Bundan on altı sene önce Ankara’da birileri, “madem siyaset yapıyoruz ve madem yol ayrımındayız, yeni bir parti kurmamız lâzım” dediler.
Kurdular. Yeni müessese kuran herkes gibi onlar da heyecanlılardı.
Adını koyarken “Türkiye’ye adalet ve kalkınma lazım, bizim partimizin adında da bu iki hedef bulunsun” dediler.
Çevrelerinde yerleşik durumda olan başka birilerinin de desteğini alarak partilerini teşkilâtlandırdılar, büyüttüler.
Seçim zamanı geldi. Batıdan gelen rüzgârı yakaladılar. Yelkenlerini şişirdiler. 2002’de seçimlerde birinci parti ve iktidar oldular. (Meclisteki partilerin çoğu dışarıda kalmıştı. Meclis aritmetiği ciddî biçimde değişmişti. Avantajlarını tepe tepe kullandılar.).
Adalette ve kalkınmada hamleler yapıyorlardı.
Bu hamlelerden en ilginç olanı adaletin kalkındırılması (!) idi. Adliye binaları ve duruşma salonları yenilendi. Ülkemizin adalet sarayları çoğaldı. (Adliye önlerine/içlerine “adı themis” ama “manası pis” heykeller kondurma merakı sürüyordu. Bunların ihale alanların kalkınmasına katkısı vardı belki, ama adalete hiç mi hiç katkısı olmuyordu.).
Adalet hizmetinin şeklî boyutu açısından Adliye Vekâletinin Adalet Bakanlığına dönüşmesinden bu yana en ciddî değişim yaşandı. (Bir kabinede adliyenin hizmetlerine bakan bir Adliye Bakanının olması ile Adalet konusunda neredeyse tek yetkili bir Adalet Bakanının olması arasındaki fark meselesi ayrıca üzerinde durulması gereken bir konudur ya. Neyse. Geçelim.).
Kalkınmada kısmen güzel şeyler oldu. Gerçi istendiği gibi bir fabrikalaşma ve ağır sanayi olmadı. Ama üretime dolaylı katkısı olan yatırımlarda; ulaşım, iletişim ve bilhassa sağlık alanında, nisbeten geliştik ve kalkındık. (Yatırımların isabeti ve maliyeti gibi konular uzmanlık ve ilgi alanımızda değil. Girmiyoruz.).
Buna karşılık adaletin dağıtılması ve hukukun korunması alanında adım attıkça “bir ileri iki geri” gittik.
Devletlûlerimiz çivi çiviyi söker sandılar. Meğer çiviler kütüğü bölermiş. AKP iktidarı, eski Adalet Bakanları Mehmet Moğultay’ın ve Seyfi Oktay’ın adliyeye çaktığı siyasî çivileri daha kalın yeni siyasî çivilerle çıkarmaya çalıştı. Her seferinde daha kalın çiviler çakıldı devletin ve mülkün temeline. Sonuçta adalet ortadan yarıldı, kurtlu gövde göründü.
Adında adalet olan ve bilhassa bu ismiyle dindarların hayallerini süsleyen partinin iktidarında, hapishaneler, günde bir hatim indiren dindar “eski hâkim”lerle doldu. (Ya da bir eski AKP’linin ironik ifadesiyle “devr-i iktidarımızda sanıklar bile dindarlaştı, işte size hayırlı icraat!”
Korku ve sindirilmişlik duygusu toplumun dindar ekseriyetinin neredeyse karakteri haline geldi.
Muhalefet edenler için bütün siyasî hürriyetler askıda ve hak arama mekanizmalarının çoğu “off” durumunda.
AKP’yi kuranlar, oy isteyenler ve oy verenlerin büyük ekseriyeti bu tabloyu net biçimde görüyor. Dopingli haberlerle şaşkına dönmüş “propaganda manyakları” bile olayın az da olsa farkında, ama onların üzerindeki ipnoz sürüyor.
Biz ise bu iki grubu ve diğerlerini görüyoruz. Bu girdaptan nasıl çıkılacağını herkes birbirine soruyor.
Cevap belli:
Bir an önce, hukuka dönerek. Adaleti “herkes için” istemeye başlayarak. Anayasaları da aşan insan hakları metinlerinin temel değer yargılarına sarılarak.
Yılana sarıla sarıla ne hale geldiğimiz ortada!