Altmış yıllık ömrümüzde iki tam darbe, (27 Mayıs 1960 ve 12 Eylül 1980) iki muhtıra, (12 Mart 1971 ve 27 Nisan 2007) bir adet “post modern darbe” (28 Şubat 1997) ve bir de 15 Temmuz 2016 “darbe teşebbüsü” olmak üzere, milli iradeye karşı altı adet kalkışma ile karşılaştık. Hepsinden de değişik derecelerde etkilendik, mağdur olduk.
Fakat Allah’a hamd ediyorum ki, hiçbir darbe ve türevine karşı en ufak bir sempati duymadık, hiç birisini haklı görmedik. Bu anlayışımızda, küçük yaşta Risale-i Nur’u ve Yeni Asya’yı tanımış olmanın büyük payı vardır.
Cumhuriyet tarihimizde darbe geleneği, 27 Mayıs 1960’da başlamış olup, onun da evveliyatı, Halaskâr-ı Zabitan Grubu (1912) ve 31 Mart Vak’asına (13 Nisan 1909) kadar uzanmaktadır.
27 Mayıs 1960’da henüz beş yaşında bir çocuktum. Ama büyüklerin gözlerindeki büyük korkularını görmüş, jandarmanın köy meydanındaki estirdiği dehşet havasını hissetmiştim. 12 Mart 1971’de ise, 16 yaşında bir lise öğrencisiydim. Ama o yıllarda tanıştığım Yeni Asya Gazetesi muhtıra aleyhindeydi ve demokratik sistemi savunuyordu. İşte o yıllarda benim de kafamda demokratik bir bilinç gelişmeye başladı. Bir çok arkadaşım muhtıracıları desteklerken, biz halkın seçtiği kişilerin yine halk tarafından değiştirilmesi gerektiğini söylüyorduk.
İlk büyük darbeyi ise, 12 Eylül 1980’de yaşadık. O yıllarda asker olmamız hasebiyle, aynelyakin, hatta hakkalyakin olarak kendimizi darbenin içinde bulduk. Emrimize verilen bir manga askerle, sabah saat 04.00’de bir sokağı tutmuş, camiye gitmek üzere evinden çıkan insanları geri çeviriyorduk. Hayatımın en zor ve en acı verici görevini ifa etmek zorunda kalıyordum. Daha sonraki yıllarda da, 12 Eylül’ün acı sonuçlarını yaşamaya devam ettik.
28 Şubat 1997 Postmodern darbesi, en büyük darbeyi dindarlara vurdu. Bunların başında ise yine Yeni Asya Gazetesi vardı. Hemen bütün yazarları mahkemeye verildi, bizim de içinde olduğumuz on kadar yazarı DGM tarafından çeşitli cezalara mahkum edildi. 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsü ise, diğerlerinden çok farklı bir özellik taşıyordu. Ne Hasan Mutlucan türkülieri ne de mehter marşı vardı. Başarısız ama en çok kanın döküldüğü bir darbe teşebbüsü oldu. Daha önceki hiçbir darbede görünmeyen dehşetli olaylar yaşandı. Milletin kalbi olan meclisi ilk defa bombalanıyordu. Önceki darbelerde evinden çıkamayan halk, bu defa sokaklara, meydanlara aktı.
Şimdi insanın aklına şu geliyor: Menderes, halkın en çok sevdiği bir lider olarak, 26 Mayıs’ta büyük tezahüratlarla karşılanırken, 27 Mayıs günü Kütahya’da tutuklandığında, arkasında kimseyi bulamadı. Yani halk, kendi seçtiği ve mitinglerde canını verecek kadar sevgi gösterisi yaptığı başbakanını yalnız bırakmıştı. Bunun da sebepleri vardı elbet. Zira halk, yıllarca tek parti döneminde ağır baskılar altında kalmış, jandarma gücüyle korkutulmuştu. Tekrar jandarmayı sokaklarda görünce, sokağa çıkmaya cesaret edememişti.
Demirel hep “şapkasını aldı gitti” diye suçlanıyor. Ama o da Hamzakoy’a giderken yanında ve arkasında kimse yoktu. Çünkü halk üzerindeki asker korkusu devam ediyordu. Öyle ki, hiç kimse Demirel’in adını ağzına alamıyordu. Onun için kendisine “bir bilen” diye kod adıyla hitap ediliyordu. Evet şapkasını aldı gitti ama, tek başına mücadeleye devam etti, herkesin sustuğu bir zamanda “konuşan Türkiye” diye meydanlara çıktı, milletin üzerindeki ölü toprağını attı, siyasi hakkını tekrar kazandı. Ve bu mücadeleyi yaparken, o meşhur şapkası yine elindeydi. Yani şapkasını aldı gitti ama, o şapkayı sallaya sallaya tekrar geldi. Böylece millete de bir cesaret geldi.
Önceki darbelerde darbeciler sivillerden destek alıyorlardı. Her darbenin taraftarları ve muhalifleri vardı. Mesela 27 Mayıs darbesini meşru görenler, 12 Eylül’ü haksız görüyorlardı. 28 Şubat’ı haklı bulan, hatta o meşhur brifinglere katılarak darbecilere destek veren sözde aydınlar, gazeteciler, hukukçular vardı. İlk defa 15 Temmuz’da basınıyla, sivil toplum örgütleriyle, halkıyla, bir bütün olarak darbeye karşı çıkılmış ve bu sayede bastırılmıştır.
Her darbeye ve darbenin her türevine şiddetle karşı çıkan, hiç bir darbeyi meşru görmeyen tek gazete Yeni Asya gazetesi ve tek cemaat de Risale-i Nur’un sadık talebeleri olan Yeni Asya Nur cemaati olmuştur. Fitne, bu cemaatin içine de el atmış, bazılarını yanına çekmeyi başarmış ama, Yeni Asya çınarının ana gövdesine zarar verememiştir. Çünkü Yeni Asya, Üstadı Bediüzzaman’dan şu dersi almıştı. “Ancak yalnız kalb-i millet hükmünde olan meclis-i meb’usan ve fikr-i ümmet makamında olan meşveret-i şer’î ve seyf ve kuvvet-i medeniyet menzilinde bulunan hürriyet-i efkâr o devleti taşıyabilir ve idare ve terbiye edebilir.” Onun için darbe kimden ve nereden gelirse gelsin, kime karşı yapılırsa yapılsın, kayıtsız şartsız, “ama”sız, “fakat”sız karşı çıkmış, bunun bedelini de şerefiyle ödemiştir. Bunun aksini iddia edecek gafiller ve sefiller çıkabilir ama, Yeni Asya’nın şanlı mazisi onları susturacak, itham ve iftiralarını yüzlerine çarpacaktır.