İslâm dünyası birbirini kesen Müslümanlarla dolu görünüyor. Taraflar birbirini kesmeden önce güzelce “tekfir” ediyor. Yani hasmını “Müslüman görünmekle birlikte aslında kâfir” olmakla itham ediyor. Sonra, gücü de elde etmişse, “Hak namına” diyerek hasmını kesiyor.
Türkiye, demokrasiden nasibini alamamış ve birbiriyle iktidar için yarışma adabını öğrenememiş devlet ve siyaset meraklılarıyla dolu.
Türkiye, taht/raht ve tac/bac için kavga eden Müslümanlarla dolu.
Evet, şükür, bizimkiler hiç değilse birbirlerinin kafasını kesmiyorlar. Ama bizdeki taraflar da önce hasmını münafıklıkla itham ediyor. Sonra da birbirleriyle selâmı sabahı kesiyor. Birbirine düşman kesiliyor. Gücü varsa zulmediyor.
Yani bizdekilerin İslâm dünyasındakilerden bir farkı var: Maddî kafa yerinde. Ama manevî kafa da kalp de yerinden kopmuş, baş gövdeden ayrı düşmüş. Fitnenin menhus kılıcı işini burada da görmüş.
Sebebi nedir? Sorumlusu kimdir?
Acaba Müslümanların imanında eksiklik ya da zayıflık mı var?
Hayır. “Bilinen anlamda” imanları sağlam.
Zira yaptıklarını yaparken “Hak namına, İslâm namına, iman namına” diyorlar. Kuvvetle iman ettikleri cennete “nonstop-otobandan direkt” gitmek için gayret ediyorlar. Allah yolunda şehit olmak için silâh kuşanıyorlar. “Hizmet etmek için caizdir ve hatta lâzımdır” diyerek zulmediyorlar.
Pekâlâ, neden bu yanlışları yapıyorlar?
Cevap basit: İmanın hürriyetle ilişkisini doğru kuramıyorlar.
Sebebi de basit: İçtimaî iman dersini yanlış hocalardan alıyorlar.
Biliyoruz “toplumsal iman” garip bir kavram. Ama iddialıyız.
Bediüzzaman, imanî eserlerinin başta geleni Münâzarât’ta ne diyor: “Hürriyet imanın özelliğidir. İman kuvvetlenirse doğru hürriyet de görünür olur, kuvvetlenir ve gelişir.”
O halde her “doğru hürriyet” dersi, aslında “doğru iman” dersidir.
Gel gör ki Bediüzzaman’ın eserlerini okuyanların bazıları bile hürriyet derslerini “siyaset dersi” zannediyorlar. “İman dersi bizim işimiz, siyaset bizim işimiz değil” diyorlar. Okunması kolay olan pür iman dersine sarılıp, anlaşılması nispeten daha müşkül olan içtimaî iman dersinden kaçıyorlar.
Bu kolaycılar, mütalâa için gündem takibi ve yan bilgi gerektiren bu “netameli” konuları hakkıyla ve usûlünce müzakere etmeyi başaramadıkları için tartışma gerektirmeyen türden imanî meseleleri tetkik etme fikrine sığınıyorlar. İhtiyacı ıskalıyorlar.
Şimdi soralım: Yazının başında bahsettiğimiz içtimaî ve siyasî alandaki ağır yöntem hatalarından –ki bunlar İslâm’ın Batıdaki ve Dünyadaki imajını bozuyor- kim mesul?
İman dersi almayı kabul ettiği “doğru hoca”dan içtimaî iman dersini almayı ve muhtaç muhataplara aktarmayı ihmal edenlerimizin vebali yok mu?
Ya Gazete Hoca… Onu kim takıyor, kim okuyor!