"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Risale-i Nur’da cüz-î ihtiyârî (2)

Abdülbakî ÇİMİÇ
01 Şubat 2016, Pazartesi
İnsana verilen cüz-î ihtiyârînin icada kabiliyeti yok, bir emr-i itibarî1 hükmünde olan kisbden (işlemekten) başka insanın elinde bir şey bulunmuyor.

Ancak o cüz-î ihtiyârî küfür ve masiyet (günah), adem (yokluk) ve tahrip nev’inden olduğu için, cüz-î ihtiyârî bir emr-i itibarî ile onları tahrik edip, müthiş netaice (neticelere) sebebiyet verebilir.

Esasında insanın elindeki ihtiyâr pek dardır. Sermayesi bir cüz’î cüz-î ihtiyârî ve fakr-ı mutlak bir insandır. Âciz-i mutlak ve yalnız bir cüz-î ihtiyârîden başka elinde yoktur. Ancak elinde cüz-î ihtiyârî bulunduğundan, bütün esbap içerisinde en geniş bir salâhiyet sahibidir.2 Onun içindir ki insanın mehasini (iyilikleri) hep mevhubedir (hibe edilmiştir), seyyiatı (günahları) meksubedir (kendi kesbidir, işlemesidir). Bu sırdan dolayıdır ki “İnsan, icâdsız bir cüz-î ihtiyârî ile ve cüz’î bir kesb ile, bir emr-i ademî (yokluğa sebep olan iş) veya bir emr-i itibârî (gerçekte olmadığı hâlde var olduğu kabul edilen iş) teşkil ile ve sübut vermekle (gerçekleşmeyle) müthiş tahribata ve şerlere sebebiyet verdiği gibi, nefsi ve hevâsı dâima şerlere ve zararlara meyyal olduğu için, o küçük kesbin neticesinden hâsıl olan seyyiatın mes’uliyetini o çeker. Çünkü onun nefsi istedi ve kendi kesbiyle (işlemesiyle) sebebiyet verdi. Ve şer, ademî (yokluk) olduğu için, abd ona fail oldu, Cenâb-ı Hak da halk etti. Elbette o hadsiz cinayetin mes’uliyetini, nihayetsiz bir azap ile çekmeye müstahak olur. 

Amma hasenât ve hayrat ise, madem ki vücudîdirler, kesb-i insânî (insanın işlemesi) ve cüz-î ihtiyârî onlara illet-i mu’cide (icad edici hakikî sebep) olamaz. İnsan onda hakikî fail olamaz. Ve nefs-i emmaresi de hasenâta taraftar değildir. Belki rahmet-i İlâhiye onları ister ve kudret-i Rabbaniye icâd eder. Yalnız, insan, îmân ile, arzu ile, niyet ile sahip olabilir. Ve sahip olduktan sonra, o hasenât ise, ona evvelce verilmiş olan vücut ve îmân nimetleri gibi sabık hadsiz niâm-ı İlâhiyeye bir şükürdür, geçmiş nimetlere bakar. Vaâd-i İlâhî ile verilecek Cennet ise, fazl-ı Rahmânî ile verilir. Zahirde bir mükâfattır, hakîkatte fazldır. Demek seyyiatta sebep nefistir, mücazata (cezaya) bizzat müstahaktır. Hasenatta (iyiliklerde) ise, sebep Hak’tandır, illet de Hak’tandır. Yalnız, insan îmân ile tesâhub eder (sahiplenir). “Mükâfatını isterim” diyemez, “Fazlını beklerim” diyebilir.3

İnsanda iki vecih var. Birisi, enâniyet cihetinde şu hayat-ı dünyeviyeye nâzırdır. Diğeri, ubûdiyet cihetinde hayat-ı ebediyeye bakar. Evvelki vecih itibarıyla öyle bir bîçare mahlûktur ki, sermayesi, yalnız, ihtiyârdan bir şa’re (saç) gibi cüz’î bir cüz-î ihtiyârî; ve iktidardan zayıf bir kesb; ve hayattan çabuk söner bir şule; ve ömürden çabuk geçer bir müddetçik; ve mevcudiyetten çabuk çürür küçük bir cisimdir. O haliyle beraber, kâinatın tabakâtında serilmiş hadsiz envâın hesapsız efradından nazik, zayıf bir fert olarak bulunuyor.4

Hem îmân, o elinde pek cüz’î bir kesb bulunan cüz’î bir cüz-î ihtiyârî yerine, o hadsiz düşman ve zulmetlere karşı, gayr-ı mütenâhi bir kudrete istinâd etmek ve hadsiz bir rahmete intisâb etmek için o cüz-î ihtiyârînin eline bir vesika veriyor; belki de îmân, o cüz-î ihtiyârînin elinde bir vesîka oluyor. Hem o cüz-î ihtiyârî olan silâh-ı insânî, gerçi zâtında hem kısa, hem âciz, hem noksandır. Fakat, nasıl ki bir asker, cüz’î kuvvetini devlet hesabına istimâl ettiği vakit, binler derece kuvvetinden fazla işler görür; öyle de, sırr-ı îmânla o cüz’î cüz-î ihtiyârî, Cenâb-ı Hak namına, O’nun yolunda istimâl edilse, beş yüz sene genişliğinde bir Cenneti dahi kazanabilir. Hem îmân, geçmiş ve gelecek zamana nüfuz edemeyen o cüz-î ihtiyârînin dizginini cismin elinden alıp kalbe ve ruha teslim eder. Ruh ve kalbin daire-i hayatı ise cisim gibi hazır zamana münhasır olmadığından, pek çok seneler maziden, pek çok seneler istikbalden daire-i hayatına dahil olduğundan; o cüz-î ihtiyârî, cüz’iyetten çıkıp külliyet kesb eder. Zaman-ı mazinin en derin derelerine kuvvet-i îmânla girebildiği ve hüzünlerin zulmetlerini def edebildiği gibi, nur-u îmânla istikbalin en uzak dağlarına kadar çıkar, korkuları izale eder.5

Eğer kader ve cüz-î ihtiyârîden bahseden adam ehl-i huzur ve kemal-i îmân sahibi ise, kâinatı ve nefsini Cenâb-ı Hakka verir, Onun tasarrufunda bilir. O vakit hakkı var, kaderden ve cüz’î ihtiyarîden bahsetsin. Çünkü, madem nefsini ve her şeyi Cenâb-ı Hak’tan bilir. O vakit, cüz-î ihtiyârîye istinad ederek mes’uliyeti deruhte eder, seyyiata merciiyeti kabul edip Rabbini takdis eder, daire-i ubûdiyette kalıp teklif-i İlâhiyeyi zimmetine alır. Hem, kendinden sudûr eden kemalât ve hasenat ile gururlanmamak için kadere bakar, fahir yerine şükreder. Başına gelen musîbetlerde kaderi görür, sabreder. Eğer kader ve cüz-î ihtiyârîden bahseden adam ehl-i gaflet ise, o vakit kaderden ve cüz-î ihtiyârîden bahse hakkı yoktur. Çünkü, nefs-i emmaresi, gaflet veya dalâlet saikasıyla kâinatı esbaba verip, Allah’ın malını onlara taksim eder; kendini de kendine temlik eder. Fiilini kendine ve esbaba verir; mes’uliyeti ve kusuru kadere havale eder. O vakit, nihayette Cenâb-ı Hakka verilecek olan cüz-i ihtiyârî ve en nihayette medar-ı nazar olacak olan kader bahsi manasızdır. Yalnız, bütün bütün onların hikmetine zıd ve mes’uliyetten kurtulmak için bir desise-i nefsiyedir.6

Ey insan! Senin elinde gayet zayıf, fakat seyyiatta ve tahribatta eli gayet uzun ve hasenatta eli gayet kısa cüz-î ihtiyârî namında bir iraden var. O iradenin bir eline duâyı ver ki, silsile-i hasenatın bir meyvesi olan Cennete eli yetişsin ve bir çiçeği olan saâdet-i ebediyeye eli uzansın. Diğer eline istiğfarı ver ki, onun eli seyyiattan kısalsın ve o şecere-i mel’unenin bir meyvesi olan zakkum-u Cehenneme yetişmesin. Demek, duâ ve tevekkül meyelân-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi, istiğfar ve tevbe dahi meyelân-ı şerri keser, tecavüzâtını kırar.7

Evet, insanın elindeki cüz-î ihtiyârî ile işledikleri ef’allerinde Cenâb-ı Hakka ait netâici düşünmemek gerektir.8 Vazifesini yapıp vazife-i İlâhiyeye karışmamak lâzımdır.

Dipnotlar:

1- Gerçekte olmadığı hâlde var olduğu kabul edilen iş.

2- Mesnevî-i Nuriye, 2013, s. 221.

3- Lem’alar, 2013, s. 233, 234.

4- Sözler, 2013, s. 512.

5- Lem’alar, 2013, s. 515.

6- Sözler, 2013, s. 755-56.

7- Sözler, 2013, s. 761.

8- Mesnevî-i Nuriye, 2013, s. 271.

Okunma Sayısı: 2475
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı