28 Temmuz 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Görüş

Demokratik açılımda dinî boyut

Yrd. Doç. Dr. Atilla Yargıcı Harran Üniversitesi Öğretim Üyesi

“Enbiyanın ekseri Şarkta ve hükemanın (Fiozofların) ağlebi (ekseriyeti) Garpta gelmesi kader-i ezelînin bir remzidir ki, Şarkı ayağa kaldıracak din ve kalbdir, akıl ve felsefe değil.”

“Milletin kalp hastalığı zaaf-ı diyanettir. Bunu takviye ile sıhhat bulabiliriz”

“Dinsiz bir millet yaşayamaz.”

Said Nursî

Biz Bir tarafımız Batıya dönük olsa da, aslında bir şark ülkesiyiz. Peygamberlerin büyük çoğunluğu Doğu’da gönderilmiştir. O halde Doğunun hamurunda din vardır. Bizim ülkemize bakalım. Halkının yüzde 99’u Müslüman olan bir ülkeyiz. Her ne kadar yıllarca despot bir zihniyet dini ve dinin ana kaynaklarını bu milletin sinesinden söküp almak için uğraşmışsa da, bunu başaramamıştır. Çünkü insanı dünyevî ve uhrevî mutluluğa sevk edecek dinin yerini, adı ne olursa olsun dünyevî bir ideojinin, bir izmin doldurması mümkün değildir. Ne komünizm dinin yerini alabilmiştir, ne sosyalizm, ne de Kemalizm. Çünkü bunlar, insanın fıtratlarının ihtiyacı olan dini dışlayan izimlerdir. Dini dışlayan bütün izimler, tarih sahnesinden bir bir silinmektedir.

Toplum mühendisliğine soyunan bazı derin mihraklar, bugüne kadar dinî görevlerini yerine getirmeye irtica, bunları yapanlara da “mürteci” damgasını yapıştırdılar. Fişlediler. Korku saldılar. Namaz kılanı, eşinin başı örtülü olanı devletin kurumlarından ve üniversitelerinden gözlerini kırpmadan attılar. Yandaş medyaya kamuoyunu yanıltan sahte haberleri servis ettiler. Terör ortamı oluşturmak için ellerindeki devletin imkânlarını kullandılar. Bu yaptıklarını kimsenin fark etmemesi için de, “irtica”yı hep gündemin başında tuttular. Ya da kendi oluşturdukları karanlık planlarla Müslümanların adına terör yaparak, sahte bir irtica tehlikesi oluşturdular. Ama son soruşturmalar, açılan dâvâlar, kabul edilen iddianameler gösterdi ki, namaz kılanlara, eşi tesettürlü olanlara ya da tesettürlü bayanlara “mürteci” damgası vurup haklarını gasp edenler, başka işlerin peşinde imiş.Ülkeyi kafese almak, karıncayı incitemeyecek kadar nazik olan insanların başına balyoz indirmek niyetinde imiş.

Bu durum bize şu gerçeği haykırıyor. Bu ülkeye dinden ve dindarlardan zarar gelmemiştir ve asla gelmez. Bu ülkeye samimî cemaat ve gruplardan zarar gelmemiştir ve gelmez. Ama iftira ve tuzaklarla, kaldıkları yerlere silâh ve bomba koyup onlara terörist gibi göstermek isteyen insanlar, bu planlarında başarılı olsalardı, bazı İslâmî cemaatler “terörist” damgasını yiyecekti. Ancak Allah buna müsaade etmedi. Bu ülkeye Risâle-i Nur mensuplarından hiçbir zaman zarar gelmemiştir. Risâle-i Nur Mensupları asayişi korumak için emniyet güçlerimizin gönüllü yardımcılarıdır. Samimî dindarlar bu ülkenin sigortasıdır. Dindar insanlar terörist değildir. Ama birileri tarafından öyle gösterilmek istenmektedir.

Müslümanların manevî hayatı dindir. Din olmazsa anarşi olur, o toplum idare edilmez. Bediüzzaman şöyle der, “Bu vatan ve milletin hayat-ı içtimaiyesini anarşilikten kurtarmak ve büyük tehlikelerden halas olmak için beş esas lâzım ve zarurîdir.

Birincisi: Merhamet, İkincisi: Hürmet, Üçüncüsü: Emniyet, Dördüncüsü: Haramdan çekinmek, Beşincisi: Serseriliği bırakıp, itaat etmektir.”

Bütün bunları dinden başka sağlayacak bir kurum yoktur.

Dinden ve samimî dindar insandan bu ülkeye zarar gelmemesinin sebepleri vardır:

Bunlardan birincisi: Dindar insanın kalbinde bulunan dağlar gibi imanıdır. Allah ve ahiret gününde hesap vereceğine imanıdır. Bu iman insanın kalbinde her türlü günahlara, hatalara karşı bir yasakçı meydana getiriyor. Başka hiçbir gücün meydana getiremeyeceği bir yasakçı. Bir insanda iman ne kadar kuvvetli olursa, bu yasakçı da o kadar güçlü olur.

İkincisi: Dindar insan, Allah’a hakkıyla kul olan insan, gerçek hürriyeti bilen ve koruyan insandır. Allah’tan başka kimseye kulluk yapmayan insandır. Bediüzzaman Said Nursî’nin söylediği gibi, “Hürriyet imanının bir hassasıdır. iman ne kadar artarsa hürriyet de o kadar artar.” Bu yüzden gerçek dindar bir insan başkalarının hürriyetlerini kısıtlayıcı davranışlarda bulunmaz. Başkalarına haksızlık etmez, zulüm etmez. Dindar bir insan, Said Nursî’nin ifadesiyle, “Hürriyet insanın kendisine de başkasına da zarar vermemesidir” der. Başkasına zarar vermediği gibi kendisine de zarar vermez. Yani, bilinçli bir dindar insan, zararlı alışkanlıklardan uzak kaldığı gibi, başkalarını da bundan uzaklaştırır. Uyuşturucu, alkol, fuhuş gibi insanlığın tahribine sebep olan hususlara onun imandan kaynaklanan hürriyet anlayışı müsaade etmez. Gerçek dindar bir insan, her türlü istibdada, diktatörlüğe, darbelere, muhtıralara karşıdır. Böyle bir insan, milletin menfaatini, şahsî menfaatine feda etmez.

Üçüncüsü: İslâmın haksız yere adam öldürmeye, başkasının hakkını gasbetmeye müsaade etmemesidir. Kur’ân’a göre bir insanı haksız yere öldüren, bütün insanları öldürmüş gibidir. Katl en büyük günahlardandır. Zaten İslâmda haksız yere bir kimseyi öldürmenin cezası da idamdır. İdam bizim ülkemizde kalkmıştır. Ama bir çok ülkede ve Amerika’da devam etmektedir. İdamın caydırıcılık yönü başka hiçbir cezada yoktur. Bugün idam denilen şeye, İslâmda kısas denmektedir. Şimdi hem dünyevî hem de uhrevî sorumluluğu olan bir kötülüğü, samimî dindar bir insanın yapması mümkün müdür? Sormak istiyorum: Dinden bihaber bir insan, dünyanın en iyi yetişmiş insanı da olsa, onu başkasını öldürmek, başkasının hakkını gasbetmekten engelleyecek hangi güç vardır? Dinden habersiz kişilerde sorumluluk duygusu fazla gelişmiyor. Bencillik, menfaatperestlik, haksızlık, zulüm ön plana çıkıyor.

Dördüncüsü: Dindar bir insan, insanlık ve İslâm kardeşliğine inanır. İhtilâfı, fitneyi, ayrımcılık yapmayı ve ayrılıkçı olmayı en büyük düşman sayar. Said Nursî, bu ülkede müsbet ve dünyada müsbet hareketin sembolüdür ve cahilliği, fakirliği ve ihtilâfı en büyük düşman olarak görür. Bütün insanlar, bir erkek ve dişiden yaratılmışlardır. Bir hadis-i şerifte bildirildiği gibi hepimiz Adem’in soyundanız. Adem de topraktandır. O halde Arabın Kürde ve Türke, Türkün de Arap ve Kürde üstünlüğü yoktur. Kişinin Allah katında üstünlüğü insanın kalbindeki takvadadır. Ancak kimin takvalı olduğunu da ancak Allah bilir.

Bugün ülkemizde ihtilâfın, fitnenin sebeplerinden birisi ırkçılıktır. Bediüzzaman buna “menfi milliyetçilik” der. Bu illeti Batılar bizim içimize fitne için, ayrılık çıkarmak için sokmuşlardır. Dinden uzaklaştıkça ırkçılık duyguları da kabarmaktadır. Halbuki Allah’ın insanları farklı renklerde, ırklarda, dillerde yaratması hem O’nun varlık ve birliğinin delillerindendir, hem de tanışmak içindir. Birbirimizi sevmek içindir. Birbirimizi yaratılışımızdan gelen bu farklılıklara kabul edip, “ötekileştirmeden” yaşamamız içindir. Ama birileri Türkçülük yaparsa, ayrımcılık yaparsa, birileri de Kürtçülük yapar, birileri de Arapçılık yapar vs.

Said Nursî, Kürt ırkçılığının sebebinin Türk ırkçılığı olduğunu söylemektedir. Çünkü karşı tarafta tepki meydana getirmektedir. Kürtler ve Türkler ciddî bir din eğitimi alsalar, bu hastalığın kökünü kazırlar. Ülkede fitne ve fesat en asgariye düşer, ihtilâfın kökü kesilir. Bu yüzden insanların dindarlaşmasını teşvik etmek gerekir. Çünkü Said Nursî’nin söylediği gibi, “Din hayatımızın hayatıdır. Hem nurudur,. Hem de esasıdır. Bu milletin diriltilmesi ancak dinin ihyası, yani canlandırılması ile mümkündür.” Hepimizin medar-ı iftiharı olan Bediüzzaman Hazretlerinin bu sözleri, vatan ve milletini seven hiçbir kimseye ters gelmez.

Milliyet inkâr edilecek bir şey değildir. Said Nursî bu yüzden “müsbet milliyet”ten yanadır. Şöyle der: Müsbet milliyet, hayat-ı içtimâiyeyinin ihtiyac-ı fıtrîsinden ileri geliyor; teâvüne, tesanüde sebeptir, menfaatli bir kuvvet temin eder, uhuvvet-i İslâmiyeyi daha ziyade teyid edecek bir vasıta olur.

“Şu müsbet fikr-i milliyet, İslâmiyete hadim olmalı, kal’a olmalı, zırh olmalı; yerine geçmemeli. Çünkü, İslâmiyetin verdiği uhuvvet içinde, bin uhuvvet var; âlem-i bekada ve âlem-i berzahta o uhuvvet baki kalıyor. Onun için, uhuvvet-i milliye ne kadar da kavi olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa, onu onun yerine ikame etmek, aynı kal’anın taşlarını, kal’anın içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nev'înden ahmakane bir cinayettir.” 24

Beşincisi: İman kardeşliğidir. Kur’ân bütün mü'minler kardeştir. Evet âyetin anlamı Nursî’nin eserlerinde “Uhuvvet Risâlesi” ile kardeşlik projesine dönüşmüştür. Bu toplumsal bir projedir. Ülkemiz için yapılan hizmetleri anlamlı kılacak bir projedir. Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı bizim ortak kimliğimizdir. Doğru ama, iman kardeşliği bu vatandaşlığı gerçek bir sevgiye dönüştürecek olan tek, benzersiz bir güçtür. Müslüman olmayan insanlar da bizim insanlık kardeşimizdir. Allah’a inanan herkes de iman kardeşimizdir.

Said Nursî, bu kardeşlik projesini bütün İslâm dünyasını kapsayacak şekilde hayata geçirmek için “Medresetüzzehra” ismini verdiği bir üniversite kurmak için çok çaba sarfetmiştir. Şimdi bu projenin dikkate alınmasının tam zamanıdır. Çünkü bu projenin asıl önemli yanı, dil ve din hususundaki tabuları yıkacak bir özelliğe sahip olmasıdır. Bir asır önce bu kurulacak üniversitede Arapça, Türkçe ve Kürtçe ders verilmesini önermiştir. Bugün yüz sene sonra bu konuyu ancak tartışmaya başladık ve bir iki olumlu adım atıldı. TRT ŞEŞ’in açılması sonrasında, Kürt kardeşlerimiz, “kendimizi bu vatanın birinci sınıf insanı hissetmeye başladık” demişlerdir ve demektedirler.

Evet, herkes bu ülkenin birinci sınıf vatandaşıdır ve olmaya da lâyıktır. Bediüzzaman’ın önerdiği ikinci husus, fen ilimlerinin yanında din ilimlerinin de okutulmasıdır. Fen, kimya, matematik, fizik, tıp, veterinerlik, mühendislik okuyan bu ülkenin vatandaşları aynı zamanda dinlerini de sağlıklı bir şekilde öğreneceklerdir. Bu teklif, hâlâ geçerliliğini korumaktadır. Said Nursî bunun sebebini açıklarken söyledikleri hususlar, halen yaşamakta olduğumuz bireysel ve toplumsal sıkıntılarımızın panzehiridir, ilâcıdır, reçetesidir. Çünkü o der ki, sadece din ilimleri okutulursa, buradan taassub sahibi insanlar çıkar. Körü körüne dine bağlı, bilimleri küçümseyen insanlar çıkar. Sadece fen ilimleri okutulursa, buradan “hileci ve şüpheci” insanlar çıkar. Yani, kendisinden ve her şeyden şüphe eden, septik insanlar ve kendisini de başkasını kandıran, dolandıran, sahtekâr insanlar çıkar. Bugüne kadar din gereği gibi öğretilmediği için, devleti dolandıran, bankaları hortumlayan, terörü planlayan, dağa çıkan, ya da ovada terör çıkarıp kaos meydana çıkarmak isteyenler hep en yüksek düzeyde eğitim almış kimselerdir.

Burada eksik olan nedir: Tartışmasız, insana insanlığı öğreten, başkalarının can ve malına, namusuna saygıyı öğreten İslâm dinidir. Çünkü, “İman, insanı insan eder, belki de sultan eder. Küfür insanı gayet aciz, canavar bir hayvan eder.” Yüz yıllık projede nasıl ırkçılık milletin içine fitne sokmuşsa, yüz yıllık projede laikliğin dinsizlik olarak uygulanması da aynı şekilde ülkeyi bir kaosa sürüklemiştir. Bugün açılım, ırkçılığı, ayrımcılığı ortadan kaldırmak için bazı projeleri içine alıyor. Bu açılım projesi, laikliğin dinsizlik olarak algılanmasını ve uygulanmasını engelleyici düzenlemeleri de içine almalıdır. Üniversitelerde insanların sağlıklı ellerden dinlerinin özünü öğrenmelerinin yolu ancak bu yolla açılır. Bir çok vatan evlâdı kızlarımızın tesettürleri yüzünden daha özgürlükçü Batı ülkelerine gitmesi bu açılımla engellenir.

Bediüzzaman Cumhuriyetçidir. Ancak o “Dindar bir cumhuriyetçidir.” Ona göre mânâ olarak dört halifenin yönetim biçimi cumhuriyetti. Hiç kimsenin şüphesi olmasın ki Risâle-i Nurları okuyan insanlar da samimî olarak cumhuriyet taraftarıdır. Dindarlığın cumhuriyetçi olmaya engel olmadığını düşünüyorlar.. Ancak cumhuriyetin laik versiyonunun dine ve dindarlara özgürlük alanını genişletmesi gerekir. Yani laiklik dinsizliği değil, dine de dinsizliğe de eşit mesafede durmayı gerektirmektedir. Din devlete zaten müdahale etmiyor. Ancak devlet ve devletin bazı kurumları da dine ve dindarlara müdahale etmemelidir. Bu konuda yapılacak bir açılım, Türkiye’de gerçek bir demokrasiyi yerleştirmede çok ileri düzeyde atılmış bir adım olacaktır.

Son sözüm şudur: İslâm dini sevgi ve kardeşliği, birlik ve beraberliği esas almaktadır. Irkçılığa şiddetle karşıdır. Teröre, başkasına zulmetmeye kesinlikle müsaade etmez. Toplumda Allah’ı seven, Allah’tan korkan ve birbirini Allah için seven insanlar ancak yüce dinimizi öğrenmekle ve yaşamakla çoğalır. Dinden uzak yetiştirilen nesillerin anarşist olmasını, teröre, uyuşturucuya bulaşmasını engelleyecek bir güç yoktur. Bu yüzden böyle büyük bir fonksiyona sahip olan dinimiz bu vatanda yaşayan insanlar için en gerekli şeylerden birisidir. Dinini yaşayan insanların önündeki başörtüsü yasağı gibi, dindar olmak gibi engeller kaldırılırsa, siyasetin dine ve dinsizliğe alet edilmesinin önü kesilecektir. Dinimiz iyi öğretildiğinde ırkçı düşünceler de makes bulmayacak ve siyasetin ırkçılığı malzeme olarak kullanmasına engel olacaktır. Yani hiçbir siyasî parti dini, ırkı, ya da dinsizliği kullanarak siyaset yapma imkânını bulamayacaktır. Ve Türkiye demokratikleşme yolunda çok büyük ilerlemeler kaydetmiş olacaktır. Dağdaki ovaya, tesettürlü eğitim için Avrupa’ya, Amerika’ya giden genç kızlarımız da kendi ülkelerine dönecektir.

28.07.2010


Emel

Kalbim ne büyük, tatlı emeller yeridir!

Tutsam diye koşdum senelerden beridir.

Akşam uzayan gölge, benim gàyelerim;

Ömrüm, şu tükenmiş güneşin benzeridir...

Cenâb-ı Hakk, insana emel denilen duyguyu vermese idi, bugün görünen pek çok kalıcı eser meydana gelmezdi. İleriye âit isteklerin, arzûların, ümitlerin, hırsların, hayâllerin karışıp tasavvur hâlinde akılda ve diğer mânevî cihazlarda yer tutması dilimizde böyle adlandırılmıştır. Bunlardan “tûl-i emel” denilen kısım, haddinden çok fazla şeylere kavuşmak isteği; insan ömrünün yetmeyeceği hülyalar, kuruntular diye târif edilmiş ve dînî bakımdan iyi bir haslet olmadığı belirtilmiştir…

Bu hissin en mübâh, hattâ lüzûmlu olan ciheti, Cenâb-ı Hakk’ın dünyâ hayâtının gereği olarak, imtihan için kullarını hâlden hâle yuvarlaması ve bir kararda bırakmaması sebebiyle meydana gelen ümitsizliğe karşı kullanılıyor olmasıdır. Gerek ömrünün sonuna kadar maddî ve mânevî ihtiyâçlarının karşılanmasında, gerek âhirete müteveccih amellerine âit noksanlıklarından dolayı Allâhu Teâlâ’nın rahmetinden ümîdini kesmemek bakımından, emel insana verilmiş büyük ni’metlerdendir.

İnsanoğlu, akıl ve şuûr gibi cihâzların verilmesiyle diğer varlıklardan ayırd edilmiştir. Böyle mümtâz bir mahlûkun emel dediğimiz duyguya da sâhib olması mantıken kaçınılmazdır. Dünyâ ve âhiret muvâzenesinin muhâfazası için korku ve ümit arasında bulunmak gerektiğini mukaddes kaynaklardan öğreniyoruz. Sahâbenin (ra) yaşayışında bu ölçülerin devamlı olarak göz önünde bulundurulduğunu biliyoruz.

Îmân sâhiblerinin, en korkunç zamanlarda, bütün sebeplerin birer birer iflâs ettiği vakitlerde bile Kadîr-i Zü’l-Celâl’in hıfzına, yardımına, rahmetine çok güçlü bir şekilde güvendikleri; hiçbir şekilde Rabb-i Celîl’den ümitlerini kesmedikleri mâlûmdur. Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (asm) bütün hayâtı bunun en çarpıcı numûneleri ile doludur. O’nun yolunu tâkib eden sâlih kişilerin de bu peygamberî haslete mâlik oldukları nakledilmiştir.

İnkârcı ve maddeci felsefenin maddî ve mânevî savletlerine karşı inananların mukabeleden âciz kaldığı bu helâket ve felâket asrında, İslâmın son kal’ası olan Osmanlı Devletinin inkırâzı ve Hilâfet’in gayr-i Müslimlerin pençelerine düşmesi sırasında, Hak Dîne inanan insanlar tamâmen ümitlerini kaybetmişlerdir. O hengâmede, Bedîüzzamân Saîd Nursî Hz., İslâm âleminin kuvve-i mâneviyesini te’mîn sadedinde, Şam’da, Emevîye Câmii’nde cemâate hitâb ederken, en önce bu husûsa nazar-ı dikkati çekmiş ve hastalığın tedâvîsinde birinci adım olarak “el-emel” dersini vermiştir.

Bu tavsiyesini bütün hayâtında yaşayarak etrâfına telkîn etmiş; can pazarında, îdâm tehdîdlerinde, en tazyîkli zulümlerde bile ye’se düşmemiş, ümîdini yitirmemiştir. O, İslâmın beşeriyet âleminde maddî ve mânevî sâhalarda hükümrân olacağını haykırmıştır. Kur’ân-ı Hakîm’in bu zamanda mânevî elmas kılıcı hükmündeki Risâle-i Nûrların bütün İslâm âleminde hüsn-i kabûl göreceğini ve pek çok kişinin o vâsıta ile îmânlarını kurtaracağını kesinlikle ifâde etmiştir. O günlerde, dışarıdan bakanlara belki de çok fazla hayâlî gelebilen bu ümîdin ne kadar gerçek olduğu ve netîce verdiğini bugün görüyoruz.

Sonuç olarak, şahsî veyâ içtimâî hayâtımızda karşılaşılan zorluklarda, imkânsızlıklarda kendimize düşen gayretleri göstermek için emele ihtiyacımız vardır. Husûsen mânevî hedeflerimize ulaşmak için böyle bir ümit, istek, hayâl bizim itici gücümüzü teşkîl eder. Allâhu Teâlâ’nın ihsân ettiği her ni’mette olduğu gibi, onların yaratılış gàyesine uygun şekilde kullanılması ile gerçek vazîfemizi yapmış oluruz. Bu cihâzları aslî yerlerinde ve tarzlarında kullanmadığımız zaman ise bize yalnızca vehimler, vesveseler, imkânsız hülyâlar vermekle kalmayacak, hem dünyâ râhatımızı selbedecek, hem de mânevî mes’ûliyetleri sırtımıza yükleyecektir.

EKREM KILIÇ

[email protected]

28.07.2010

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Son Dakika Haberleri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.