“Emirdağ’da bir gece saat iki buçuktu. Ben Üstadın kapısının önünde zil çalıp çağırır diye bekliyordum. Diğer kardeşler de öteki odadaydı. Ne zil çalmıştı, ne de kimse içeri girmişti. Ama Üstadın odasından kalabalık sesler geliyordu. Üstad zile basmadı, benden başka da kimse içeri giremezdi. Hayret içerisinde kapının anahtar deliğinden baktım. Bir de ne görsem! Birçok genç, Üstadın önünde diz çökmüş, Üstad onlara ders veriyordu. Bir mânâ veremedim. Sabah olunca Üstad beni çağırdı. Sen dedi, ne hakla gece saat iki buçukta anahtar deliğinden bakıyorsun? Bir daha tekerrür etmesin! Meğer Üstadın cinnî talebeleriymiş, onlara ders veriyormuş. İşte Üstad böyle biriydi.”1
Bu kâinatta, vahdaniyet-i İlâhiyeyi cinn ve ins ve rûhaniyata karşı kat’î bir surette gösterip isbat eden birinci, Kur’ân-ı Azîmüşşan olduğu gibi; bu asırda ikinci, üçüncü derecede kemal-i adaletle ve sadık ve musaddak hüccetlerle vahdaniyeti vâzıh ve bahir bir surette, kâinat safahatında ins ü cinnîn enzarına arz edip isbat eden Risâle-i Nur.2
“BİR CİNNÎ BİZİMLE OYNUYOR”
“Bir gün sabah kuşluk vakti idi. Üstadımız odasında gümüş bir lirayı gayb etti. Evin içini, yatağın altını ve bütün her köşeyi aradık, lira yoktu, bulamadık. Üstadımız, Ziya, ben beraberce Emirdağ’ından bir veya bir buçuk kilometre kadar Afyon istikametine doğru yolda giderken yol üzerinde bir parıltı vardı. Baktık o gayb olan bir lira orada. Üstad dedi: ‘Bir Cinnî bizimle oynuyor.’ Aradan otuz iki sene geçti. Ben bu işe hayrette kalmıştım. Böyle bir hadiseye rastlamadım.”3
Evet, Üstad Bedîüzzaman Hazretlerinin iki mümtaz talebesinin hâtıraları böyle.
Bu mes’eleye şu cihetten bakabiliriz: “İlm-i mantıkta ‘kaziye-i makbûle’ tâ’bîr ettikleri, yani büyük zatların delilsiz sözlerini kabûl etmek” prensibi de vardır. Belki bu sözler “mantıkça yakîn ve kat’iyyeti ifâde etmiyor” denilebilir. Fakat bizler “belki zann-ı gâliple kanâat verir” diyebiliriz. Gerçi “İlm-i mantıkda; burhân-ı yakînî, hüsn-ü zanna ve makbûl şahıslara bakmıyor, cerh edilmez delile bakar ki, bütün Risâle-i Nûr hüccetleri, bu burhân-ı yakinî kısmındandır” denilmiş.4
Hem şöyle bir kâide daha var: “Mesâil-i İslâmiyenin tabakatı vardır. Biri burhan-ı kat’î istese, diğeri bir zann-ı galibî ile iktifa eder, başkası yalnız bir kabûl-u teslimi ve reddetmemek ister. Öyleyse, esâsât-ı îmâniyeden olmayan mesâil-i fer’iye veya vukuât-ı zamaniyenin herbirinde bir iz’ân-ı yakîn ile bir burhan-ı kat’î istenilmez. Belki yalnız reddetmemek ve teslimiyetle ilişmemektir.”5 Öyleyse bu mes’eleye ve hâtıralara da bu cihetten bakılabilir ve bakılmalıdır. Burhan-ı yakînî aramak yerine “kaziye-i makbûle” ile veya belki zann-ı galiple kanaat edilebilir.
Yirmi Dokuzuncu Lem’a’da “Kâinat mescidinde namaz kılan ve ibâdet eden insanlar ve cinler Allah’a şahit, âlem mescidinde ibâdet ve tesbîh eden melâike ve rûhâniyat Allah’a delildir.”6 denilir. Ayrıca Hulûsi Ağabeyin Barla Lâhikası mektuplarında “İşte, ittibâ-ı sünnete pek büyük ehemmiyet veren muhterem Üstadımız da, bu asırda ‘Âlimler peygamberlerin mirasçılarıdırlar.’7 sırrınca, içlerine saçılan nifak tohumu yüzünden, hergün biraz daha tevhidi bırakanları, bir kıbleye bağlamak için, Sözler ve Mektubat namındaki Nurlu eserlerle ehl-i îmânı irşada çalışıyor. Küffara, hattâ cin ve şeytanlara dahi, mebde-i nüzûlündeki gibi, nusûs-u Kur’âniyeyi ilân ediyor. Mahfî i’câzı izhâr ediyor.”8 denilmektedir.
On Dokuzuncu Mektub’da ise “Hem deriz ki: Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın nuruyla, terbiyesiyle ve onun arkasında gitmesiyle, binler Şeyh-i Geylânî gibi aktablar, asfiyalar, melâikeler ve cinlerle görüşmüşler ve konuşuyorlar ve bu hadise, yüz tevatür derecesinde ve çok kesrettedir. Evet, ümmet-i Muhammed’in (asm) melâike ve cinlerle temâsları ve tekellümleri ise, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın terbiye ve irşâd-ı i’câzkârânesinin bir eseridir.”9 izahları yapılmıştır.
Bu kısımdaki “Evet, ümmet-i Muhammed’in (asm) melâike ve cinlerle temâsları ve tekellümleri ise, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın terbiye ve irşad-ı i’câzkârânesinin bir eseridir.” kısmı önem arz etmektedir. Öyleyse verese-i nübüvvet vazîfesini deruhte edecek olan zatların da cinlerle temâsları ve tekellümleri, terbiye ve irşâd vazifelerinin hem gereği, hem de hikmet ve hakîkat cihetiyle bir zarûretidir denilebilir.
Yirminci Söz’de de cinlerle temâs ve tekellüme bir açıklama mevcûttur. Şöyle ki; “Âsi şeytanları zincirlerle bağlı olarak ona boyun eğdirdik.”10 “Denize dalarak onun için cevherler çıkaran ve başka işler de gören şeytanları yine onun emrine verdik.”11 ilh. âyetiyle diyor ki: Yerin, insandan sonra zîşuur olarak en mühim sekenesi olan cin, insana hizmetkâr olabilir. Onlarla temâs edilebilir. Şeytanlar da düşmanlığı bırakmaya mecbûr olup ister istemez hizmet edebilirler ki, Cenâb-ı Hakk’ın evâmirine musahhar olan bir abdine onları musahhar etmiştir.
Cenâb-ı Hak, mânen şu âyetin lisan-ı remziyle der ki: “Ey insan! Bana itaat eden bir abdime cin ve şeytanları ve şerirlerini itaat ettiriyorum. Sen de Benim emrime musahhar olsan, çok mevcudat, hattâ cin ve şeytan dahi sana musahhar olabilirler.”
İşte, beşerin, san’at ve fennin imtizacından süzülen, maddî ve mânevî fevkalâde hassasiyetinden tezâhür eden ispritizma gibi celb-i ervah ve cinlerle muhabereyi, şu âyet en nihayet hudûdunu çiziyor ve en faydalı sûretlerini tayin ediyor ve ona yolu dahi açıyor. Fakat şimdiki gibi, bazan kendine emvat namını veren cinlere ve şeytanlara ve ervâh-ı habîseye musahhar ve maskara olup oyuncak olmak değil, belki tılsımât-ı Kur’âniye ile onları teshîr etmektir, şerlerinden kurtulmaktır.12
Dipnotlar:
1- İhsan Atasoy, Zübeyir Gündüzalp, s. 382.
2- Kastamonu Lâhikası, 2013, s. 83.
3- Abdullah Yeğin Anlatıyor: Kaynak: http://www.cevaplar.org/index.php?content_view=1604&ctgr_id=37
4- Emirdağ Lâhikası-I, 2013, s. 169.
5- Sözler, 2013, s. 546-47.
6- Lem’alar, 2013, s. 801.
7- Buharî, İlim:10.
8- Barla Lâhikası, 2013, s. 394.
9- Mektubat, 2013, s. 271
10- Sâd Sûresi, 37:38.
11- Enbiyâ Sûresi, 21:82.
12- Sözler, 2013, s. 407.