“Kürt Kardeş demokrasi iste” başlıklı yazımız sosyal medyada yoğun bir değerlendirme ile karşılandı.
Bir internet okuyucumuzun mesajı şöyle:
“İyi günler beyefendi, yazınızı esefle okudum. Kürtlerin demokrasiyi istemeleri için bir yazı yazmışsınız. İslâmcıların demokrasi havarisi olmasını anlayamıyorum. Ben de Müslüman bir Kürt olarak diyorum ki ‘muhterem Battal Bey İslâm şeriatını iste’...”
Muhterem Mustafa Bey, Muhterem Kürt Bey, Ağabey…
Bizi ve İslâm’cı(!)lığımızı, lütfen, doğru anlayınız.
Biz yazımızda “demokrasi isteyin, din-diyanet istemeyin, -haşa- şeriatı takmayın” mı dedik.
Dini ve şeriatı doğru ve ihlâslı şekilde istemenin de elde etmenin de muhafaza etmenin de aracı hürriyet ve demokrasidir.
Sizin bizi ve bizim sizi hazmetmemizdir demokrasi.
Öyle olmasaydı, biz ondan yana olmazdık. Zira biz hem siziz hem hepimiziz.
Sizin de medar-ı iftiharınız olan ve demokrasinin İslâmîleştirilebileceğini ispat ederek İslâm dünyasının ufkunu açan koskoca allâme Bediüzzamanı doğru anlayınız, anlatınız.
Münâzarât önce sizin el kitabınızdır: (Sıra gelirse biz de okuyacağız!). Hürriyeti anlatıyor. Anayasalı sistemi övüyor. Muhalefetin meşrûiyetini ilân ediyor… Seçme işinin kudsiyetini tekrar ediyor. Sizi reşit ve hatta padişah yapıyor….
Ne var bunda… Hürriyetin ve muhalefetin nesinden korkuyoruz.
Alın size bir korku ve ilâcı:
Bir zamanlar mesai arkadaşımızı bir hoca hacca gitti.
Giderken de milliyetçiydi, dönüşte de. Bir mânâda elbette. Ve “iyi bir mânâda” elbette. En azından “kendisine göre iyi” bir mânâda.
Döndüğünde değişmişti. Eskisine nazaran hayli demokratlaşmıştı.
Ne oldu dedik, cevapladı:
-Kâbe’nin karşısında Allah’ın huzurunda idim. Bir de ne göreyim, önümde, sırtında kocaman beyaz bir “Kürdistan” yazısı olan siyah tişörtlü esmer bir adam. Kan beynime sıçrayacak oldu, Türkiye’de olsaydım sıçrardı da. Ama hemen durdum. Önümdeki mermer beyaz, hacer ise esved idi. Çevremdeki neredeyse herkesin ayrı bir dünyası ve devleti vardı. Önümdeki Kürt’ün de kendine göre bir kimlik tarifi, -belki- devlet talebi ve hedefi vardı. Ama, silâhsızdı. Ve fakat, hem de Allah’ın evine benden daha yakındı. Durdum. Aklımı başıma aldım. Kalbimi serinlettim. Onunla konuşmadım, ama kalbiyle rabıta kurdum. Allah’a yaklaştım. Şükrettim, dedi.
İşte biz o biçim Demokratlıktan söz ediyoruz.
Ya siz?