“Ve o mü’minler ki, onlar namazları üzerine muhafazada bulunurlar.” (Mü’minun Sûresi, 9)
İnsan şiddetli bir yağmura yakalansa, bir şemsiye altına sığınmaya çalışır. Doluya yakalanacak olsa, kendini bir saçak altına atmak için koşar. Bir de bugün dünyanın bir çok yerinde olduğu gibi havadan üzerine bomba yağacak olsa, sağlam bir sığınak bulmak için canını dişine takar, oraya ulaşmaya çalışır.
Halbuki her an üzerimize sağanak sağanak günah yağmurları, şer doluları ve musîbet bombaları yağıyor. Bunlardan korunmak için de büyük bir şemsiyeye, sağlam bir sığınağa, muhkem bir kaleye ihtiyacımız vardır. Bu kale ve sığınak ise, abdest ve namazdır.
Namazı sadece kalıbımızla değil, kalbimizle de kılmalıyız. Namazını hem kalıbı,hem de kalbi kılan bir insan, nefsin ve şeytanın tuzaklarına düşmez. İnsan,kıbleye yönelip tekbir almakla, kendisine bir koruma setti meydana getirmiş olur. Rükuya eğildikçe, şeytanın salvoları boşa gider, secdeye kapandıkça nefsin hücumları tesirsiz hale gelir. Tehiyyata oturduğunda, önünde Resul-ü Ekrem Efendimizi, sağında Hazret Ebubekir’i, solunda Hz. Ömer’i, arkasında Hz. Osman’ı, Hz. Ali’yi ve diğer sahabe-i kiram efendilerimizi hazır bulur. Onların yanına hangi şerrin, şeytanın ve günahın yaklaşması mümkün olabilir ki? Namazı böyle bilen ve böyle kılan bir insan, elbette her türlü kötülükten, günahtan, şerden korunmuş olacaktır.Namaz, abdesti ile bedeni temiz tutarak zararlı mikroplardan arındırdığı gibi, zikir ve tesbihatı ile de kalbi temiz tutar, manevî hastalıklardan korur. Ama, namazı usûlüne ve tâdil-i erkânına uyarak kılmak şartıyla. İnsan namazını ifsat olmaktan korursa, namaz da o insanı her türlü fenalıklardan, musîbetlerden koruyacaktır.