yerine getirdiği takdirde üye olacaktır. Bu noktada, Türkiye bu konuda samimî mi diye bir soru sormamız gerekiyor. Evet Türkiye bir devlet politikası olarak AB üyeliğini benimsemiştir. Ama 1999 yılına kadar bu anlamda ciddî adımlar atmamıştır. 99’dan 2004’e kadar ise Türkiye çıkarmış olduğu uyum paketleriyle imajını ve durumunu olumlu yönde değiştirdi. Yani esas reform süreci 1999’da başladı, 2002’de ise tek başına iktidardan sonra biraz daha ivme kazanmış oldu. Eğer bu reform süreci devam ettirilebilseydi herşey çok farklı olurdu. Sözgelimi dokunulmazlıklar kalkmadı, seçim barajı ve seçim sistemi düzenlenmedi, vs vs... Mevcut siyasî irade bu işin üzerine pek fazla gitmedi. 2005’ten sonra ciddî bir güvensizlik ve yavaşlama ortamına girildi. Halkımızda da Avrupa Birliği’ne karşı bir güvensizlik oluştu. Siyaset biliyorsunuz oy işidir. Dolayısıyla iktidar partisi de buna göre bir tavır takınmayı tercih etti. Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye karşı çifte standart diyebileceğimiz bazı tutumları neticesinde, Türkiye’de olumsuz bir hava oluştu. Avrupa’da Türkiye'yi dışlamak isteyenlerin de amacı buydu aslında. Türkiye’nin üstüne gidelim ki, Türkiye kendi iradesiyle masadan kalksın. Bakın burada Avrupa’nın bir kısmından bahsediyorum, bütününden değil, bu ayrımı iyi yapmak lâzım. Şimdi bizim son yaptığımız bir ankette Avrupa Birliği’ne girmek isteyenlerin oranı yüzde 55,3 olarak karşımıza çıkarken, güvensizlik oranı ise yüzde 83... Bu çok önemli bir sonuç. Biz girmek istediğimiz bu birliğe güven duymuyoruz... Burada Türk halkının aslında AB değerleri ile bir sıkıntısı olduğu söylenemez. Evrensel değerlerle bir sıkıntısı yok. Asıl sıkıntı çifte standart uygulamalarıyladır.

Bunlar elbette moral ve motivasyonla alakalı

meseleler. Ancak bir de işin teknik bir tarafı var. Müzakere süreci teknik olarak nasıl bir prosedür içeriyor?

Müzakere süreci dediğimiz süreç aslında tam anlamıyla bir müzakere değildir. Yani bir alış veriş meselesi değildir. Zira müzakere ettiğimiz kurum Avrupa Birliği ve bunun kendine ait bir müktesebatı var. Biz yaklaşık 100 bin sayfalık bu müktesebatı uygulamakla mükellefiz. Bu müzakereler 35 fasıldan oluşuyor. Biz bu fasıllarda bütün AB müktesebatını ülkemizde uygulayacağız. Bunun pazarlığını yapamayız. Müktesebatı değiştirme gibi bir seçeneğimizde yok. Burada müzakere edilen bu müktesebatın uygulama takvimidir. Çünkü bu uygulama aynı zamanda bir maliyet getirmekte. Dolayısıyla ne kadarının müzakere sürecinde, ne kadarının ara geçiş döneminde ve ne kadarının tam üyelikten sonra uygulamaya geçileceği müzakere edilmektedir. Şimdi 2004 yılında üye olan 10 ülke ne yaptı? Bütün mevzuatlarını tamamen kaldırarak, AB müktesebatını uygulamaya başladı. Dolayısıyla müzakere süreçleri kolay geçti. Ancak biz büyük bir ülkeyiz ve AB müktesebatına adaptasyonumuz zaman alıyor. Şimdi biz tarama sürecini geçtik ve katılım müzakereleri sürecine başladık. Yani iki müktesebat yanyana getirildi ve karşılaştırıldı. Şimdi ise fasıllara başlıyoruz. Bir faslı açtık ve geçici olarak kapatıldı. Şimdi bizim bir müzakere faslını açmamız için 27 tane ülkenin onayı gerekiyor. Başlığın kapanması için de aynı şey geçerli. Çünkü AB içerisinde oy birliği ilkesi geçerli. Ayrıca bir başlık için gereken oybirliği, bütün başlıklar açılıp kapandıktan sonra, müzakerelerin tamamen kapanması için de gerekir. Yani bütünü için de bir oybirliği ve onay sözkonusu. Meselâ çevre başlığındaki müzakere sürecini kapattık diyelim. Bu geçici bir kapatmadır. Zira bütün fasıllar bitmeden, hepsi kalıcı olarak kapanmış sayılmıyor. Şu anda bizim geçici olarak kapattığımız başlık sayısı sadece bir. Sekiz tane başlığımız ise askıya alınmış durumda. Ayrıca beş başlığımız da veto edildi.

Bu Türkiye açısından çok karamsar bir tablo değil mi?

Aslında bütün bu askıya almalar ve vetolar siyasî kararlardır. Teknik anlamda yapılması gereken müzakere süreci aslında siyasî bir yön taşıyor. Yani siyasî olarak önümüze çıkarılan engellerden ibaret. Bütün bu olumsuz görünen tabloya rağmen Türkiye masadan küsüp kalkmamalıdır. Yarın bir gün, bütün bu siyasî konjonktür değişir ve başlıklar bir bir ve hızlıca açılıp kapatılır. Türkiye o konjonktüre varılana kadar, hazır hale gelmelidir. Bütün ilgili bakanlıklar bu anlamda çalışmalarını devam ettirmelidir. Bu çok önemli bir noktadır. Türkiye’nin bu işi ciddî anlamda sahiplenmesi gerekiyor. Bu AB müktesebatı sonuçta bizim için bir reçetedir. Bu reçeteyi uygulayan ülkeler ciddî bir atılım ve gelişim göstermişler. Türkiye’nin de demokrasi anlamında, sosyo-kültürel anlamda, ekonomik anlamda bu reçeteye ihtiyacı var. Avrupa’nın da aslında Türkiye’ye ihtiyacı var. Türkiye öyle bir ülke ki, ne olursa olsun AB bizden vazgeçemez. Enerji yolları açısından, askerî müttefik olması açısından, ekonomik güç açısından ve daha bir çok açıdan Türkiye AB’nin vazgeçemeyeceği, elinin tersiyle itemeyeceği ülkelerden biridir. Bu bir konjonktür meselesi. AB kışın daha da dondukça, enerji açısından daha da sıkıntıya girdikçe, AB’nin Türkiye’ye yaklaşımı değişecektir. Öte yandan bugün Orta Doğu’nun kalbine kadar inmiş bir Amerika’dan söz ediyoruz. Rusya, Çin, Hindistan bu bölgelerde ciddî bir etkinlik içinde. Bu açıdan bakınca Avrupa Birliği kendine şu soruyu soracaktır: Bir küresel güç mü olacağız, yoksa bir bölgesel aktör olarak mı kalacağız? Bugün AB küresel bir aktör olmak istiyorsa, bunun yolu Türkiye’den geçmektedir. Türkiye’ye ihtiyacı vardır. Aynı şekilde işgücü ve genç ve kalifiye eleman ihtiyacı bakımından da Türkiye’ye ihtiyacı var. Bütün bunlar toplandığında AB’nin Türkiye gibi bir açılıma ihtiyacı var. Türkiye bu noktada akıllı davranmalı. Biz genç nüfus, genç nüfus diyoruz, ama gençlerimizin ne kadar vasıflı ve AB’nin ihtiyaç duyduğu özelliklere sahip olup olmadığını bakmamız lâzım. Bu da ciddî bir sıkıntıdır. Gençlik adeta bir bombadır. Eğer doğru yönlendirilir ve kullanılırsa fayda görülür, ama tersi durumda elimizde de patlayabilir. Dolayısıyla bizim de AB standartlarında bir kalifikasyona sahip olmamız gerekiyor. AB bizi bünyesine aldığı zaman, bizi bir yük olarak değil de, yük almaya gelen bir ülke olarak görmesi lâzım. Bu açıdan AB’yi korkutmamamız lâzım. Eğer AB bizi bu şekilde bulursa ve ihtiyaçları da göz önüne alındığında, bizi kırmızı halılarla karşılayacaklardır. Ama önce üzerimize düşenleri yapmamız lâzım. Boş durursak bu fırsatı kaçırırız. AB sunduğu fırsatlar ve reçeteler açısından Türkiye için en iyi alternatiftir.

Avrupa Birliği’nin merkezi Brüksel mi, Vatikan mı?

Yekpare bir Avrupa Birliği’nden bahsetmemiz imkânsız. AB’nin iki tarafı var. Biri Hıristiyan Demokrat ağırlıklı bir Avrupa. Bir de sosyal demokrat ya da yeşil diyebileceğimiz, daha evrensel değerlere atıfta bulunan bir Avrupa. AB’yi kültür ve din eksenine ve kalıbına sokanlara göre Avrupa Birliği bir kültür ve din birliğidir. Doğal olarak burada bir Hıristiyanlık vurgusu yer alıyor. Bu çerçevede zaten Türkiye’ye yer olması düşünülemez. Ama bu kanat tek başına AB’yi temsil ediyor mu? Hayır... Gelelim ikinci kısma. Bunlar AB’nin evrensel değerlerine atıf yapıyor. Demokrasi, insan hakları, hoşgörü gibi... Bizim için önemli olan Kopenhag kriterleridir diyor. Eğer bir aday ülke Kopenhag kriterlerini yerine getirirse, tam üye olabilir görüşünü savunuyor. Bunlar için de din mefhumu yine önemlidir, ama birliğin kriterleri arasında yer almamaktadır. O yüzden de Türkiye’nin AB içerisinde yer almasını onaylıyor. Tabiî ki bu kısım da Avrupa’nın tamamını tek başına temsil etmiyor. İşte konjonktür farkları bu sebeple ortaya çıkıyor. Meselâ Sarkozy, Türkiye AB’ye üye olamaz diyor. Çünkü Sarkozy’nin ya da Merkel’in veya onun gibi tarafların kafasındaki Avrupa dinî temellere dayanan bir Avrupa’dır. Bu mânâda Chirac Fransası ile Sarkozy Fransası, yahut Schroder Almanyası ile Merkel Almanyası arasındaki temel farklılıklar da bundan kaynaklanmaktadır. Biri Türkiye’ye daha yakındır, diğeri ise alabildiğine uzaktır. Bugün Avrupa’nın Fransa, Almanya, Avusturya gibi önemli ülkelerinde bu Hıristiyan değerlere atıf yapan liderler karar alıcı mekanizmaların başında olduğu için, Türkiye karşıtlığı bugün daha çok ön planda. Ama Avrupa Komisyonu’na bakarsanız, evrensel değerleri savunan, Kopenhag kriterlerini önceleyen bir yapı ön planda olduğu için daha farklı bir tablo görürsünüz. Türkiye bu anlamda arada sıkışmış durumdadır.

İlerleyen yıllarda üye olacağımız bir Avrupa Birliği kalmayabilir deniyor. Siz nasıl yorumluyorsunuz bu öngörüyü?

Avrupa genişleme ve derinleşme yorgunudur. Ciddî bir ekonomik buhrandan çıkmıştır. Ama bu AB’nin parçalanacağı anlamına gelmez. Ortada Avrupa Birliği kalmayacak şeklindeki görüş tamamen yanlıştır. Sözgelimi Lizbon Anlaşması onaylanmamış olsaydı, belki AB bir yıkım sürecine girebilir denilebilirdi. Çekirdek Avrupa modeline dönebilirdi. Ama bugün Lizbon anlaşması, siyasî bütünleşmeyi daha da perçinleştirdi. Dediğimiz gibi bir genişleme yorgunluğu ve bütünleşme sıkıntısı vardı. Ama şimdi AB bu ikisini de geride bırakmanın arefesinde. Küresel kriz sıkıntısı da bir fırsata dönüşebilir. İklim ve konjonktür Türkiye’nin lehine döndüğü anda AB üyeliğimiz daha da kolaylaşacaktır.

Son zamanlarda halkımızın AB’ye olan güveninin azalmasının altında yatan sebepler neler olabilir?

Türkiye’de Avrupa Birliği konusunda derin bir bilgi eksikliği var. Nasılki Avrupa’da Türkiye konusunda bir bilgi eksikliği, ön yargı varsa, Türkiye’de de ciddî bir bilgi eksikliği sözkonusu. Çifte standartlı uygulamalar, önyargılar ve bilgi eksikliği birleşince Türk halkı AB’ye karşı ciddî bir güvensizlik hissediyor. Şimdi yüzde ellinin üstünde bir destek, ama yüzde 80’nin üzerinde bir güvensizlikten bahsediyoruz. Türkiye-AB ilişkileri arasındaki en önemli sorun nedir diye sorulduğunda ise, yüzde 33 civarında “din ve kimlik farklılığı” cevabı ortaya çıkıyor. Bu Avrupa Birliği’nin yapısı konusundaki bilgi eksikliğinden kaynaklanıyor.

Yayınlanan son AP raporunu nasıl

değerlendiriyorsunuz?

Avrupa Parlamentosu raporu bağlayıcı bir rapor değildir. Tavsiye niteliğinde bir rapordur. Şimdi bu raporlar Türkiye-AB ilişkilerini ne kadar etkiler, ne kadar etkilemez o ayrı bir tartışma konusu. Ama içeriği açısından düşündüğümüzde, özellikle Kıbrıs paragrafları Türkiye’yi ciddî anlamda rahatsız eder nitelikte. Bunda işte Avrupa Birliği’nde Türkiye’yi masadan kaldırmak isteyen lobinin etkisi sözkonusudur. Bu rapor bence hakkaniyete ve hukuka uygun değildir. Gerçek mânâda Avrupa Parlamentosu’nun da görüşlerini yansıtan bir rapor olmamıştır. Raporun içeriği sağlıklı ve dengeli değildir. Bu anlamda bizim lobicilikte ne kadar geride olduğumuz anlaşılıyor. Çünkü bu raporu kaleme alanlar Avrupa’da Türkiye karşıtlarının lobicilik faaliyetlerinin etkisiyle bunları yazmaktadır. Biz kendi tezlerimizi ve görüşlerimizi bu etkinlikte anlatmakta ne yazık ki yetersiz kalıyoruz.

UMUT YAVUZ

18.02.2010

 
Sayfa Başı  Geri


Önceki Röportaj

  (17.02.2010) - “SENİ BİR YILDIR TAKİP ETTİRİYORUM”

  (15.02.2010) - Devlet törenlerden yönetiliyor

  (08.02.2010) - Said Nursî derin izler bıraktı

  (03.02.2010) - DÖNÜP DOLAŞIP ORAYA GELDİK

  (02.02.2010) - ‘Belediyeler hizmet yeridir’

  (01.02.2010) - Türkiye’de ‘Helâl Gıda’ sertifikasının olmaması büyük kayıp

  (27.01.2010) - Risâle-i Nur’daki iktisadî prensipler huzurun ve mutluluğun anahtarı

  (25.01.2010) - Kemalist milliyetçilik sonun başlangıcında

  (20.01.2010) - KISMî DEĞİŞİKLİKLER ÇÖZÜM DEĞİL

  (18.01.2010) - BEDİÜZZAMAN ŞİDDETİ ENGELLEDİ

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim oktay usta yemek tarifleri Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl