Bazı dostlar eksik-yanlış bilgilerle yanlış varsayımlar kurup yanlış sorular soruyorlar.
Soru yanlış olunca cevap da elbette yanlış olacak. O yüzden cevap yerine sorunun yanlışlığını göstermek gerekiyor.
Önce iyi bilinen bir örnekle başlayalım:
Yeni Asya yazarlarının ve okuyucularının kendilerinin oy verdiği partiden başka bir partiye oy verdiğini gören bir kısım dindarlar şöyle derler: “Siz ‘şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım’ diyen bir ekolden geliyorsunuz, ama bal gibi siyaset yapıyorsunuz.”
Cümlenin anlamı anlayana nettir: Buradaki “siyaset yapıyorsunuz” cümlesi aslında kılıflı biçimde “siyasî tercihinizi beğenmiyorum” demektir. Yani bu bir hiledir.
Yeni örnek de şu:
Bazı bilgisiz dostlar diyorlar ki “Bediüzzaman bugün yaşıyor olsaydı adalet isteyerek hükümetin işine mi karışırdı yoksa siyasetten uzak durup iman hizmeti yapmaya mı devam ederdi?”
Bu soruyu soranların -güya- delili de Bediüzzaman’a sorulan bir soru ve onun verdiği cevap.
Mealen şöyle:
Sual: Sen tek parti iktidarı döneminde teklifleri kabul edip iktidarla işbirliği yapsaydın yani iktidara nasihat ederek yön verseydin veya iktidardakileri ikaz edip yanlışlara engel olsaydın o dönemde yüz bin adamın zulmen idam edilmesini belki önleyebilirdin. Neden müdahale etmedin?
Bediüzzaman’ın cevabı: Evet, öyle yapsaydım belki bazı insanların dünyası kurtulurdu. Ama siyasetten müstağni kalamamış olacağım için, bu kere de başka bir zarar ortaya çıkardı; kuvvetli iman dersi vererek milyonların ahiretini kurtaran Risaleler meydana gelmezdi. Bu ise bir ahiret zararıdır ve dünya zararına nisbeten kıyas kabul etmez.
Bu sual-cevaptan o bilgisiz dostların –bu dönemin de bir tür tek parti dönemi olduğunu itiraf edercesine- anladığı şu:
“Bu zamanda da Bediüzzaman’ın takipçileri sadece iman hizmeti yapmalı. Siyaset ve devlet işleri hakkında fikir yürütmekten kaçınmalı. Hele muhalefetle beraber olup adalet istemeye asla kalkmamalı.”
Ama bu mana doğru değil. Hatta çok yanlış.
Şöyle:
Öncelikle ezbere biliyor ve hep söylüyoruz ki asıl musîbet ve muzır musîbet insanın dünyasına gelen musîbet değildir. Dünyevî musîbetler hakikatte bir imtihan sorusudur. Sabreden ve hele şükreden kazanır. Zulmen hapsedilmek de böyledir.
Dolayısıyla, yaşıyor olsaydı Bediüzzaman da masum ve mazlûm olanların makamını ve malını yani musîbetin dünyaya bakan yönünü düşünmezdi.
Ama asıl musîbet insanın ahiretine yani dinine ve inancına gelen musîbettir. Zira iman zaafı insanın ebedi hayatını mahveder.
Şimdi soralım:
Bilhassa dindarların iktidarı döneminde -hatta camilerdeki gizli toplantılarda alınan kararlarla- on binlerce masuma, görünüşte din adına, ama aslında iktidarı muhafaza arzusuyla yapılan zulmü gören vicdan sahipleri, bilhassa o masumların akrabaları ve dostları, bu zulüm yüzünden dinden soğurlar ve Allah’ın adaletine inançlarını kaybederlerse ne olur?
Asıl muzır musîbet bu değil midir?
Bediüzzaman ve Kur’ân talebeleri bu musîbete karşı sessiz kalabilirler mi?
Bediüzzaman, nasihatın mümkün olduğu her yerde ve dönemde bilhassa din hizmeti yapanlar için adalet istememiş mi? Mahkeme savunmaları neyi gösteriyor?
Bediüzzaman bilhassa 1950-60 arasında Menderes iktidarını adalete dâvet eden ikaz ve nasihatlerde bulunmamış mı?
Adalet istemek iman hizmetine mani mi? Öyle ise “bu kitapta indirilene iman edin” diyeceğiniz Kur’ân’ın dörtte biri neden adaleti emrediyor?
Bilhassa dindar görünümlü iktidardan samimî adalet istemek o iktidar döneminde iman hizmeti yapmak isteyenlerin hizmetine mani mi olur yoksa önünü mü açar?
Yoksa aslında sizin meseleniz başka mı?
Vicdan sızlatan bu gidişata “dur” diyenlerin sesi sizin de vicdanınızı rahatsız ediyor da nefsinizin konforunun bozulmaması için altınıza izolasyon maddesi mi arıyorsunuz?
Boşuna. Bediüzzaman’dan sizin nefsinize minder de kılıf da çıkmaz.
Zira o bir iman ve adalet abidesidir. Takipçileri de…