Bir küçük not: Son yazımızla ilgili katkıları için Osman ve Tahir Beylere teşekkürler. Ankara’dan Abdüssamet kardeşimiz de “Onlar bize anarşist de deseler müfrit Yeni Asya düşmanlarına ‘ahmak’ demek mecburiyetimiz yok” diyor. Haklı bulduk. Geri aldık.
«««
Külâha gelince: Bediüzzaman’ın Mesnevî-i Nuriye isimli eserinin Arapça aslının merhum Abdulkadir Badıllı tarafından yapılmış olan tercümesinden (s. 80) şunları öğreniyoruz:
Tarih kitaplarına ahmaklığı ile geçen meşhur Hebenneka “kendi nefsinden başka kimseyi tanımayan ve kendini de ancak külâhıyla tanıyan, hatta kalensuvetini (külâhını) başkasının başında gördüğü zaman onu ‘kendisidir’ diye zanneden” bir ahmak.
Yani Hebenneka “külâhı başından gidince” zaten kıt olan aklı da başından giden ve kendisini bile tanımaktan aciz kalan biriymiş. Bunu cebimize koyalım.
«««
Bediüzzaman Lemaat’ta, bugünkü siyaseti de tarif etmek için şöyle diyor:
“Zaman olur; zıd, zıddını saklarmış.
“Lisân-ı siyasette lâfız mânânın zıddıdır. (Siyasetçi söylemek istediğinin tersini söyler.)
“Adâlet külâhını, zulüm başına geçirmiş;
“Hamiyet libasını, hıyânet ucuz giymiş.
“Cihad ve hem gazâya, bagy (isyan) ismi takılmış.
“Esâret-i hayvanî (hayvana yakışan esirliğe), istibdad-ı şeytanî (şeytanî bir tavır olan istibdada), hürriyet nâm (ismi) verilmiş.
“Zıdlarda emsâl olmuş, sûretlerde tebâdül, isimlerde tekabül, makamlarda becâyiş-i mekânî. (Kavramlar, mekânlar, kişiler birbirine karışmış ve karıştırılmış).”
Bu cümlelerdeki “zulmün kendi başına adaletin külâhını geçirmesi”ni de diğer cebimize koyalım.
«««
Okuyucumuz Amine Hanım, mektubunda, Diriliş Ertuğrul isimli riyaset-i şahsiye dizisinin 76. bölümünde Ertuğrul’dan duyduğu sözleri aktarıyor:
“Ne vakit zalimi ateşe atsam, yanında hep başkaları da yanar.”
Hemen ardından annesi Ertuğrul’u şu sözlerle rahatlatıyormuş:
“Onun eceli böyle yazılmış. Evlâdı sebebi oldu. Ne acı bir kader. Allah günahlarını affetsin. Evlât, ye’se düşmeyesin, sen ne yaptınsa Hak için yaptın. Adaleti tesis etmek için çabaladın durdun. Buna ben de şahidim, Allah da şahittir. Sakın ola mücadeleden vazgeçmeyesin. Ne olursa olsun, kanımla canımla, her daim ardındayım bilesin.”
Okuyucumuz Amine Hanım “adalet etmek adına yapılan zulmü hoş gören” bu replikten yola çıkarak soruyor: “Zalimi cezalandırırken yanında masum birileri de yanıyorsa, bu zulüm olmuyor mu? Bu durum filmde ‘ne yaptıysan Hak için yaptın’ denilerek normal bir şey gibi gösteriliyor. Bu adalet midir?”
Cevabını Bediüzzaman versin:
“Adalet-i izafiye ise, küllün selâmeti için cüz’ü feda eder. Cemaat için, ferdin hakkını nazara almaz. ‘Ehvenüşşer’ diye, bir nevi adalet-i izafiyeyi yapmaya çalışır. Fakat adalet-i mahza kabil-i tatbik ise adalet-i izafiye gidilmez; gidilse, zulümdür.”
Bu metni şöyle izah edebiliriz:
Adalet, bazen, mecburen, nisbî ve izafi adalet biçiminde olur. Meselâ kangren olan parmağın kesilmesi zulümdür, ama diğer parmakları ve eli kurtarmaya, yani adalete vesile olduğu için daha büyük zulümden kaçınmak adına bu küçük zulüm tercih edilir. Bu ehvenüşşer adaletidir. İzafi ve nisbidir. Sağlam ele nisbeten çürük parmağı küçük görür ve gözden çıkarır. Mantıklıdır da…
Ama adalet-i mahza (tam adalet, masumu korumaya öncelik veren adalet) mümkün iken, yani izafî adalet alt basamağına düşmeye mecburiyet yok iken, izafî adalete gidilmez, gidilse zulümdür.
Meselâ, kızarıp şişen ve belki de sadece dolama olan bir parmağı, şüphe üzerine, “galiba kangren oldu” diyerek kesmek zulümdür.
Ya da yine hiçbir mecburiyet yok iken, bir ihtimal hesabıyla “bu parmak da kangren olan şu parmağın kardeşi, belki ileride o da kangren olur” diyerek sağlam parmak kesilmez. Kesilirse zulümdür.
Bunu da cebimize koyduk…
«««
Bediüzzaman Kur’ân’dan ve Sünnet’ten aldığı bu kesin ve net adalet dersini şehzade katli meselesine ve suçlunun yanında masumu ateşe atma meselesine tatbik ediyor.
Otuzuncu Lem’a’da konuyu şöyle ifade ediyor:
“Çok yerlerde katî delillerle ispat etmişiz ki, hâkimiyetin en esaslı hassası istiklâldir, infiraddır. Hattâ hâkimiyetin zayıf bir gölgesi, âciz insanlarda dahi, istiklâliyetini muhafaza etmek için, gayrın müdahalesini şiddetle reddeder ve kendi vazifesine başkasının karışmasına müsaade etmez. Çok padişahlar, bu redd-i müdahale haysiyetiyle mâsum evlâtlarını ve sevdiği kardeşlerini merhametsizce kesmişler.”
Yine Âyet-ül Kübra’da şöyle diyor:
“Hem hâkimiyet bir makam-ı izzettir; rakip kabul etmek, o hâkimiyetin izzetini kırar. Evet, aczi için çok yardımcılara muhtaç olan insanın, cüz’î ve zâhirî ve muvakkat bir hakimiyeti için kardeşini ve evlâdını zâlimâne öldürmesi gösteriyor ki, hâkimiyet rakip kabul etmez.”
Ve bu da Yirmi Üçüncü Lem’adan:
“Hâkimiyetin şe’ni, müdahaleyi reddetmektir. Hattâ, en ednâ bir hâkim, bir memur, daire-i hâkimiyetinde oğlunun müdahalesini kabul etmiyor. Hattâ, hâkimiyetine müdahale tevehhümüyle, bazı dindar padişahlar, -hatta halife oldukları halde- mâsum evlâtlarını katletmeleri, bu redd-i müdahale kanununun hâkimiyette ne kadar esaslı hükmettiğini gösteriyor. Bir nahiyede iki müdürden tut, tâ bir memlekette iki padişaha kadar, hâkimiyetteki istiklâliyetin iktiza ettiği men-i iştirak kanunu, tarih-i beşerde çok acip hercümerc ile kuvvetini göstermiş.”
Ey hâkimler, savcılar… Ey hüküm sahipleri, hükümdarlar…
Adaleti külâh yaparsanız kimin başına geçeceği belli olmaz.
Siz tam adaleti, adınıza bent yapın, kalbinize niyet yapın, seccadenize pusula yapın.