18 Eylül 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Elif Eki

Rûh ve san’at

İnsanda bu âzâ ve bu âlât ne için?

Rûhen, bedenen bir sürü hâlât ne için?

Pek çok kişi idrâk edemez; ah, ne yazık!

Hilkatdeki san’at ve kemâlât ne için?

San’atı, mânevî bir varlığın madde âlemindeki tezâhürü diye târif etmek uygun olur mu, bilmiyorum? Mevzûmuz felsefe olmadığı için, rûhun varlığı ve te’sîrleri ile ilgili görüşlerimizin semâvî inançlara dayandığını ifâde ile iktifâ ediyorum. Kendi bedenimiz dâhil, görünen âlemdeki her varlığın, zâtı ve çevresi için en uyumlu, en mükemmel ve en san’atlı bir biçimde yaratıldığını müşâhade ediyoruz. Bundan, şu âlemde kasdî ve ihtiyârî bir tarzda san’atın öne çıkarıldığının farkına varıyoruz. O mükemmel eserleri takdîr ile san’atkârını arıyor ve anlamaya çalışıyoruz.

Kâinâttaki bu hârika san’at eserlerinden başka, o eserlerin eliyle meydana getirilen bir takım netîcelerin de bir o kadar san’atkârâne olduğunu söylemek büyük bir iddia mı olur? Yaratıkların bir kısmı akıl, şuûr ve irâde gibi cihâzlardan mahrûm olmakla birlikte öyle güzel semereler veriyorlar ki, aklı ve şuûru olanlar, hemen, bunların ancak o varlıklara takılan mânevî programlar ve âletlerle mümkün olabileceğini seziyor, idrâk ediyor…

Ancak, insanoğlunun hissiyâtının tutulur, görülür, işitilir, seslendirilir hâle gelmesi ile hâsıl olan san’at âlemi, yukarıda söylediğimiz fıtrî hâlin dışında ve bambaşka bir durumdur. Mükevvenâtta beşeriyete benzer şekilde akıllı, şuûrlu, irâdeli başka varlıkların bulunduğuna inanıyorsak da, ayrı buûdlarda yaşadığımızdan, onların eserleri hakkında bir bilgiye sâhip değiliz. Ama, insanoğlunun eserlerinin hem çok, hem çeşitli, hem de san’atkârâne olduğunu görüyoruz.

Her insan, içinde yetiştiği cem’iyetten aldığı terbiye ve telkînler netîcesinde bir takım düşünce, inanç ve zevkler edinir. Zamanla, ufkunun genişlemesi nisbetinde, dış te’sîrlerin de şekillendirmesiyle, kendisine mahsûs hissiyâta sâhip olur. Duygularının ifâdesinde kullandığı âlet ve usûllerin elverdiği ölçüde eserlerini ortaya koymaya başlar. Bunların hepsinin kabûl edilir evsâfda san’at değeri taşıdığı düşünülemez. Ancak, bu semerelerin, o şahsın kabiliyeti nisbetinde birer san’at eseri olduğu inkâr edilemez. Kendisi beğenmiştir. Başkalarının da takdîr ve tahsînlerini beklemektedir. Rûhî tahassüslerini belirtme tarzı nasıl olursa olsun, kendince tatmîn olmuştur. Hissiyâtının meyvelerini kâfî ve mükemmel bulmayabilir. Fakat, mümkün olanın en iyisini yapma niyet ve gayreti içinde olduğu açıktır.

Kişi bu eseri meydana getirirken, şahsî kemâlâtını düşündüğü gibi, cem’iyete faydalı olma maksadını da taşımış olabilir. Bu niyet, netîceyi değiştirmez. Bir eser ortaya çıkmıştır. Bundan ister bir şahıs, isterse bütün insanlık istifâde etsin, fark etmez… O esere bakanlar, velev, san’atkârın niyetini ve gàyesini tam mânâsıyla anlayamasalar; hattâ ifâde etmek istediğinin tam tersi bir tefehhümle karşılasalar bile san’atın aslını, varlığını, herhangi bir mânâya delâletini kabûl etmek zorundadırlar.

Eserin san’at ciheti, hitâb ettiği şahsın mâlûmâtı, zevkleri, hissiyâtına göre ayrı ayrı telakkî olunur. Her eserin müessiriyeti, âdetâ, muhâtabları sayısınca değişiktir. Hattâ, muhâtabın rûhî ahvâline göre farklı te’sîrler icrâ eder, denilebilir. Sanki, dış âlem, şahsın iç âleminin rengini ve evsâfını aksettirir. Bu gün çok fevka’lâde bulduğu bir san’at eseri, başka bir zaman ve zemînde insana o kadar da değerli gelmeyebilir.

Yeryüzünde insan eliyle inşâ edilen her yapıda, ifâde edilen her sözde, her seste kendisine göre bir san’at bulunmakla birlikte, hakîkî mânâda san’at değerini taşıması için ortak kabûl gören bâzı ölçülere uygun bulunması gerektiği şüphesizdir. Akla, rûha, insânî duygulara hitâb eden bir san’at eseri ile insanın hayvânî ve nefsânî hissiyâtına müteveccih eser arasında fark vardır. Biri maâliyâta, dîğeri süfliyâta seslenmektedir. Birinin âkıbetinde mânevî ve rûhî terakkîler; dîğerinde behîmî ve hevâî tedennîler bahis mevzûudur. Evsâfı başka olmakla birlikte, her ikisi de “san’at” diye adlandırılır.

Beşeriyet, mâdem ki, kendi istek ve irâdesi dışında bir gücün yaptığı plan ve programa uygun olarak dünyâya gelmiştir; mâdem ki, dîğer varlıklardan akıl, şuûr, irâde, ilim, kelâm, san’at gibi sayısız farklı özelliklerle techîz edilerek mümtâz kılınmıştır; o halde kendisinde bulunan bu fevka’lâde ve hârika hasselerin hakkını îfâ edecek şekilde harekete mecbûrdur. İhtiyâriyle, hür irâdesiyle meydana getirdiği eserlerinde en âlî gàyeleri gözetecek, kendisine emânet edilen ulvî isti’dâdları kullanarak hakîkî san’at ve hikmete muvâfık semereler vermeye çalışacaktır. Aksi takdîrde yaptığı san’at eseri, kendi yaratılış maksadına yakışmayan bir meyve olduğundan, insan olmanın îcâbını yerine getirmemiş olacaktır.

EKREM KILIÇ

[email protected]

Gençler! İşte bu yılın programı!

‘Genç okumaları’mız başladı

Gençlerle her yıla ait birbirinden farklı faaliyetlerimiz oluyor. Her hafta pazar akşamları yaptığımız, gençlerle Risâle-i Nur sohbetimiz artık, hayatımızın olmazsa olmazlarından oldu. Şimdilerde gençlerimiz yeni dönemin günlerini sayıyorlar. Sohbet, ikram ve maç; tam bir gençlik programı.

‘Daha ne olsun’ diyorduk ki, Baran ve Haluk ile bu sene yeni bir şey daha keşfettik. Yaz okuma programında, bir sabah namazı sonrası kır gezintisindeydik, Baran ve Haluk kardeşlerim, “Hocam, yılda bir kez, bir on günlük okuma programı nasıl bir yılı canlı, diri ve istifadeli tutabilir? Bu güzel bir faaliyet, ama bizce yeterli değil. Yıl boyu bizi meşgul edecek ve besleyecek programlar düşünmeliyiz” dediler. Kendilerine, pazar sohbetlerimizi hatırlattığımda, “Tamam tamam, ama daha başka bir şeyler olmalı” diye istek ve yenilik arayışlarını dile getirdiler.

Evet, haftada bir ders sürsün mani yok, ama Risâle-i Nur’lara köprü olacak, ona zemin oluşturacak, onu daha iyi anlamayı netice verecek çalışmalara ihtiyaç olduğu anlaşılıyordu. Yani gençlik boşluk kaldırmıyor. Sen meşgul etmezsen, meşgul eden bulunuyor.

Gençlerle konuşmalarımızda, gençlerin kendi dönemleri ile ilgili pek çok kitap okumaları gerektiği anlaşılıyordu. Yani kendi yaş dönemlerini, bu dönemlerde yapılan yanlışları, duygu hareketliliklerini ele almış uzman bilgilere ihtiyaç vardı.

Kendisiyle konuştuğumuz pek çok genç, bu çağda ne acı ki, psikolojiden habersiz. Yani bu gençlerin kesinlikle temel bilgi diyebileceğimiz pek çok bilgi edinmeye ihtiyaçları var. Bunun için de, okumaktan başka yol yok. Ne yapıp edip, gençlerimizi kitaplarla buluşturmamız gerekiyor.

Doğrusu böyle bir yıkılışlar asrında gençlerin asra ve asrın problemlerine hazırlıklı olmamaları düşünülemez. Biz de gençlerle, ‘Neler yapabiliriz?’i beraber düşündük. Ve tam bu noktadan hareketle, gençlerle, yirmili yaşlardaki gençlerin, öncelikle okumaları gereken kitapları belirledik.

Bu yıl gençlerle uygulamaya başladığımız program şöyle;

Önce gencin kendisiyle tanışıp, sohbet ediyoruz. Sonra hangi konulara ilgi duyduğunu tesbit ediyoruz. Tesbit edilen konu hakkında eser vermiş olan yazarların bir taramasını yapıyoruz. Bu tarama neticesinde sağlıklı çalışmalarıyla kamuoyu tarafından takdir görmüş olan yazarları belirliyoruz. Sonrasında ise, yazarın hangi kitaplarının, kime, ne zaman verileceği ve hangi usûlle okunacağı belirlenip, bir kitaptan okumalara başlıyoruz.

Garip olan şu ki, genç beyefendiler, bir kitap okur okumaz her şeyin bir anda değişmesini bekliyorlar. Okus pokus türü bir hızlı değişim beklentisi pek çok gençte var. Yani ‘sabır’, ‘inanç’, ‘kararlılık’, ‘pes etmemek’, ‘yılgınlığa düşmemek’ öncelikli çalışmamız gereken ve okumamız gereken alanlardan olduğu anlaşılıyor. Yani kişi ile tanışmadan, konuşmadan kitap tavsiye etmek pek sağlıklı bir yol değil.

Baran kardeşim, belirlediğimiz kitaplara başladı. Geçenlerde gelişmelerin oldukça güzel olduğunu ifade etti. Hatta ben de onlara, okuduğunuz bu kitapları öyle okuyun ki, önümüzdeki günlerde yapacağımız tv programlarında bir kitap hakkında yarım saat konuşabilesiniz ve tenkitler yapabilesiniz. Konunun kendi hayatınızla bağlantısını kurabilesiniz. Yoksa okumuş olmak ve okuduğumuz kitaplar listesini arttırmak, eğer nitelik yoksa çok da anlamlı değil. Ama okunan veya okunacak kitapların tv ve radyo sohbetlerine konu edilecek olması, daha bir dikkat uyandırılmasını netice verdi. Onun için şimdilerde grubumuzdan gençler, okudukları kitapların özet defterlerini tutuyorlar.

Şimdilerde okuma grubumuz otuz gence ulaştı. Parolamız, ‘haftada bir kitap’, okumak ve özetlemek. Bu, kitabın derinliğine ve sayfasına göre de değişebilir. Zaten programa katılan gençlerimizle öncelikle birebir bir konuşma yapıyoruz. Neden böyle bir okumaya ihtiyaç olduğunu birlikte paylaşıyoruz. Okuyan gencin ailede, okulda, toplumda söz sahibi olabileceği ve sözü dinleneceği üzerinde hem fikir oluyoruz.

Kendileriyle konuştuğumuz pek çok gencimizin, pek çok temel konularda bile yeterli bilgiye sahip olmadıklarını görmek, ciddî bir boşluğu gösteriyor. En basitinden ben size şöyle bir örnek vereyim, yani Türkiye gibi bir ülkede, Türkiye gibi bir toplumda, Türkiye gibi teknolojik ağın her geçen gün arttığı bir ortamda, anne baba Müslüman bir kimlikte olup da, gusül abdesti bilmeyen bir genç düşünebilir misiniz?

Zaten gençlerle sohbetlerimizde bize iletilen sorular, tecrübeli aile bireylerinin gençlerle nitelikli konuşmadıklarını gösteriyor. Oysa gençlerimizle hiçbir şey bilmiyorlar düşüncesi içerisinde konuşmak daha sağlıklı. Böylece güzel bilgiler tekrar edilmiş oluyor ve pekişiyor. Yani temel konular tekrar ile tesis edilmiş oluyor.

“Her şeyi konuşamıyoruz” diyenler için, o konuları ele alan kitapların seçilip, gencin ulaşabileceği ortamlara bırakmak ya da birlikte okuyup, sohbet konusu yapmak mümkündür.

“Okuma ihtiyaçlarımı belirleyip, her ay kitaba belli bir bütçe ayırmalıyım” diyecek gençlerimiz çok yok. Bu yoksa, başka bir yol bulmak gerekiyor. Biz, ‘genç okumaları’ adı altındaki programda, genci tanıyıp; okuduğumuz ve faydalı bulduğumuz kitaplarla gençleri tanıştırıyoruz. Belirlenen kitapları almasını, her hafta birisini bitirmek üzere, haftalık okuduklarını ve geldiği noktayı sürekli takip ediyoruz.

Yani anladık ki, takip olmayınca hiçbir şey kalıcı olmuyor. O zaman böyle bir ihtiyaç hisseden gençlerimiz bize ulaşsınlar ve bizim de kendilerine ulaşabileceğimiz imkânları bize iletsinler. Ta ki ne yapabileceğimizi ve nereden başlayabileceğimizi birlikte değerlendirelim.

Ama emin olun ki, yapılabilecek bir şeyler herkes için mutlaka vardır. Bu adımların yaşı da yoktur. Ama bu adımlar gençlikte atılırsa çok daha isabetli olacaktır.

Yıl boyu, serbest okuma grubumuzdan haberler duyacaksınız. Hatta bu çalışmaları facebook’ta da değerlendireceğiz. Böylece kimin ne okuduğunu, neden okuduğunu, kitabın muhtevasını, mesajları paylaşmış olacağız. Yani bu kadar teknolojik imkânlar elimizin altında iken, bu imkânları okumalarımıza, hizmetlerimize kanalize etmemek olmaz.

Haydin bakalım, bize katılın.

SEBAHATTİN YAŞAR

[email protected]

Pirinç taneleri

Geçtiğimiz günlerde mübarek Ramazan ayını geçirdik. Bu seneki farz olan ibadetimizi de tamamlamış olduk, Elhamdülillah. Komşularla, akrabalarımızla kaynaştığımız sıcak zamanlarımız oldu. İftarı bütün gün sabırsızlıkla bekleyen çocukları anlatmak başka olurdu hani. İşte o sıcak ve kaynaşmalı muhabbetin bir gününe değinelim…

Ramazan’ın sonlarına doğru bir misafirlikteyiz. Maşaallah bayağı da kalabalığız. İntizamla ayrı ayrı masalar hazırlanmış; bir ara kendimi kendimi beş yıldızlı bir otelde gibi hissettim. İftara doğru çeşit çeşit yemekler geldi, Allah ne gönderdiyse. Ramazan’ın bereketi işte masada boş yer yok. Öyle ki birini yiyoruz, diğer bir tabak geliyor. Biraz da muhabbetle doyurduk karnımızı. Yemekler de yenildi Allah’a şükür.

Sofraları kaldırıp, mutfağın başına geçtik. Birkaç kişi tabakları getiriyor, birimiz makineye diziyor, ben de ne yazık ki sünnetlenmemiş olan yemekleri bir tabakta birleştiriyorum. Sürekli artık yemekler veyahut hiç dokunulmamış yemekler çıkıyor karşıma. Salataları, pilavları, zeytinyağlıları gruplar halinde birleştirirken, bazen öyle bir tabakla karşılaşıyorum ki, salatanın üstünde peçete, hurma çekirdekleri vs. Yani taa masadayken salatanın mekânını hazırlamışlar; çöp!... İnsan bir hayli üzülüyor. Neyse mutfak bayağı kalabalıklaşıyor. Arkamı döndüğümde birinin elinden, tam salata tabağını alacaktım ki, kendisi onu çöpe mahkûm etti. Bu kadarı da “yok artık” dedirtecek bir hadiseydi. Baktım gelen gidenin arkası kesilmiyor, sanki yaptığının farkı değilmiş gibi, tabaklarıyla beraber içinde ne var ne yok çöpe. Hatta buna mahkûm bile denmez, resmen “cinayet.”

İsrafı böylelikle tam anlamıyla görmüş oldum. Bu yapılan iş o kadar da basit değil. Bilinçli diyebildiğimiz insanların bunu yapması beni daha da üzdü. Ne olurdu sanki o pirinç tanesi tekrardan başka yemeğe katılsaydı da insanda bir mertebeye ulaşsaydı. Sonra dünyada kıtlık yaşanıyor, diyorlar.

İsraf olayına net çözüm olarak bir vatandaşımız şöyle bir yöntem bulmuş:

“Küçük bir kasabada, tabiî hiç yemek yenilecek yer yok. İşçilerin en muntazamlı yemek yedikleri yer bir arabada satılan nohutlu pilav. Adam, satış yapmak için “Taze pilav” diye bağırıyor. Duyanlar hayretle “Nereden çıktı bu ‘taze’ sözü” diyor kendi kendilerine. Tabiî adamda cevap hazır: “Siz bu pilavı bugün ya yersiniz ya da yemezsiniz. Yemezseniz yarın karşınıza dolma şeklinde çıkar. Dolmayı da ya yersiniz veya yemezsiniz. Eğer yemezseniz karşınıza çorba olarak çıkar.” Kısacası, illaki insanda bir mertebeye çıkacak.

Peygamber Efendimiz (asm), “Abdestte de israf olabilir, her şeyde israf söz konusudur” buyuruyor. Öyle ki bir saniyemizi bile boşa geçirerek, israf etmiş oluyoruz. Bir başka hadiste de “İsraf haramdır” buyruluyor. Bu hadisi de her zaman hatırlayalım İnşallah.

Velilerin çocuklarına, hadisteki temeli aşılaması, onlara ileri hayatlarında maddî-manevî değer kazandıracaktır.

BÜŞRA YALÇIN

[email protected]

Dünyevîleşme ve Risale-i Nur

Risâle-i Nur bir deryadır. İçinden çıkana kadar derin kıymetini anlayamaz insan. Bazen ülfet perdesi, bazen alışkanlık ve belki de enaniyetle insan ondan istifade edemez. En iyi bildiklerimizde dahi bu olmuştur.

Hasta asrın insanının tek ilâcı Risâle-i Nur’dur. Bu asrın hastalığı hakkında birçok şey söylenebilir. Ancak onlardan en önemlisi dünyevîleşmedir. Yaparak alışkanlık haline getirdiğimiz şeyler artık inandığımız şeyler olmaya başlar. Maalesef meşhur bir sözde belirtildiği gibi, inandığı gibi yaşamayan yaşadığı gibi inanmaya başlıyor. Okunan hakikatler de ülfet perdesi altında artık tesir etmiyor. Ya da enaniyetten dolayı dikkatle okuma gereği duymuyoruz. Ve bu da bizi Risâle-i Nur’dan uzaklaştırıyor. Özel okumalarımızı, derslerimizi gevşetmeye, hatta bazen terk etmeye başlıyoruz. Hâlbuki Risale-i Nur’a sarılıp Üstad’ın dediği gibi, tefekkürle okursak imanımızı kurtarabiliriz. Dünyevîleşmede şüphesiz pek çok etken var. Hepsini saymaya kalksak bitiremeyiz. Nefsin hoşuna giden her yolda mutlak zarar vardır. Hz. Yusuf (as) bile “Ben nefsimi temize çıkarmam. Şüphesiz nefis daima kötülüğe sevk eder (Yusuf Sûresi, 53)” dediğine göre bizim gibi sıradan insanları varın hesap edin.

Peki, acaba sıkıntının yani giderek dünyevîleştiğimizin farkında mıyız? Dünyada pek çok insan Risâle-i Nur’ları büyük bir şevkle tanırken ve onlara sarılırken biz aramıza çektiğimiz ülfet perdesinden acaba haberdar mıyız? Haberimiz varsa tedbir alıyor muyuz? Bu tesbiti yapınca ben kendimden başladım ve sordum kendime; ben şu an ne yapabilirim? Cevaplar verdim, yollar aradım, iç muhasebe yaptım uzun uzadıya ve "Haydi Bismillah" dedim. Eğer siz de bir iç muhasebeyle bulunduğunuz noktayı ve olmanız gereken noktayı gözden geçirirseniz eminim faydalı olacaktır. Öyleyse taviz vermeden hepimiz üzerimize düşeni yapalım. Şu derya sözü hiç unutmayalım;

“Dünya arkasını dönmüş gidiyor, ahiret ise yönelmiş geliyor. Bunlardan her ikisinin de kendisine has evlâtları var. Sizler ahiretin evlâtları olun. Sakın dünyanın evlâtları olmayın. Zira bugün amel var hesap yok, yarın ise hesap var amel yok.” 1

Dipnot:

1- Sahih-i Buhari, Rikak 41, Hadis no: 1973.

YILDIZ FIRTINA

ÇOCUKLAR VE BİZ

Çocuklar balmumudur, özenle şekillenir

Gonca gibi açılır, bülbül gibi dillenir

Çocuklar küçük yaştan atiye hazırlanır

Sabırı öğrenerek acılara katlanır

O küçük dünyasında, gerçeği öğrenmeli

Bazı isteklerine hayır! denebilmeli

Her şeyi ister çocuk, çok büyük heveslerle

Ulaşamazsa ağlar, türlü garip seslerle

Çocuk yaşta bilinir, yokluklar ve acılar

Bu şuurla çocuklar; yenilmez, yıkılmazlar

Yoklukları da bilmek, güçlü yapar insanı

Yedi iklimle yaşar, akıp giden zamanı

Elbet onlar da varır, erginlik yaşlarına

Sağlam temel almışsa, durur tek başlarına

Hayatın tadı budur; sabır, uğraş, başarmak

Hedeflere varılır, zorlukla savaşarak

Her gün gülmeyiversin, bazı zaman üzülsün

Yeter ki afacanlar, büyüdüğünde gülsün

Üzülmesi, sitemi, çocukluk acıları

Mutlu geleceğinin, cevher yatırımları

Bu gün hiç üzülmesin; babalar ve analar

Gerçekleri fark eder, gün gelince çocuklar

Yıllar sonra mutlaka, anlayacaktır sizi

Onları kendinizden ne çok sevdiğinizi.....

DR. HİKMET ERBIYIK

ŞEFKATE HASRET

Büyüdük gittik küçük yaşlardan,

Sevgiden yoksun, şefkate hasret.

An’aneymiş, görenekmiş, ayıpmış,

Alıp da kucağa sarmadan yoksun.

Erkekmiş, vururmuş, hem de kırarmış,

İnsâf, merhamet, korkudan yoksun.

Ayağı takılıp düşüp ağlasa,

Gözünde bir damla yaşından yoksun.

Kızlardan bahs açsan, titrek titrek,

Onlar ki; listede yerinden yoksun.

Mektep, medrese eğitim desen,

Gereksiz onlara, onlardan yoksun.

Kirlenen yüzüne bir avuç suyu,

Şefkatle vuracak babadan yoksun.

Analar ki; zaten zaman fakiri,

Bağrına basacak vakitten yoksun.

Şefkat Kahramanı Yüce Nebî’nin,

Hayatını bilecek bilgiden yoksun.

Cehalet olunca tek rehberimiz,

Kaldık: İlim, irfan, görgüden yoksun.

Kırılsın artık kara töreler,

Kalsın neslimiz kinlerden yoksun.

Sarılalım sımsıkı birbirimize,

Irkçılık denen illetten yoksun.

EYÜP OTMAN

İMANIN TADI

Nimetlerin en büyüğü olduğuna inandığımız imanın kuşku yok ki her şeyden üstün, her şeyden başka, benzersiz bir tadı var. Bizler o tadı almak için imanımıza yönelebilsek, hiç kuşku yok ki o tadı alacağız. O tad bütün varlığımıza yayılacak ve bizi değiştirecek. Değiştirecek ve etrafa dağılmış parçalarımızı yeniden toplayarak bütünleyecek. İmanımızın verdiği fevkalâdelik zamanla bizi de kemale erdirecek. Mesele imanın dilin tasdiki olmaktan çok daha fazla bir şey olduğunu idrak etmekte ki, işte biz buna takılıyoruz. Bu sebeple imanımız kişiliklerimizde görünürlük kazanmıyor. Bu sebeple üstümüze ilişen kötülükler varlığımıza rahatlıkla yerleşiyor.

İmanın tadını aramak boynumuzun borcu... Kokusunu almak, duygusunu duyumsamak... İmanımızı sadece dilimizle değil, bütün varlığımızla tasdik etmenin kapıları açılmalı önümüzde. İmanımız görünür hale gelmeli varlığımızda. Hal ve hareketimizde, sözümüz ve lisanımızda, edep ve ahlâkımızda görünmeli imanımız. Doğru, güvenilir, müşfik, yardımsever, fedakâr, bilgili, cömert olmanın tadı... Huşu içinde secdelerin, minnet içinde iftarların, gönülden niyazların, samimî gözyaşlarının tadı... Kalpteki huzurun ve sürurun tadı... Kul olmanın, insan olmanın, ahsen-i takvîm olmanın tadı... O tadı almalı bizden insanlar... Çünkü o tad imanın tadı... Allah o tadla tadlanmayı nasip etsin hepimize.

*Buhari ve Müslim’de yer alan bir hadis-i şerifte bu tabir kullanılmıştır.

Gökhan Özcan, Yeni

Şafak-23.08.2010

ALTIN VE SALİH KULLAR

Altın, ateşle tecrübe edildiği gibi; salih kullar da sıkıntı ve imtihanlarla denenirler. Hz. Ali (ra)

NASİHAT

Nasihat etmeyen ve nasihat edenleri sevmeyen kavimde hayır yoktur.

Hz. Ömer (ra)

SIDK

Sadık kişinin yalanı yoktur, sadakatı vardır. Ameli vardır, lâfı yoktur. Delili vardır, iddiası yoktur.

Abdülkadir Geylânî (ks)

BEDENLERİN BEDELİ

Bedenlerinizin cennetten başka bedeli yoktur. Onları cennetten başkasına satmayınız.

Cafer-i Sadık

HALİMİZ DUÂ

Hâlimiz istikbalimiz için bir duâdır.Suat Ünsal

ÖLÜM

Ölüm bize ne uzak, bize ne yakın ölüm,

Ölümsüzlüğü tattık, bize ne yapsın ölüm.

Erdem Beyazıt

KEYFİYET MESELESİ

Gerçekten iyi olan tek bir kişi, benim için on bin kişiye bedeldir.

Herakleitos

İHTİYAR SAYILMAYAN

Gerçeği öğrenmek isteyen hiçbir yaşta ihtiyar sayılmaz. Ashilyus

HAKLILIĞI DİLE GETİRİRKEN

İnsanın haklılığını dile getirmesi gerekir. Ama bunu yaparken ağzından acı ve haset dolu sözler dökülmemelidir.

Sophocles

HARAMDAN KORUNMAK

Mü’minlere söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, namuslarını da korusunlar. Bu onların temizliği için daha uygundur.

Nur Sûresi: 30

KUSUR DÜZELTME

Kusurlu, hatalı bir arkadaşınızın yanlışlarını, yumuşaklıkla, hürmet ve tevazuyla yalnız ona söyleyiniz. Kabullenmezse dahi, ikinci bir kişiye onun hakkında gıybet etmeyiniz.

Zübeyir Gündüzalp

Lokman Hekİm’İn oğluna öğütlerİnden

Ey oğul! Seher vakti ayakta ol ki, Hakk’ı zikir ve tesbih eden horoz, senden akıllı çıkıp da seni geride bırakmasın.

Ey yavrucuğum! Altın ateşle, sâlih kul da belâyla tecrübe edilir.

Ey yavrucuğum! Tövbeni geciktirme. Çünkü ölüm ansızın geliverir.

Bİr Asr-I Saadet öyküsü

Resul-i Ekrem (asm) bir adamı imana dâvet etti. O adam dedi ki:

“Benim ölmüş kızımı diriltmezsen, sana iman etmem.”

Resul-i Ekrem (asm) dedi:

“Onun kabrini bana göster!” Gösterdi. Resul-i Ekrem (asm) kızın ismini söyleyerek,

“Ya filane” dedi. Kabirdeki kız:

“Lebbeyk ve sâ’deyk!”

Resul-i Ekrem ona, “Dünyaya yeniden dönmeyi ister misin?” dedi. Kız dedi:

“Yok, vallahi yâ Rasulallah, ben anamdan ve babamdan daha hayırlı olarak Allah’ımı buldum. Ahireti ise bu dünyadan daha çok hayırlı gördüm.”

Şerh-üş Şifâ, Aliyy-ül Karî, 1/648.; Beyhakî Delâid-innübüvve.

Rızık elbette seni bulur

Kimseye ihtiyacını arz etme de minnet yükü altında eğilme. İsteğin için ağzını sakın açma. Dilenci sözlerine dudağını bulaştırma. Sana ayrılmış olan rızık elbette seni bulur. Ve işte açgözlülükten ele geçen, yalnızca yüzsuyu dökmektir. Sana takdir olunmamış rızık, ele geçmez. Sana ayrılmış olan da asla başkasına gitmez. Kıymetini bilip harcamayan için yüzsuyu bengisudur ki, Nil ve Fırat nehirleri onun bir damlasına bile susamışlardır.

Şair Nabi

BAZI ŞEYLER ÇOK

FAZLA İSE...

Bir yerde çok fazla sayıda polis varsa, orada özgürlük yoktur. Bir yerde çok fazla sayıda asker varsa, orada barış yoktur. Bir yerde çok fazla sayıda hukukçu varsa, orada adalet yoktur.

Çinli yazar ve editör Lyn Yutang (1895-1976)

Kendİnİ

sorumlu bİlmek

Başına gelen belâlar yüzünden başkasını suçlamak, bilgisizin yapacağı bir iştir. Sadece kendini sorumlu bilmek, işte bu, gözü açılmak üzere olan bir adamın işidir.

Epiktetos

Güvercİnlere

yem atan çocuk!

Cami avlusunda güvercinlere yem atmasını öğrenen çocuk, büyüdüğü zaman muhtaç olanlara elini uzatmasını bilir. İnsan merhametli olduğu nispette insandır.

Ragıp Akyavaş

İNSANIN ASLÎ VAZİFESİ

İman, insanı insan eder; belki, insanı sultan eder. öyle ise, insanın vazife-i asliyesi iman ve duâdır.

Bediüzzaman, Sözler, Yirmi üçüncü söz, 285

Umut tırı

Bir tır içerisinde ne taşır? Herkese göre değişir taşıdıkları… Pakistan’da görünen tır mutluluk taşır. İçinde sıcak pişecek yemek, güzel kıyafet, barınılacak bir ev, yani umut taşır. Hayalleri taşır…

Bediüzzaman Tırı ise, imanı taşır. İçerisine yüklenen duâları bırakır geçtiği yollara. Hansel’in ekmek kırığı bıraktığı gibi; gittiği yolları belli eder.

Her gittiği yerde yeni umutları yeşertmek için ziyaret edecek. Vefatının üzerinden yıllar geçse de Üstadımızın hâlâ bizi bırakmadığını hatırlatacak. “İman, insanı insan eder” düsturuyla ve kâinatı okumak, felsefe gözlüğünü bırakmak isteyenlere yeni bir gözlük hediye eder; “İman gözlüğü”…

Tanımayana, duymayana tanıttırmak için bütün umutlarımızla içini doldurduk. Doldurduğumuz umutlarla yollara düşecek. Duâlarımızla yön bulacak inşâallah…

Hiçbir şey yapmasak da, yapamasak da sadece duâ edelim. Yolun açık olsun Bediüzzaman Tır’ı, geçtiğin yollara Üstadımızın sevgisini, imanını ve güvenini dağıt. Bu günlerde güvenilecek kişileri mumla arayanlara tanıttır onu ve eserlerini. Dünya’nın da okuduğu ve çeşitli dillere çevrildiği bu eseri herkesin okumasını sağla Allah’ım…

Bizim tırımız da mutluluk, umut tırıdır. Manevî erzakla doyurduğu gönülleri taşır. Bulana da, verene de, paylaşana da büyük huzur verir. Siyasetin tek harfini içinde bulundurmaz. Din, dil, ırk ve giyim ayrımcılığı yapmaz. Sofrasında herkese yer vardır.

Bizler de bu ahlâkla ahlâklandırıldık. Sadece huzuru arayan her kalp, dünya heveslerine kendini kaptırmayan her fert burada bulunur. Bu güzel yolculuğa herkes katılsın inşâallah…

Çok güzel bir söz vardır: “Ben güvendiğim insandan şüphe etmem, şüphe ettiğime de güvenmem.” Birisine tam kalp ile güvenmek isteyenlere, Bediüzzaman Said Nursî ile tanışmalarını ve onu da Nurlarda bulacaklarını söyleyerek, herkesin bu hazineleri gerçekten bulmalarını Rabbimden niyaz ediyorum. Allah, bu işe gönül veren ve emeği geçenlerin yardımcısı olsun. Bütün dünya Üstadımızı tanısın inşâallah. Yolun açık olsun umut tırımız, Bediüzzaman Tır’ımız…

MERVE İRİYARI

Mahbublar diyarından diyar-ı Mahbuba

İnsanoğluyuz ya, doğuştan başlamış muhabbetim dünyaya. Annemin karnına düştüğüm andan sonra Allah (cc) olmuş ilk mahbubum. Bana can veren, anne gibi bir canan veren Allah… Doğduktan sonra kulağıma okunan ezanla, bana has hazırlatılmış bir yuvayla, anamla, babamla… Mahbublarım artmış bir bir, annem, babam; ağabeyim, ablam, evimiz, bağımız, bahçemiz, köyümüz, akrabalarımız… Dünya mahbublar diyarı olmuş benim için… Sevgiler biriktirmişim gün gün, yüreğime yeni yeni düğümler atmışım her güzel ânımda, her nefes alışımla… Her damla sütle, her şefkatli elle… Güzel olan her ne varsa, mahbubum olmuş zamanla. Yıllar bir bir eskirken, taze kalmış içimde sevgiler. İlk ayrılıkların başladığı, okul yıllarıyla yeni yeni mahbublar doldurmuş yüreğimi. Yeni sevgiler sarmış her yanımı… Anne derken, öğretmen demeye başlamışım, bunu fark edemeden, yeni sevgiler sarmış yüreğimi… Mahbublar diyarında, bambaşka diyarlara uzanan yeni mahbublar… Zamanla eskimeyen, biriken sevgiler… Küçük bir çocuğun yüreğinde taşıdığı anne sevgisi gibi büyük ya da bir askerin yüreği gibi küçücük…

Bir lamba yanıyor hafif ve sarı

Garip bir yolculuk tren ve Gülce

Bir hançer bölüyor, ah, rüyaları

Bir rüya, bir hançer, bir el ve ve ve (*)

Diyar-ı mahbubdan bir ses yükselir son zamanlarda. Rüyalarda hıçkırık sesleriyle beni çağırır. Mahbublar diyarında, diyar-ı Mahbub… Bir ağlayış, bir bekleyiş… Hançer gibi saplanır Mahbubun sesi… Bir şimşek gibi çakar, ne anne sevgisi ne baba sesi… Bir boşluktan gelir sesi…

Bir lamba yanıyor hafif ve sarı

Esmer delikanlı, hatıra ve kan

Yeşil gözlü kızın hıçkırıkları

Sızıyor bir kapı aralığından

Lambalar yanıyor, hafif ve sarı (*)

Bir titreyiş sarıyor her yanımı. Biri çağırıyor anlayamıyorum. Yağmur yağıyor dışarıda. Ağlayışları duyamıyorum…

Yepyeni sevgiler, yeni mahbublar… Muhabbetimi gizleyemiyorum. Muhabbete lâyık ne varsa, yüreğimden atamıyorum… Bir bir biriktiriyorum…

Bir ses geliyor ötelerden. Rüyalarım bölünüyor, sus pus olmuşum… Kendime gelmeye çalışıyorum… Uyanıyorum…

Mahbublar diyarından diyar-ı mahbuba varamadan, geri geliyorum…

(Yeni sevgilerle, yeni hasretlerle, ebede giden yolda bir tek Mahbub’un yanına, mahbublarımla varmayı umuyorum)

*Karakoç, Sezai, Gün Doğmadan, Diriliş Yayınları, 2007

OSMAN KANAT

[email protected]

“Büyüyen bir cemaat”in serencamı

Üstad Bediüzzaman’ın “Nur’un sadık kahramanı ve kumandanı” iltifatına mazhar Zübeyir Gündüzalp’in temsil ettiği “geçiş dönemi” sonrası Risâle-i Nur hareketinin seyrini konu alan dizi-romanın ilk cildi.

“Hayatını dâvâsına adayanlar” adına Mehmet Kutlular’a ithaf edilen kitabın takdiminde, eserin (dolayısıyla serinin) “Nur hareketinde bir dönemin âdeta tarihi kabul edilebil[eceği],” bu açıdan da “roman olmakla birlikte belge niteliği de taşı[dığı]” (s. 7) kaydediliyor.

“Ön söz” mahiyetindeki yazıda ise müellif, eserin “1970’li yıllarda Nur hareketi içinde yer alan ferdî hizmetlerin, cemaatî hamlelerin ve içtimai hadiselerin terennümü olduğu”nu ihsas ederken, bir başka önemli bilgiyi de paylaşıyor: “’Serencam’ hem bir devam hem de bir başlangıç. Muhteva itibarıyla ‘Bediüzzaman Beşlemesi’nin devamı, üslûp cihetiyle ise ‘Nur Hareketi Serisi’nin başlangıcı.” (s. 11)

Evet, bu “belge-roman,” kronolojik olarak kabaca, Zübeyir Ağabey’in 1971 baharındaki vefatı ile 1977 baharındaki genel seçimler arasındaki dönemi kapsıyor. Bu açıdan seri, “Bediüzzaman Beşlemesi”nin bittiği yerden başlıyor. “Üslûp” bakımından ise, beşlemeden farklı bir metot takip edilmiş. Üslûp değişikliği hakkındaki kanaatlerimizi seriyle ilgili genel değerlendirmemize bırakırken, şimdilik, hadiselerin “birinci tekil/teklik şahıs” metoduyla (yani müellifin kendi bakış açısından anlatılıyormuşcasına) aktarıldığını belirtmekle yetinelim...

Şimdi sırada, devrin mühim hadiseleri var (özetle):

*26 Mart 1971’de, CHP’den kopar(tılar)ak bir günde “tarafsız” hâle ge(tiril)en (!) Nihat Erim reisliğinde teknokrat hükûmeti kurulması. *Devrik başbakan ve AP lideri Süleyman Demirel’in, darbecilerin “Cumhurbaşkanı Faruk Gürler+Başbakan Muhsin Batur” planını bozması. *1973 genel seçimleri neticesi 26 Ocak 1974’te Bülent Ecevit liderliğinde CHP-MSP koalisyonunun kurulması. *”Yeni Asya” gazetesi için İstanbul/Cağaloğlu’nda bir bina satın alınması. *"Nur’un avukatı” Bekir Berk’in, denî bir iftira üzerine Suudi Arabistan’a yerleşmek zorunda kalması. *”Yeni Asya” gazetesince, “1974 affı”na karşı bir kampanya başlatılması. *MSP iktidarında bile merkezî Risâle-i Nur hareketinin baskılara maruz kalması! *20 Temmuz 1974’teki Kıbrıs Barış Harekâtı ertesinde, CHP-MSP hükûmetinin dağılması. *Yine “Yeni Asya” tarafından, büyük ses getiren “müstehcen neşriyata hayır” panelinin tertiplenmesi. *1974 affıyla salıverilmiş olan anarşistlerin, memleketi yangın yerine çevirmesi! *31 Mart 1975’te, yaklaşık üç yıl sürecek Milliyetçi Cephe (MC) hükûmetleri devresinin başlaması. *Merkezde (İstanbul) matbaa yok iken Federal Almanya (tevafuklu Kur’ân-ı Kerim) ve ABD’de (üç dilde “The Light/Nur” dergisi) hizmete yönelik matbaalar kurulması. *"Yeni Asya Araştırma Merkezi”nin teşkil edilerek, kitap neşriyatı tarihine geçen muvaffakiyetlere (ilim-teknik, biyografi, ilahiyat, gençlik, sosyal ilimler serileri) imza atılması. *1977 yılında “Köprü” mecmuasının doğması. *3 Nisan 1977’de, tam da Isparta Mevlidi gününde Tahirî Mutlu, peşinden de Hüsrev Altınbaşak Ağabeylerin İstanbul’da vefat etmeleri. *1 Mayıs 1977 “Taksim Katliâmı”nın meydana gelmesi…

“Favori sahne”mize gelince: Anlatıcı, yani müellif, İstanbul’u gezdirdiği Arnavut misafiriyle, günün yorgunluğunu atmak için Eyüp/Piyerloti’deki bir kahvehaneye gelmiştir. İlerleyen dakikalarda garson da “risâle âşıkları” arasına katılacaktır:

“Biz kalkma hazırlıkları yaparken, yanımızdan pek ayrılmayan, konuştuklarımıza kulak kabartan, okuduğumuz kitabı dikkatle dinleyen garson, müeddep tavırlarla yaklaştı. / Garsonun, bazı şeyler söyleyecek gibi bir hâli vardı. Ben onun bu tavrını, içtiğimiz çayların / kahvenin parasını isteme tarzı olarak değerlendirdim ve cebimde bozukluk olduğu hâlde borcumuzu sormadan bütün bir para verdim. Para veriş tarzım onun ince hissiyatını incitmiş olmalı ki, isteksizce aldı. Gidip kasaya bozdurdu; çayların / kahvenin parasını alıp üstünü verdi ve aynı müeddep tavırlarla kenara çekilip durdu. / Ben bu duruşun bir bahşiş bekleyişi olduğunu düşünerek avucuna hatırı sayılır bir kâğıt para sıkıştırmaya çalıştımsa da almadı. Israrım karşısında ise, rencide olduğunu ifade eden bir ahvalle boyun büktü. / ‘Ben sizden bahşiş istemiyorum efendim.’ / ‘Bahşiş istenmez, verilir.’ / ‘Lütfen ısrar etmeyin!’ / ‘Peki.’ / ‘Benim sizden başka bir ricam var.’ / ‘Buyurun.’ / ‘Ya buraya sık sık gelip böyle kitap okuyun, sohbet edin…’ / ‘Ya da?...’ / ‘Ya da o kitabı bana satın!’ / Garsondan böyle bir talep beklemediğimden heyecanlanmıştım. Bir anlık tereddütten sonra kitabı çantamdam çıkarıp uzattığımda, onun memnuniyeti şaşılacak kadar aşikârdı…” (s. 354-355)

Böylesi sahnelerin bol olduğu eserde harika bir “Nilüfer çiçekleri = Nurcular” benzetmesi var ki (s. 407-435), okumanız dileğiyle size bırakıyoruz!

Sonuç olarak, Risâle-i Nur hareketini bölüp parçalama teşebbüslerine rağmen sinmeyip hamle üstüne hamle yapan Nurcuları anlatan bir kitap.

***

SERENCAM (Nur Hareketi Serisi - 1)

Yazan: İslâm Yaşar Sayfa Sayısı: 456 Ebatları: 13,5x19,5 cm Türü: Roman Yayınlayan: Yeni Asya Neşriyat

Yayın Tarihi: Nisan 2000

ORHAN GÜLER

[email protected]

İhtiyarlık sabahıyla uyanmak…

-Bir rüyâ serencamı-

Uykulu gözlerle gece zar zor uyuyabildiğim yatağımdan, sabahın ‘sabah oldu’ denilen vakitlerinde uyandım.

Her zamanki gibi bir ayna başucumda, kalkınca ona bakıyorum. Ama bugünün zorluğu tarif edilemez derecede çetindi. Başucumda bulunan aynaya baktım öyle bir durum ki yüz kırışmış... Saç, kaş ve bıyıklarda bir tel bile siyahlık kalmamış. Çökmüş omuzlar, küçülmüş gözler ve kamburlaşan bel ile aynaya bakmak için kafanın acı acı dik durmaya çalışmasına şahid oldum. İhtiyarlık sabahıyla uyanmak. Evet şahit oldum, ihtiyarlığın acılığına şahit oldum.

Bu bir rüya olmalıydı. Uyan artık! diyordum, rüyada teselli ediyordum kendimi, geçmediğini görünce şiddetle tokatı indiriveriyordum. Ter basıyor, her şey son bulmuş gibi, ah-vah! çekiyordum. Evet, galiba korkuyordum, ihtiyarlıktan korkuyordum.

O halde evdekiler görüveriyor, “Ne oldu sana, hani gençliğin? Yoksa yaşayan bir ölü müsün?”

Yaşayan bir ölü olmak ne kadar da ağırdır. İhtiyarlık mı hak ediyor bunu? Asla!.. Yoksa gençliğin yerine geçmesiyle, ihtiyarlığın çekemeyişinin tezahürü müydü bu sözler? Veya müjdelenen o, en hayırlı gençliği yerine getiremeyişimizin sebebinden mi doğmuştur?

İhtiyarlık tokadıyla üzerime geliniyor, ben ise susuyorum. Aslında konuşmak istiyorum!

“Hayır, dinleyin bu bir rüya! Birazdan uyanacağız, eskisi gibi olacağız. Bir günde böyle olmak imkânsız, ihtiyarlık sabahıyla uyanmak imkânsız!”

Bağıra bağıra sokağa fırlatıyorum kendimi. İhtiyarlıktan kaçar gibi, ama peşimden geliyor, fark ediyorum..

Kimse görmesin diye hızlıca yürüyorum, bir boşlukta gibi. Gidecek yeri bile bilmiyorum, dönüp dolaşıp aynı yerlerden geçiyorum. Bazen kaçıveriyorum, sonra yorulduğumu hissedince, duraksıyorum. Kaldırım taşına atıyorum kendimi, oturuyorum, derin bir nefes alıyorum. Derin bir nefes, nefessizlikten doğduğunun farkına varıyorum.

Belki bu bir rüyaydı! Geldi geçti. Gençlikte aynen bir rüya gibi geçecek!

“En hayırlı genç odur ki; ihtiyar gibi ölümü düşünüp ahiretine çalışarak, gençlik hevasına esir olmayıp gaflette boğulmayandır!” (Hadis-i Şerif meâli)

Gençken ihtiyar edebilen kudret sahibi Rabbimizden dilediğimiz, Peygamberimizin (asm) buyurduğu en hayırlı gençten olmayı bizlere nasip eylesin. İhtiyar olmadan gençliğin kıymetini bilen, ihtiyarlığında da tahkikî iman sayesinde, ihtiyarlığına ebedî bir gençlik nazarıyla bakabilenlerden eylesin. Âmin..

Gör(e)meme hastalığına karşı ilâç

Hep derim bakmak başka, görmek başka diye. Kâinata baktıkça Yaratanın o güzel nimetlerini görebilmek ne büyük bir nimet. Düşündüğümüzde, göz bir nimet iken görebilmek de ayrı bir nimet, bakmanın yanında.

En yakınımızda, bize verilen bu vücut nimetinden tutun da, dindar bir aile ve çevre, güzel bir ülke ve harika bir seyrengâh olan şu yaşadığımız yer küre. İşte bunlar, o bahsettiğimiz bakmakla mânâ kazanıyor.

Yukarıda dedik ya, bakarken görebilmek de bir nimet diye. İşte öyle bir zamanda seyir vaziyetindeyiz ki, TV gibi bir nimet her şeyi hazır bir kurgu içinde doğru veya yanlış önümüze koyuyor. Görünmeyen manyetik çizgileri ile bizi hipnoz ediyor sanki. TV-İnternet âlemi gibi nimetler, mahiyetini iyi kavrayamadığımız için, gözlerimize zamanla inen perdeleri daha da kalın motiflerle süslemiş hâle getiriyor.

İşte biz Nurun Talebelerinin (İnşâallah lâyıkızdır) vazifesi, gözlerdeki o kalın perdeleri kaldırmak, açmaktır. Güneş girmeyen eve doktor girer kaidesince, manevî doktorlar olarak hakikatleri, nurları göstererek gaflet perdelerin açılmasını sağlamalıyız.

Yağmurun rahmet olduğunu gösterebilmek...

Verilen bunca nimetin asıl sahibine şükür ederek ebedî âlemde hayat bulacağının idrakini kazandırabilmek, bunu sağlayabilmek…

Bizim vazifemiz ancak, doğru tebliğdir. Çünkü, kalpleri yumuşatacak, perdeyi kaldıracak Cenâb-ı Erhamürrahiminden başkası değildir. İlâcı verip, şifayı hep birlikte Allah’tan dilemeliyiz.

Her an yenilenen görememe hastalığına karşı kendimizi de araştırma içinde hazır tutmalıyız. Her asırda tazeliğini koruyan Yüce Kitabımız Kur’ân’ın bu asrın hastalıklarına merhemi, manevî mu'cizesi olan Risâle-i Nurları sürekli okumalıyız. Ama nasıl okumak; panzehiri önce kendine enjekte ederek...

SELİM A. PALA

[email protected]

18.09.2010

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Elif Eki

  (07.08.2010) - Ramazan’ı beklerken

  (31.07.2010) - NEVŞEHİR’İN NURLU ŞAHSİYETİ, ÇOCUKLARIN “BİSMİLLAH DEDE”Sİ SON ŞAHİTLERDEN

  (24.07.2010) - Bir haber ve düşündürdükleri

  (17.07.2010) - Onlar İslâma hizmet ettiler

  (11.07.2010) - Almanya’da Risâle-i Nur fütuhatı yaşanıyor

  (03.07.2010) - Said Nursî, hayatını iman kurtatmaya adamış bir mücahit

  (27.06.2010) - Ezanlar okundukça…

  (19.06.2010) - Türkçe ezan laikliğin iflâsı oldu

  (12.06.2010) - İkinci Elif, ikinci yaşında

  (05.06.2010) - Zulüm devam etmez


Son Dakika Haberleri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.