Genç bir nüfusa, bereketli topraklara ve zengin kaynaklara sahip bir milletiz.
Tarihimiz, terakkiyat, fazilet ve yüksek medeniyet gibi şeref levhaları ile doludur. Osmanlı’dan muhteşem bir mazinin mirasını devraldık. Bu kadar müsait bir durumda, bu kadar zengin bir tarih ve kültür birikimine sahip olduğumuz halde, medeniyet yarışında bu kadar geride olmak, sıhhatli bir millî bünyeye sahip olmadığımızı göstermektedir.
Cumhuriyet kurulurken, “Muassır medeniyet seviyesine çıkmak ve “ilelebed payidar olmak” parolası ile yola çıkılmıştı. 93 Yıldır bu yolda yürüyoruz, ama hâlâ muassır medeniyet seviyesinin çok uzağında bulunuyoruz. İlelebed payidar olmak için ise, sıhhatli ve kuvvetli bir bünyeye sahip olmak gerekiyor. Fakat şu halimizle, millî bünyemizin hiç de sıhhatli ve kuvvetli olmadığı görülüyor. Sık sık ihtilâl sıtması ile sarsılıyoruz. Tarımdan ticarete, eğitimden adalete, ekonomiden siyasete kadar her alanda zaafiyet geçiriyoruz.
Asrın tabibi, daha kuruluş aşamasında cumhuriyetin yanlışlarını, eksiklerini ve zaaflarını tesbit ederek ilerde meydana gelebilecek hastalıklar konusunda baştakileri ikaz etmişti. “Bu inkılâb-ı azimin temel taşları sağlam gerek” diyerek, temeldeki yanlışlıkları göstermişti. “Bu milletin ruhu İslâmiyettir” diyerek, millî bünyenin İslâmiyetin iman, ahlâk, fazilet ve hürmet pınarlarından beslenmesi gerektiğini ifade etmişti. Fakat, onun irşad ve ikazlarına kulak asılmadı. Aksine, sistemin hâkim güçleri bu şifalı pınarları kurutmak için kalplerdeki iman esaslarını söküp atmak istediler. Bu şekilde hastalıklı ve zayıf bünyeye daha kolay hükmedeceklerini düşündüler. Bu düşünce ile milletin moral değerlerine ve mukaddeslerine savaş açtılar. İnkâr, ihanet ve istibdat mikrobu ile millî bünyemizi zehirlediler. Ondan sonra da çeşit çeşit sari hastalıklar ortaya çıktı. Yirmi birinci yüzyıla girdik, daha dün bizden ayrılan küçük devletler, büyük bir hızla kalkınıp zenginleşirken, biz zengin kaynakların fakir bekçileri olmaya devam ediyoruz. Yıllarca “bir Türk dünyaya bedeldir” hamaseti ile avunduk, “bir dolar kaç Türk lirasına bedeldir” diye hiç düşünmedik.
Geçmişte dine darbe, devlet eliyle vurulmuştu. Yanlış uygulanan laiklik anlayışıyla, dinsiz bir nesil yetiştirilmek istenmişti. Milletin kalbindeki imanı söküp almak için kalplere atılan inkâr mikropları, Asrın tabibi tarafından teşhis edilmiş, tedavi yoluna gidilmiştir. Vicdanlar üzerinde şiddetli bir baskı kurulduğu ve herkesin susturulduğu bir zamanda, Bediüzzaman gibi bir kahraman çıkmış, Kur’ân’ dan terkip ettiği reçetelerle milletin kalp hastalığına çareler sunmuştur. Bu reçetelere müraacat edildiği ölçüde, milletin huzuru yerine gelmiş, millî bünye sağlığına kavuşmuştur. Terk edildiği zaman da, hastalıklar yeniden nüksetmekte, rahatsızlıklar artmaktadır.
Bugün içinde bulunduğumuz sıkıntıların sebebi de, Risale-i Nur’da gösterilen ölçülerden uzak kalmak, Bediüzzaman’a kulak vermemekten kaynaklanmaktadır. Devletin, kalplerdeki imanı söküp atmak için gösterdiği gayret ne kadar yanlış ise, devlet eliyle kalplere iman yerleştirmeye çalışmak da o kadar yanlıştır. Milletin dinî duygularının takviye edilmesi gerekmektedir, fakat bu iş devlet eliyle ve “dindar gençlik yetiştireceğiz” sloganı ile olmuyor. Başımızdakilerin dindar olması da, milletin kalp hastalığına çare değildir.
Maddî ve manevî hastalıkların bu zamandaki en kuvvetli ilâcı, Risale-i Nur reçetelerinde gösterilmiştir. İşte bu reçetelerden bir kaç tanesi:
“Bu asırda, milleti anarşilikten, tereddî ve tedennî-i mutlakadan kurtaracak yegâne çaresi, Risâle-i Nur’un esasatıdır.” (Kastamonu Lâhikası, s. 99)
“Dinin meseleleri terk ve fedâ edilmesinden, zarardan başka ne faydası görüldü? Milletin kalb hastalığı zaaf-ı diyanettir. Bunu takviye ile sıhhat bulabilir.” (Divan-ı Harbi Örfi)