21 Eylül 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

Bilge tarihçi Ziya Nur Beyin ardından...

BİLGE tarihçimiz Ziya Nur Aksun hakkında hazırlanan bir hatıra kitabına konulmak üzere kaleme aldığım yazıya “Aramızda yaşayan Osmanlı vak’anüvisi” başlığını uygun görmüştüm.

Gerçekten de Ziya Bey, Hoca Saadeddin Efendi gibi, Naima gibi, Peçevi gibi, Ahmet Cevdet Paşa gibi ünlü Osmanlı tarihçilerinin günümüzdeki temsilcisiydi. Hiç abartmadan söylemek isterim ki, bendeniz Ziya Nur Bey’le ne zaman karşı karşıya gelsem kendimi bir anda Osmanlı padişahlarının ve Osmanlı müverrihlerinin huzurunda hissederdim. Artık Ziya Nur Bey aramızda değil. Nurlu bir ayda, Ramazan’da, hem de Kadir Gecesi Hakk’a yürüdü. Fetih günü doğdu, Kadir Gecesi göçtü. Ne güzel ve ne anlamlı tevafuk. Ziya Nur Aksun’u ilk defa, “Bediüzzaman Said Nursi ve Tarihçe-i Hayatı” adlı eserde yer alan bir yazısıyla tanıdım. Takriben kırk yıl önce okuduğum bu yazı “Bediüzzaman Kimdir?” başlığını taşıyordu. Son cümlesi ise şöyleydi: “Bu necip millet Bediüzzaman gibi nefsindeki menfaat putunu deviren insanların hizmetine çok, ama çok muhtaçtır. Hukuk Fakültesinden Ziya Nur”

Yetmişli yıllarda sık sık merhum Cemil Meriç’in Göztepe Tütüncü Mehmet Efendi Caddesi’ndeki devlethanesine gidiyor, “Allah’ın iç gözü daha iyi görsün diye, dış gözünü kapadığı bu gerçek ve sahici münevvere” kitap, gazete ve dergi okuyordum. Başka bir ifadeyle ben de Cemil Meriç’in sekreterleri arasına girmenin mutluluğunu yaşıyordum. Merhum, bir gün masasının üstünde duran müheykel bir kitabı göstererek, “Bugünden itibaren bunu okumaya başlayacağız.” dedi. Elime aldığım bu hacimli kitap, Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi’nin “İslam Tarihi”ydi, fakat Ziya Nur ağabeyimiz, bu esere bir o kadar daha ilavede bulunmuş; ezcümle mezhepler, tarikatlar, Osmanlı padişahları, İslam âleminin bugünkü durumu gibi son derece önemli bahisleri eklemek suretiyle bu kıymetli kitabı, “efradını cami, ağyarını mani” bir İslam tarihi haline getirmişti.

“Sadık bir vak’anüvis ve kalb-i râşedar” olan Ziya Nur Bey’in bu kitabından her gün otuz-kırk sayfa kendisine okuyordum. Ben okuyordum, o dinliyordu. Dinlemek ne kelime, adeta kulak kesiliyordu. Zaman zaman araya giriyor; “Evladım! İşte İslam tarihi böyle yazılır!” demekten kendini alamıyordu. Hayatımın en renkli ve zevkli günlerini teşkil eden bu okuma ve dinleme fasılları bir müddet devam ettikten sonra, Cemil Meriç’in de Osmanlı tarihine Ziya Nur gibi baktığını, onun da tam bir ecdat hayranı olduğunu gördüm. Mesela yeniçeri teşkilatının kaldırılması ve İkinci Mahmud’un şekilperestlikten ibaret olan icraatı, sözüm ona ıslahatı hakkında ikisinin de aynı kanaati taşıdığına şahit oldum. 1826 harekatının “Vak’a-i Hayriyye değil, Vak’a-i Şerriyye” olduğunu setre pantolan giyerek, devlet dairelerine resimlerini astırarak ilerleyeceğimizi zanneden İkinci Mahmud’a halk arasında “Gâvur Padişah” denildiğini yine Ziya Nur Bey’den öğrendik. Evet, devlet-i ebed müddetin ihtişamı Ziya Nur kadar, Cemil Meriç’in de gözlerini kamaştırıyor. “Müptezel bir halden, muhteşem bir maziye kanatlanmak gericilikse, ben bir gericiyim” diye haykırmasına vesile oluyordu.

Ellili, altmışlı ve yetmişli yıllarda İstanbul’un muhtelif bölgelerinde fikir loncaları vardı. Buralarda tarih ve edebiyat goncaları açılır, etrafa ilim ve irfan nurları saçılırdı. Uzun yıllar Bayezit Camii’nin hemen yanı başında bulunan ve devrin şairleri, yazarları için tam bir cazibe merkezi haline gelen Küllük daha sonraki yıllarda, “Marmara Kıraathanesi”ne dönüştü. Buraya devam edenlere “Marmaratör” denilmeye başlandı. Gerçekten de Marmara Kıraathanesi, bir nev’i serbest akademiydi. Bundan dolayıdır ki ön tarafında oyun oynanmıyor, gürültü patırtı edilmiyor, tadına doyum olmayan sohbetler yapılıyor, tartışmalar oluyordu. Marmara Kıraathanesi’nin müdavimleri arasında Muzaffer Ozak, Erol Güngör, Mehmet Genç, Mehmet Şevket Eygi, Sezai Karakoç, Filozof Cemal, Hilmi Oflaz gibi isimler başı çekiyordu. Müşterilerinin büyük bölümünü ise bu zevat-ı kiramı dinlemek isteyen meraklı kimseler oluşturuyordu. İtiraf edeyim ki, ben bu ilim meclisinin son günlerine yetiştim ve tam anlamıyla istifade edemedim.

İşte bu Marmara Kıraathanesi’ni şereflendiren en gözde şahsiyetlerden biri de, Ziya Nur Aksun’du. Onun oturduğu masanın etrafını çevirenler, yavaş sesle konuştuğu sözleri dinlemek ve anlamak için adeta kulak kesiliyorlardı. Adı “Deli Mustafa”ya çıkan Sultan Mustafa’nın deli meli olmadığını, tam aksine, İstanbul fırıncılarının ekmek çıkarmaması üzerine gece boyunca uyumayıp çare arayacak kadar aklı başında bulunduğunu, Osman Gazi’nin nasıl “Gazi Hazretleri” olduğunu, Yavuz Sultan Selim’in İttihad-ı İslam idealini ve Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresini, İkinci Abdülhamid’in siyasi dehasını, şehzade katlinin, uyuşuk beyinlerin ve sığ düşüncelilerin anlayamayacağı bir fedakârlık örneği olduğunu ondan öğreniyorlardı.

Sözün burasında itiraf etmek gerekir ki bizim nesil, Ziya Bey’e çok şey borçludur. Onun sayesinde Osmanlı’ya bakış açımızı değiştirdik. Doksanüç Muharebesi’nden sonra Türk milletinin moral açısından büyük bir çöküntüye uğradığını, ondan sonra mağlubiyetlerin birbirini takip ettiğini, yine kendisinden dinledik. Osmanlı fetih ordularının gittikleri yerleri Hıristiyan çapulcuları gibi yakıp yıkmadıklarını, bilakis imar ve ihya ettiklerini, daha doğru ifadesiyle, oralara “medeniyet” götürdüklerini, “nakus yerlerinden ezanlar okuttuklarını”, onun kaleminden ve kelamından öğrendik.

Ziya Nur, Osmanlı tarihini sevdiği kadar, bu muhteşem medeniyete hayranlığını dile getirenlere de ilgi duyuyordu. Dostlarını ve ahbaplarını, Osmanlı âşıkları, tarih meraklıları teşkil ediyordu. Hemen belirtelim ki, merhum Dündar Taşer, bunların arasında önemli bir yer tutuyordu. Nitekim daha sonra kaleme aldığı “Dündar Taşer’in Büyük Türkiyesi” adındaki eseriyle hem bu aziz dostuna duyduğu bağlılığı ve muhabbeti dile getirdi hem de tarih cahili birtakım kimselerin iftiralarının ve isnatlarının ne kadar çürük ve ne derece temelsiz olduğunu gözler önüne serdi. 27 Mayıs Harekatı’nın genç binbaşısı Dündar Taşer’in şüpheli bir trafik kazası sonucu vefat etmesi, Ziya Bey’i büyük bir sarsıntıya uğrattı. Tarih şuurunun mücessem bir misali olan böyle bir sohbet erinin kaybı, onu ziyadesiyle üzdü. Erol Güngör’ün de “İslam’ın Bugünkü Meseleleri”ni tahlil ettiği sırada ve hayli genç bir yaşta aramızdan ayrılmasıyla “Küllük Yârânı”, tam anlamıyla yetim ve öksüz kaldı.

Ziya Nur’un hizmeti sadece bu saydıklarımızdan ibaret değildi. Aynı zamanda günümüzün bir nev’i Evliya Çelebi’siydi. İstanbul’u karış karış dolaşıyor, adım adım geziyor; bu tarihî şehrin camilerini, çeşmelerini, hanlarını, hamamlarını, tekkelerini, dergâhlarını anlatıyor; dünle bugün arasında köprü olmaya çalışıyordu. Bazen tarihî kabristanlarda sabahlıyor, mezar kitabelerinin arasından geçmiş zamanın dağlarına ve bağlarına seyahate çıkıyordu. Zaman zaman, ilk Osmanlı başkentlerinden biri olan Bursa’ya da gidiyor, oradaki ecdat eserleriyle de ülfet ve ünsiyet tazeliyordu. Her yıl düzenlenen Söğüt şenliklerine katılıyor, Yörük çadırlarına misafir oluyor, bir Yörük vatandaşımızın konuşurken “Abdülhamid Efendimiz” demesi ona en büyük zevki veriyordu.

Ziya Nur üstadımıza kırk altı yaşında ağır bir felç geldi. Maalesef konuşma ve yazma yeteneklerini tamamen yitirdi. Sağ elini kullanamaz oldu. Fakat azmini ve metanetini hiçbir zaman yitirmedi. Hak’tan gelen her şeye “Eyvallah!” diyen bir derviş ve ermiş edasıyla hareket etti. Bir zamanlar sözle ve yazıyla dile getirdiği Osmanlı ihtişamını –bu hastalığından sonra ve sol elini kullanmak suretiyle– tablolaştırmaya başladı. Onun aynı zamanda mahir bir ressam olduğunu daha sonra öğrendik.

Hüzün yine hüzün... Ziya Nur Bey’i kaybettik. Kadir Gecesi ebediyete uğurladık. Merhumun cenaze namazını kılmaya hazırlanırken, Saadeddin Ökten üstadımız hoş bir söz söyledi; “Osmanlı padişahları, şimdi Ziya Bey’i karşılamaya hazırlanıyorlar.” dedi. Elhak doğrudur. Ben de aynı kanaati taşıyorum.

Artık ne Marmara Kıraathanesi kaldı. Ne de Sahhaflar Şeyhi Muzaffer Ozak, Ali İhsan Yurt, Prof. Nuri Karahöyüklü, Prof. Erol Güngör, Prof. Mehmet Çavuşoğlu, Hilmi Oflaz gibi Marmaratörler... “Evvel giden ahbaba” Ziya Nur Aksun da katıldı. Bize de Bağdatlı Rûhî’nin şu beytini bir kere daha hatırlattı:

Bozdu cem’iyyetimiz hâke bıraktı bizi çerh

Ayağın altına bak gör ne perişanız biz

Dursun Gürlek/ Zaman, 19.9.2010

21.09.2010


12 Eylül’ü yargılarken...

ÇOK geç oldu ama oldu; otuz yıl sonra nihayet 12 Eylül’ü yargılamayı konuşabilir hale geldik. Hiç olmamasından iyi... Ama kabul edelim ki gelinen bu noktanın kutlanabilir pek bir yanı yok. Aradan otuz yıl geçmiş, Türkiye’nin genç insanları kaybedilmiş, bir kuşak neredeyse tamamen siyaset dışı bir hayata zorlanmış, ülkenin enerjisi yok edilmiş... Ama maalesef sınırlı sayıdaki aydınlardan gelen cılız itirazlar dışında olan bitene uzun süre ciddi bir toplumsal itiraz ortaya konamamış. Aksine özellikle ilk on yıl boyunca darbeciler baş tacı edilmiş, eski siyasilerse adeta lanetlenmiş. Yönetime silah zoruyla el koyanlara devletin en üst makamları altın tepside ikram edilmiş. Üniversitelerde kendilerine fahri doktora unvanları verilmiş, isimleri okullara, caddelere taksim edilmiş. Bugün nihayet kısmen maddelerini değiştirmeye çalıştığımız darbe anayasası rekor oyla kabul edilmiş, vs...

Otuz yıl sonra başardığımız şey kötünün iyisi sadece, asla toplumsal bir zafer değil! Bunu itiraf etmek, tam da bu noktada toplum olarak özeleştirimizi yapmak zorundayız. Neyin özeleştirisi? Gelin birlikte düşünelim: 12 Eylül’de ne oldu? Silahlı Kuvvetler yönetime el koydu. Yönetim dediğimiz şey, kahir ekseriyeti gri renkli olan birtakım kamu binaları, makam koltukları, evrak klasörleri falan mıdır? Elbette değildir; yönetim dediğimiz şey halkoyuyla iktidara taşınmış bir hükümet ve yasama kurumunu oluşturan milletvekilleridir. Milletvekilleri adları üstünde millete vekalet eder. Yani milletvekilleri milletin aslı gibidir. Dolayısıyla 12 Eylül’ün devre dışı bıraktığı şey millettir, millet iradesidir. Ve milletin buna kayda değer bir itirazı olmamıştır. Olan biten içe sindirilmiş, ülkeyi darbecilerin yönetmesine ses çıkarılmamıştır. Belki ilk fırsatta yönetimin yeniden sivillere geçmesine imkan sağlanmıştır ama onun öncesinde toplumsal manada ne darbeyle, ne cuntayla, ne kurulan antidemokratik yapıyla ciddi bir yüzleşme ya da hesaplaşma eğilimi ortaya konmamıştır. Bu uzun sürmüş sessizliğin toplumsal özeleştirisi yapılmalıdır. Bu utanç bir daha yaşanmasın diye değil sadece; bu toplumun insanlarının kendilerine saygılarını geri kazanabilmeleri için aynı zamanda. Hepimizin bilinçaltında var bu utancın izleri... 12 Eylül’ün de, 27 Mayıs’ın da, öteki cuntacı dayatmaların, muhtıraların, posta koymaların da sıkıntısını taşıyoruz içimizde. Çünkü sessiz kaldık, seyrettik olan biteni. Oylarımızla seçilen bir Başbakanı astılar, gıkımız çıkmadı. Durun asmayın diyemedik, suçluluk duygusuyla fotoğraflarını astık sadece duvarlara yıllar boyunca. 12 Eylül’de bir sağdan, bir soldan astılar, yaşı tutmuyorsa büyütüp astılar, yutkunduk kaldık sadece. Onca muhtıra yedik, ne oluyoruz diyemedik. Şimdi dünya değişiyor, biz de nihayet değişiyoruz. Darbecileri, cunta zihniyetini, aklına esince yönetime el koyanları, ikide bir vatandaşa posta koyanları nihayet tartışıyoruz. Hatta ucundan köşesinden yargılamaya da başladık. Bu hiç kuşku yok ki çok önemli bir gelişme... Türkiye’nin önünü açacak ilerlemeler bunlar... Ancak yeniden bu karanlık iklimlere geri dönmemek için kendimizle yüzleşmeyi de ihmal etmemeliyiz. Şunu bilelim ki darbeleri kabullenen toplumlar ancak darbeci zihniyetlere bu kadar uzun zaman mahkûm olurlar. Biz de maalesef öyle seyirci bir toplum olduk geçmişte.

“12 Eylül’ü yargılayalım” seslerine gönülden katılıyorum, bu ağır suç cezasız kalmamalı. Ancak bu yargılamadan seyircilerin payına düşen suçla da yüzleşelim hepimiz. Bugün doğruyu en gür sesimizle seslendirirken geçmişteki trajik sessizliğimizi de vuralım kendi yüzlerimize. Bugün kendimizle yüzleşebilirsek, işte o zaman gerçekten değiştirebiliriz ülkemizi.

Gökhan Özcan Yeni Şafak, 20.9.2010

21.09.2010

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Son Dakika Haberleri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.