Ceberrut dönemlerde Risaleleri beraat ettiren hâkim de hizmet etti. Ama Risaleleri neşredebilmek adına hâkimliği bırakıp hapse giren ve şeklen mahkûm olan hâkim de hizmet etti.
Hangisi daha kıymetli?
Cevabını düşünürken bir soru daha okuyunuz:
Eski Said de hizmet etti Yeni Said de.
Eski Said Van’da Üniversite Kurucusu rektördü. Yüzlerce talebesi vardı. İstanbul’da, bu günkü Din İşleri Yüksek Kurulu’nun daha yükseği olan Osmanlı ilmî meclisi Dar-ül Hikmet-i İslâmiye’nin “mahreç” unvanına sahip üyesi idi. Kadılara fetva yazan müftülere fetva kitabı yazıyordu. Yani sıradan bir hâkim değil hâkimler hâkimi idi. Belki binlerce yardımcısı vardı.
Oysa Yeni Said Barla’da sürgündeydi ve suçsuzdu ve güçsüzdü ve şeklen mahkûmdu. Hem kendisi yanıyordu hem de ona dokunan yanıyordu. Ama herkese ve her şeye rağmen, yanmak pahasına ona dokunan, dokundukça nurlanan, onunla temas eden, ettikçe kıvam bulan, hizmetine yardım eden, ettikçe “sadece manen” terfi eden dostları vardı. Azlardı, ama “tam ihlâslı”lardı.
Yeni Said ceberrut hâkimlere “ben sizin değil kaderin mahkûmuyum” diyordu. Yani bir manada “temyiz de istemiyorum beraat de… ben Kur’ân’a hizmetime devam etmek istiyorum” diyordu. “Buna siz de mani olamazsınız” diyordu.
Karanlık hücreye koyuyorlardı; kapısındaki vicdanlı gardiyan onda yansıyan Kur’ân nurunu gönüllü neşrediyordu.
Azılı katillerin yanına koyuyorlardı; onlar “azıları alınmış” Kur’ân talebesi oluyordu.
Uzattık, sizi hazırladık.
Soralım: Hangisinin hizmeti daha kıymetliydi? Eski Said’in mi Yeni Said’in mi?
Cevabı, iki tarz-ı hizmeti terazinin kefelerine koyup mukayese eden Bediüzzaman veriyor:
“Kuvvet hakta ve ihlâsta olduğuna bir delil, şu hizmetimizdir. Bu hizmetimizde bir parça ihlâs, bu dâvâyı ispat eder ve kendi kendine delil olur. Çünkü, yirmi seneden fazla kendi memleketimde ve İstanbul’da ettiğimiz hizmet-i ilmiye ve diniyeye mukabil, burada, yedi sekiz senede yüz derece fazla edildi. Halbuki, kendi memleketimde ve İstanbul’da, burada benimle çalışan kardeşlerimden yüz, belki bin derece fazla yardımcılarım varken, burada ben yalnız, kimsesiz, garip, yarım ümmî; insafsız memurların tarassudat ve tazyikatları altında, yedi sekiz sene sizinle ettiğim hizmet, yüz derece eski hizmetten fazla muvaffakiyeti gösteren mânevî kuvvet, sizlerdeki ihlâstan geldiğine katiyen şüphem kalmadı.”
Demek ki “mahkûm Said ve ekibi”, “hâkim Said ve ekibi”nden yüz derece fazla hizmet etmiş.
Sebebi neymiş? İhlâs. İhlâsın sebebi ne? Cevabı devamında:
“Hem itiraf ediyorum ki, samimî ihlâsınızla, şan ve şeref perdesi altında nefsimi okşayan riyâdan (gösterişten) beni bir derece kurtardınız. İnşaallah tam ihlâsa muvaffak olursunuz, beni de tam ihlâsa sokarsınız.
“Bilirsiniz ki, Hazret-i Ali (ra), o mu’cizevâri kerametiyle ve Hazret-i Gavs-ı Âzam (ks) o harika keramet-i gaybiyesiyle, sizlere bu sırr-ı ihlâsa binaen iltifat ediyorlar. Ve himayetkârâne teselli verip hizmetinizi mânen alkışlıyorlar. Evet, hiç şüphe etmeyiniz ki, bu teveccühleri ihlâsa binaen gelir. Eğer bilerek bu ihlâsı kırsanız, onların tokadını yersiniz.”
Bu ders, hiyerarşi ihtiva eden maddî ve resmî müesseseleşmenin gurura kapı açan riskleri hakkında da ders veriyor. Alana, bilene, alabilene…