Doğu Perinçek arkadaşlarıyla birlikte ETÖ’cülükten yargılandığı Silivri Cezaevinden çıkışta 10 Mart 2014 akşamı kameralara bazı şeyler söylemişti:
“Ergenekon’dan çıkıyoruz. Türkiye’yi birleştireceğiz. Bizi Ergenekon’a hapsettiler, Cumhuriyet’i yıkmak için, Türkiye’yi şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar, cemaatler ülkesi haline getirmek için. Şimdi Ergenekon’dan çıkıyoruz. Cemaatlerin, tarikatların kökünü kazıyacağız. … Kınından çıkmış bir kılıç gibiyiz. Görevlere hazırız. … hedef Atatürk devrimiydi. Toplumumuzun çağdaş yaşama özlemleriydi. Ve bu hedefe ulaşmak için iki kurumu hedef aldılar. Türk Silâhlı Kuvvetleri ve İşçi Partisi. … Ama bizi hedef alanları görüyorsunuz. Çürüdüler, dağılıyorlar. Onların, Türkiye’yi bölenlerin hükümetini yıkacağız. … Tayyip Erdoğan’ların, Abdullah Gül’lerin, Fethullah Gülen’lerin iktidarını, hepsini birden yıkacağız.”
“Yıkacağız” denilen iktidar sahiplerinin hangilerinin hangi tür iktidarı yıkıldı konusu ayrıca tartışılır. (Mesela o zamanki Tayyip Erdoğan’ın iktidarı halen aynen mi devam ediyor yoksa şimdiki Erdoğan başka bir Erdoğan mıdır? Ya da Gülen’in ve ekibinin Batı ülkelerindeki etkisi arttı mı azaldı mı?)
Ama bizim asıl derdimiz yukarıdaki cümlelerin birinci kısmı yani cemaatlerin ve tarikatların kökünün kazınıp kazınmadığı.
Bize göre cemaat ve tarikatlar bu ülkenin sosyolojik gerçeğidir ve “kökü kazınamaz”. “Kökünden kazınabilir” ama kökü kazınamaz. Kökü yerinde durduğu sürece de vaktini bekler ve o vakit gelince de yeniden ve daha gür gelir.
ETÖ operasyonlarını ve benzerlerini ve bu tür operasyonlardaki hukuksuzlukları organize edenler ise cemaat filan değildir ve olamaz. Hem de en az ETÖ’nün kendisi kadar tehlikeli aygıtlardır. Onlar olsa olsa antidemokratik devlet taliplisi ve iktidar kavgasının tarafı durumundaki vahşi kurtlar ordusu olurlar.
Zira ezberimiz net: Cemaat sivildir. Devletle içli dışlı olan ise sivil kalamaz.
Hâkim ve muktedir siyasetin tesir alanına girmekten kaçınan ve gerçekten sivil kalabilen dinî cemaatlerin gerileme içinde olduğunda ise şüphe yok.
Zira 15 Temmuz 2016 ile başlayan ceza yargılamalarında “…öcü” damgası ile yargılanıp mahkûm olanların önemli kısmı aslında “o cemaat”e mensup bile değildi. Sadece dünyevî ve/veya uhrevî sebeplerle ilişki kurmuş kişilerdi.
Çoğunun mensup bile olmadıkları “o cemaat” bir fırtına sonrası aniden “terör örgütü” sayıldı.
Bu kişilerin önemli kısmı ceza da aldı ve hapse de girdiler ya da girecekler.
Bunu duyan veya bilen birilerinin, şimdi, bir başka cemaate -şu ya da bu sebeple- yakınlaşırken yoğurdu üfleyerek başlaması normal.
Mesela cemaatlerin öğrenci evleri korkanların gözünde en riskli mekânlar haline getirildi. Cemaat mensuplarına aidat vermek en riskli iş oldu. Örnekler uzatılabilir.
Zira o yargılamalarda bir genel formül kullanıldı: “Cemaat eşittir terör örgütü”.
Bu formül elbette doğrudan böyle söylenmedi. “Darbeci cemaat eşittir terör örgütü” dendi.
Ama darbe teşebbüsü ile somut hiçbir ilişkisi ve bağı kurulmuş olmayan yüzbinlerce kişiye ceza verildi. Ve bunun böyle olduğunu aklı başında herkes biliyor.
Yani korku normal.
Üstelik muktedirler korkuyu gidermedikleri gibi adaletsiz ve faydacı bir tasnif yapıp “bize sığınanın korkmasına gerek yok” dediler. Bu sayede 15 Temmuz sonrasında zulüm ve korku hızla yaygınlaştırıldı ve arttırıldı.
Bu tabloyu Türkiye’deki bütün tarikatların ve cemaatlerin ileri gelenleri düşünmeli. Ama başlangıçta tırnak içinde verdiğimiz cümleleri de mutlaka nazara alarak.