“Biz muhabbet fedaisiyiz, husumete vaktimiz yok”. Bu kısa cümle, iman hizmetinin temel prensiplerini ihtiva ediyor diye düşünüyorum.
Zira muhabbetin olmadığı yerde ne uhuvvet olur, ne himmet ne de hizmet. Oraya ne rahmet iner, ne de bereket. Ne kardeşler arasında irtibat olur, ne de istinat. Ne ihlas kalır, ne de ne sebat, ne sadâkat. “Muhabbet, şu kâinatın bir sebeb-i vücudur, hem şu kâinatın rabıtasıdır, hem şu kâinatın nurudur, hayatıdır” diyor Üstad Hazretleri. Bu kadar önemli bir duygu, acaba kalbimizde ne kadar yer tutuyor? Veya, hakiki muhabbeti taşıyacak kadar kalbimiz geniş mi?
Parolamız, “ biz muhabbet fedaisiyiz, husumete vaktimiz yok” olduğuna göre, muhabbet potasında pişmek, yanmak ve yok olmak gerekmektedir. Yani muhabbet için, kardeşlerimizi sevmek için kendi nefsimizi ve nefsani arzularımızı feda edebilmeliyiz. Gerektiğinde muhabbet potasında eriyip yanabilmeliyiz. Zaten yanmayı göze almayan muhabbet meydanına çıkmamalı. Mevlâna Hazretlerinin “ hamdım, piştim, yandım” sözü, muhabbet fedailiğinin bir başka şekilde ifadesi olsa gerek.
Muhabbet fedaisi olmak o kadar kolay bir şey değildir. Derslerde bu mevzuları okumak ve dinlemek hoşumuza gidiyor. Belki dilimizde de sık sık bu vecizeyi tekrar ediyoruz. Ama muhabbet sözde değil de özde olmadıkça, muhabbet fedaisi olunmuyor. Muhabbet fedaisi olmayanların da husumete bol bol vakti kalıyor. Kardeşlerini her fırsatta karalayanları, iftira larla ihbar edenleri görüyoruz. Netice veriyor ki, muhabbet fedaisi olamamışız. Gerçekten muhabbet fedaisi olabilseydik, bu kadar husumete vakit bulabilir miydik?
Rahmetli Abdurrahim Karakoç bir şiirinde şöyle diyor:”Bu hududu kimler çizmiş gönlüme,/ Dar geliyor, dar geliyor gardaşım.” Acaba gönül hudutlarımız çok mu dar ki, içine kardeşlerimizin muhabbetini sığdıramıyoruz? “Kalbi geniş olanın kabri de geniş olur” sözü inancımızla ilgili büyük bir hakikati dile getirmektedir. O halde dava arkadaşlarımızla aynı zamanda, aynı mekanda, aynı gaye için bir araya gelmekten neden çekiniyoruz?
Her konuda ifrat ve tefritten uzak durup, vasatı tavsiye eden Üstâd Hazretleri, kardeşler arasındaki irtibat söz konusu olunca, “ fevkalade sadakat ve sebat ve müfritane irtibat ve ihlas lazımdır” diyor. İrtibatın en önemli vesilesi ise, muhabbettir. İnsan sevmediği kimseyi görmek bile istemez. Onunla ne diye irtibat kursun ki? Ama biz hakiki kardeşliği tesis etmek ve hizmetimize bir fabrikanın çarkları gibi uyum içinde devam etmek istiyorsak, kardeşlerimiz sevmekle mükellefiz.
Risale Nur’da muhtelif yerlerde uhuvvet, muhabbet, ittihad ve imtizaç gibi mevzular ders veriliyor. 20. Lem’a, 21. Lem’a, 22. Mektup ve daha pek yerde bu hakikatler anlatılıyor. Mü’minler arasındaki, hassaten nur talebeleri arasındaki muhabbet ve uhuvvettin önemine dikkat çekiliyor. İhlâs Risalesinin “ laakal on beş günde bir okunması” tavsiye ediliyor.
Bu kadar hasletleri, güzellikleri, meziyet ve faziletleri ihtiva eden ihlâs, bugün ve her zaman en çok muhtaç olduğumuz bir kuvvettir. En şedit düşmanlara, en dehşetli nifaklara, en meş’um musibetlere ancak ihlas kuvveti ile karşı koyabiliriz. Onun için “ İhlası kıracak esbabdan; yılandan, akrepten çekindiğiniz gibi çekininiz” İhtarı, hayatımızın en önemli düsturlarından birisi olmalıdır.
Muhabbet ve uhuvvetteki kuvvet, kâinatı ve küreleri bir birine bağlayan manevi zincirler kuvvetinde olduğu halde, bizi bir birimize bağlayamıyorsa, ene ve enaniyetimizin kâinattan büyük olduğunu kabul etmek zorundayız. Böyle bir enaniyetten Allah’a sığınırız.
Üstâd Hazretleri ne kadar doğru bir teşhis koymuş. Zira husumete açılan kapılar, kardeşini tenkit etmekle başlıyor. Zamanla tenkit tahrike, tahrik de tezyife dönüşüyor. Tezyifler, ithama, ithamlar iftiralara kadar gidiyor. Halbuki kardeşliğin gereği uhuvvet ve muhabbettir. Husumet ve adavet değildir. Adavetin ehemmiyetsiz esbabını, muhabbetin dağ gibi neticelerine tercih etmek bir divaneliktir.
“Sebeb-i muhabbet olan iman ve tevhid, Cebel-i Uhud gibidir. Sebeb-i adâvet olan şeyler çakıl taşları gibidir. Çakıl taşlarını Cebel-i Uhud’dan daha ağır telâkki etmek ne kadar akılsızlıksa, mü’minin mü’mine adâveti, o kadar kalbsizliktir.”
(Hutbe-i Şamiye, 152)