“Dünyanın bin sene mesudane hayatının bir saat hayatına mukabil gelmediği Cennet hayatının.....” şeklinde devam eden hakikatını da yanıma alıp, Hz. Yusuf ülkesine uzanarak manevî bir seyahat ediyorum.
“Şu Kur’ân’ı göndermekle biz, size kıssaların, haberlerin en güzelini bildiririz, şüphesiz ki önceden sen bunları bilmiyordun. ( Yusuf: s. 3)
Evet ya Hâlıkâne, “Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Sen her şeyi hakkıyla bilir, hikmetle yaparsın. (Bakara: s. 32)
Aczim, fakrım ve sonsuzlukla kanacak duygularımla, Kur’ân’ın Cennet bahçelerinde seyahat eylemektir muradım. Ben kim, o okyanus-u kebirlerde kulaç atmak kim? Senin himmetinle, ruh sür’atinde okyanusları aşıp ebedler ülkesine daha dünyada iken ulaşmak isterim. Bırakın kâinat okyanusunun sırlarında yol almayı, Sen izin vermezsen bir kulaç bile atamaz; hemen oracıkta kesiliveririm. Himmet Senden ey Kâinat Sultanı.
Yüce Resulünün (asm) “Cennet bahçelerine girin ve yemişlerinden yiyin” emrine imtisalen, Kur’ân Cennetinin Yusuf Kapısını Bismillah nidalarıyla, “Müfettehatü’l- ebvâb (Kapıları ardına kadar açık) söyleyerek çalıyorum.
Senin iznin ve müsaadenle işte girdim kapıdan, zamanın ve sebeplerin sükût edip mefhumunun olmadığı bu ülkenin kapısında beni on bir yıldız ile güneş ve ay Yusuf yüzlü Sultan adına karşılayıp selâmladılar. Yolculuk uzun, Mısır’ın kumistanında yakıcı güneş altında, fakr’u zaruret içinde naçarcasına yol alıyorum.
Daha gidecek çok yolum var, fakat çok susadım, bir katımlık bir azık dışında sahip olduğum bir şey yok, acz ve fakrın doruklarındayım bir nefes alırcasına...
Mısır’ın Kumistanı’nı Cennet menbaından aldığı sularla Cennet bahçelerine çeviren Nil kıyısına ulaşıp, Cennet ırmağından kana kana içiyorum. İşte bütün haşmetiyle Yusuf Yüzlünün sarayı ve saltanat-ı meşhuresi göründü. Ah ne kadar muhteşem ve göz alıcı bir saltanat ve manzara.
Hem denmez mi ki, Cennetin tarlası olan dünya bahçelerinde sultan olacaksan Mısır’a sultan ol.
Veysel Karani’cesine bir umutla saraya yaklaşıyorum, o da ne ?
Bir kalabalık var saray dışında, kalabalığa heyecanla yaklaşıyorum, kalbim küt küt vuruyor. Bir an önce Yusuf’la (as) karşılaşmak istiyorum.
Hem dünya zamanıyla asırlar sürecek bu ulvî yolculuğa onu görmek için çıkmadım mı?
Kalabalığa iyice yaklaşınca, hayretim iyiden iyiye arttı.
Bakışlarımı kalabalığa odakladım iyice. Ağlayıp üzülenler var ortada, en yakınları vefat etmişçesine. Kalabalığın içine giriyorum, bakıyorum bakıyorum, sanki bir cenaze alayı. Dünyalar güzeli Züleyha Anamızı, Yusuf’un kardeşlerini görüyorum hepsi de bitap ve hüzünlü. Kaybedilen Yusufları Mısır Cennetleri ve saltanatları geri getirmiyor ki...
Kendi kendime mırıldanıyorum, “ Bu kadar saltanatı bırakıp gitmenin zamanı mı şimdi?” Fakat emir Yüce Sultandan, O huzuruna çağırıyor. Sultan emreder de gidilmez mi hiç?
Bu hüzünlü halin duyguları kemiklerime ta kalbimin derinliklerine kadar ulaşıyor. Bu kadar yolu yürümeme mi yanayım, yoksa o şevketli sultana kavuşamadığıma mı yanayım ?
Sonra kendimi toparlıyorum, hayalen diyorum ki ”Ey Allah’ın Abdullah’ı, şimdi taziye zamanı, bu hazin ve nurlu heyeti asırlarca yol alıp yanımda getirdiğim Kur’ân’ın taziyenâmesi ile taziye edip, teskin etmen gerek.
O zamanın insanı olmadığımdan, Cenâb-ı Hakk’a tazim ve Sultanlar Sultanı olan Efendimizin (asm) selâmıyla başlıyorum sözlerime. Onun varisinin iksirli mektuplarından birini, huşu içinde beni dinleyen o nurlu cemaate okumaya başlıyorum. Okuduklarımda Yusuf’u, “Teveffenî müslimen ve elhıknî bissalihin (Yarabbi salihlerden olduğum halde beni kendine al!)” diye söyleten, saltanatın zirvesinden kaçarcasına, Mısır’ın bütün dünyanın bin yıllık saltanatının bir saatine değmeyeceği asıl saltanat ve Cennetlerin müjdeleri var. Bu saltanat ve Cennetler asıllarının fâni gölgeleri.Öyleyse bu Cennet gibi görünen yalancı Cennetlerin emvaline bel bağlamak niye?
“Almaya değmez ki hep çürük maldır bu çarşıda/ Öyleyse geç iyi mallar dizilmiş arkasında” söyleyerek başlıyorum asırlar Bedisi’nin Kur’ân’ın nurlu satırlarından aldığı tesellinâmeyi okumaya ve okuyorum, okuyorum Cennet meyvelerinin tadlarını kana kana alırcasına.
Mensuplarını Cadde-i Kübra-i Kur’âniyeye demir attırıp, sadık ve müstakim olanlarının yüzde doksanını, Yusuf’un (as) uğruna dünya saltanatını terk ettirdiği diyarlara götüren ahir zaman Bedisi’nin Kur’ân hakikatlerinden Yirminci Mektubundaki “Veileyhi’l masîr” hakikatının izahını okuyarak taziye ve veda ediyorum o kutlu alaya:
“İşte, şu kelime, bütün müjdelerin fevkinde şöyle müjde eder ve der ki:
Ey insan! Bilir misin nereye gidiyorsun ve nereye sevk olunuyorsun? Otuz İkinci Sözün âhirinde denildiği gibi, dünyanın bin sene mes’udâne hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen Cennet hayatının; ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rüyet-i cemâline mukabil gelmeyen bir Cemîl-i Zülcelâlin daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun. (Yirminci Mektup On Birinci Kelime)
Ve bu yüksek hakikatlerin himmetiyle yaptığım manevîseyahatin rüyasından uyandığımda, bu yüksek hakikatlerin “Teveffenî müslimen” hakikatının bu asırdaki izah ve tefsiri olduğunu anlıyorum ve varlık âleminin en dehşetli ve karanlık asrında istikametle Cadde-Kübra-i Kur’ân’iyede yol almamız için nasiptar kılındığımız bu Kur’ân hakikatleri için Rabbimize ne kadar şükretsek yine de bedelini ödemede aciz kalacağımızı ayne’l-yakin ve hakke’l-yakin görüyorum.....