Kökenleri aynı olan bu iki kavramın manalarını hep merak etmişimdir. Sözlükteki manaları hiç bir zaman benim için tatminkâr olmadı. Sözlükteki anlamları dar, yavan, basit ve sathî olup ufuk açmaktan çok çok uzak. Bu iki muazzam hakikatı o dar kalıplar içinde düşünmemek lazım. Mutlaka bunların çok geniş, çok derin, çok zengin manaları olmalı diye devamlı zihnime takılıyordu. Meselâ Risale-i Nur, baştan başa iman hakikatlarının izahıdır diye defaatla söylemişizdir. Peki, acaba bu hakikatların gerçek manalarını ihata ederek mi söylüyorduk, yoksa bir sloğan gibi ezberleyip mi söylüyorduk? Kendi hesabıma söyleyeyim, bir sloğan gibi kullanıyordum. Bunun tam şuurunda değildim.Ta ki otuzuncu Lem’anın ikinci nüktesini okurken nazarı dikkatımi celbedene kadar…
Evet, hakikat keşşafı, maneviyat âleminin sultanı, Üstadımızın şu nuranî satırlarını okurken fark ettim. Adalet, iktisat ve nezafet gibi üç ziya-i azamı zikrettikten sonra, “rahmet, inayet, hafiziyet misüllü yüzer ihatalı hakikatler” demesi beni uyandırdı.
Üstadımız rahmet’e, inayete ve hafiziyete “hakikat” diyor. Evet bunlar birer hakikattır. Peki rahmaniyetin nasıl bir hakikat olduğunu şu satırlar ne kadar mükemmel ifade ediyor: “Sen yalnız Rahman ismine bak ki, Cennet bir cilvesi ve saadeti ebediye bir lem’ası ve dünyadaki bütün rızık ve nimet, bir katresidir.’’ Evet Rahman ve rahmaniyet hakikatinin enginlere açılan ne kadar geniş bir ufuk açtığı, ve ne kadar ihatalı bir hakikat olduğunu bu ifadeler gösteriyor. Sözlüklerin dar anlamları içinde bu manaları görmek mümkün mü? Bir de akılları ihtizaza getiren şu ifadelere bakalım: “Çünkü bütün hakaik-i mevcudat, ism-i Hakkın şuaatı ve esmasının tezahüratı ve sıfatının tecelliyatıdırlar. Maddî ve manevî, cevherî, arazî herbir şeyin, her bir insanın hakikati, birer ismin nuruna dayanır ve hakikatına istinad eder’’.
Şimdi hakkın ve hakikatın gerçek yüzü göründü mü? Neleri ihata ettiği anlaşıldı mı? Kapsamından hiçbir şeyin hariç olmadığı nazara çarptı mı? Rahmet hakikatını tarif eden başka ifadeler: “Ve kat’iyen anla ki, senin gibi zaif-i mutlak, âciz-i mutlak, fakir-i mutlak, fânî, küçük bir mahlûka koca kâinatı musahhar etmek ve onun imdadına göndermek, elbette hikmet ve inayet ve ilim ve kudreti tazammun eden haikatı rahmettir’’ (Sözler, s. 23) Burada hem rahmetin hakikat olduğu ve hem de içinde ilim, inayet, hikmet ve kudreti barındırdığı açıkça ifade ediliyor. Şimdi hakikatın sınırsız hudutları belli oluyor değil mi? Hakikatları takip ediyoruz.’’ Hattâ muhakkikîn-i evliyanın bir kısmı demişler: “Hakikî hakaik-i eşya, esma-i İlahiyedir.” (sözler, s. 1020) “İşte, hakaik-i eşyanın esma-i İlahiyeye dayandığını ve istinad ettiğini, belki hakikî hakaik o esmanın cilveleri olduğunu’’ ila ahir... gibi ifadeler de hakikatın mahiyetini ortaya koyuyor. (Sözler, s. 1028) ’’Hem Kur’ân, bütün hakaik-i âliye-i İlahiyenin muvazenesini muhafaza etmiş’’ (Sözler, s. 712)
Risale-i Nur Kur’ân’ın semasından nüzul ettiğinden, Kur’âna mensubiyeti itibarı ile O’nda da hakaik’in muvazenesi tecelli ediyor. Onun için hakikatler çürütülemiyor.’’Çünkü menba-ı hakaik olan Kur’ân’ı’’ (sözler, s. 216) Burada zikredilen Kur’ân, sanatlı Kâinat kitabıdır. Buna göre kâinat kitabı baştan sona hakikatlerinn tecellisidir. Risale-i Nur Külliyatı’nda iki binden ziyade Hak ve hakikat kelimeleri geçiyor. Sadece fikre ufuk açmak, hak ve hakikatın uçsuz bucaksız deryasına nazarı dikkatları celb etmek için nümüne olarak Nur Külliyatı’ndan bir kaç alıntı yaptım. Meraklılar o deryaya dalıp tamamını görebilirler. Araştırmacıların ve meraklı okuyucuların nazarına arzettim. İnşaallah istifadeye medar olur…