Geçen hafta NATO üyeliğimiz hakkında ve Sarraf/Atilla dâvâsı hakkında iki yazı yazdık.
Bazı okuyucularımızın değerlendirmeleri sebebiyle, bu gibi “millî” yönü de olan meselelerde Bediüzzaman’ın takındığı tavır ve onun tavrının bugüne dersleri hususunda da bazı bilgiler vermemiz gerekti.
Birinci Dünya Savaşı’na girilmesini istememiş, ama girildiğinde de talebelerinden oluşturduğu milis alayı ile savaşa katılıp kahramanlık destanı yazmış ve esir düşmüş olan Bediüzzaman, savaş sonrası mütareke yıllarında da sonrasındaki İstiklâl Harbi döneminde de “dinî ve millî” tavrını sürdürmüş.
Mütareke yıllarında, bir kısım siyasetçiler, bilhassa savaşa girmenin ve yenilginin iç hesaplaşması kapsamında İttihat Terakki iktidarına şiddetli ve menfi tarzda muhalefet ederken Bediüzzaman farklı bir tavır içinde. (Ayrıntılar Sünûhat isimli eserinde “Rüyada bir Hitabe”de).
Önce savaş mağduru masumların hakkını doğru yerine koyuyor: Süreci hatalı yönetmiş ve yanlış tahmin ve tercihlerle milleti cihan savaşı musîbetine atmış olan devlet yöneticilerinin eski yönetim sevaplarının onların hasenat sayfasından alınıp bir bedel olarak masum ve mazlûmlara verileceğini, ama bunların masumların hakkına kâfi gelmeyeceğini söylüyor. Ardından da Allah’ın rahmet hazinesinden masumlara gelecek ilâve bedelin gazilik ve şehitlik mertebesi olduğunu ifade ediyor.
Esaretten dönüşten sonra yani mütareke yıllarında siyasete “karışmamasının” sebebini açıklarken ise siyasetin dış etkilere ve yönlendirmelere açık olmasını ve tarafgirlik üzerine dönmesini gerekçe gösteriyor. Bilhassa tarafların birbirine “dinsizsiniz” demesini menfi siyaset olarak adlandırıyor ve mealen “din iç siyasette inhisarcı biçimde yani menfi tarzda kullanılamaz, kullanılırsa bundan din zarar görür ve din düşmanları faydalanır” diyor.
Muhatap olduğu ilim adamlarının (muhtemelen Dar’ül Hikmet-i İslâmiyye üyelerinin) bu husustaki soruları ve Bediüzzaman’ın cevapları şöyle:
Dediler: İttihada şedit bir muarızdın. Neden şimdi sükût ediyorsun (İttihat ve Terakki iktidarının yanlış icraatını eskiden şiddetle eleştiriyordun. Neden şimdi susuyorsun)?
Dedim: Düşmanların onlara şiddet-i hücumundan. Düşmanın hedef-i hücumu, onların hasenesi olan azim ve sebattır ve İslâmiyet düşmanına vasıta-i tesmim olmaktan feragatıdır. (Dış düşmanla birlikte hareket edemem. Zira düşman onların iyiliklerine hücum ediyor.).
Bence yol ikidir: Mizanın (terazinin) iki kefesi gibi; birinin hiffeti diğerinin sıkletine geçer. (Terazinin bir kefesinin hafifleştirilmesi, kendiliğinden, diğerinin ağırlaşması sonucunu doğurur).
Ben tokadımı Antranik (Ermeni Çete komutanı) ile beraber Enver’e (Enver Paşa’ya), Venizelos (düşman ülke başbakanı) ile beraber Said Halim’e (Başbakan’a) vurmam. Nazarımda, vuran da sefildir. (Devletimi yönetenlere tokat vurmaya çalışan dış düşmanla beraber olup kendi devletimi yönetenlere tokat vurmam.)
Dediler: Fırkacılık lâzım-ı Meşrûtiyettir. (Particilik, -senin de taraftarı olduğun- meşrûtiyetin/demokrasinin bir gereğidir.)
Dedim: Bizdekilerde hutut-u efkâr telâki için mütemayilen imtidada bedel, münharifen gittiğinden, nokta-i telâki vatanda, belki kürede görülmüyor. Vücud-adem gibi, birinin vücudu ötekinin ademini ister. (Bizim siyasetçiler birbiriyle fikirde ve hedefte buluşmaya değil ayrışmaya ve hatta birbirini yok etmeye çalışıyorlar. Yani siyaseti demokrasinin gereği olan müsbet siyaset olarak yapmıyorlar.).
İnat, bazan müfrit fırka müteassıplarına, dalâl ve batılı iltizam ettirir. Şeytan birisine yardım etse, “melek” der, rahmet okutur. Ötekinde melek görse, “libasını değiştirmiştir” der, lânet eder. Su-i zan ve hüsn-ü zan nazarıyla, dürbünün iki tarafı gibi leh, aleyhtar... Vâhi emareyi bürhan, bürhanı vâhi emare görür. (İnat ve tarafgirlik siyasilerin gözlerini körleştirir ve kişiler ve fikirler hakkındaki hükümlerini de haktan uzaklaştırır.).
İşte şu zulümdür, “İnnel İnsâne le zalûmün” (İnsan ise, şüphesiz ki, çok zâlimdir; İbrahim Sûresi, 14:34) sırrını gösterir.
Bu metinden bizim anladığımız şudur:
- Her meselede ve bilhassa siyasî meselelerde tarafgirlikten uzak kalmalıyız.
- Savaş şartlarında ve olağanüstü dönemlerde siyasî eleştirilerimizi daha dikkatli yöneltmeliyiz. “Tokat vurur” gibi siyaset yapmaktan kaçınmalıyız.
- Dış politikayla ilgili millî meselelerde mevcut ve muhtemel dış hasımlarımızın bakış açısından etkilenmemeliyiz. “Muhalefet yapayım” derken onların menfaat ekmeğine yağ sürecek şeyler yapmamalıyız.
- Yanlış siyaset takip eden ve dolayısıyla farkında olmadan düşmanın ekmeğine yağ süren kişiler “hain” olarak nitelendirilemezler, ancak hak nazarında “sefil”lerdi.
- İçimizde farklı düşünenleri ve muhalefet edenleri sırf bu sebeple “hain”likle suçlamamalıyız.