Son üç yazımız 15 Temmuz 2016 sonrasında yapılan yargılamalar ve ortaya çıkan kitlesel zulümlerle ilgili idi.
Her biri “…” ile hayalî hasbihal başlığını taşıyordu. Oldukça yüksek alaka gördü. Bazı okuyucularımız bu mülakatın hayalî değil gerçekten yapılmış konuşmalar olabileceğini düşündü.
İtiraf edelim, bu konuşmalar bir tek kişiyle değil ama birçok ilgilisiyle zaman içinde yapılmış konuşmaların zihnî kayıtlarının bir tür derlemesi mahiyetinde idi.
Bugün bu serinin sonunu bağlamak niyetindeyiz ama bunu gerçekten hayalî bir kısım muhataplarla yapacağız. Zira bu yaygın haksızlıkların arka plandaki muhataplarından kimseyi –şükür ki- tanımıyoruz.
S: Hiç kimseyle ve hiçbir kamu otoritesi ile kavgaya girmemeyi prensip edinmiş görünen bir yapının başındakiler olarak 17-25 Aralık süreciyle birlikte nasıl oldu da Türkiye’de devlet ile kavgaya girdiniz.
C: Biz devlet ile kavgaya girmedik. Haksızlıkları ve yolsuzlukları engellemek her vatandaşın ve her gazetecinin en temel görevi değil mi? Biz de yayınlarımızda bunu yapmaya çalıştık.
S: Bunu başka gazeteler ve gazeteciler yapsa anlaşılabilir bir gazetecilik faaliyeti olabilirdi ama sizin asıl amacınızın gazetecilik olmadığını herkes bilir ve biliyorken gazeteciliğe soyunmanız ve eski dostunuzu düşman ilan etmeniz mantıklı mı? Hem AKP’nin yönetici kadrolarını Erdoğan’ın 1994’teki belediye başkanlığı döneminden itibaren tanıyorsunuz. Nasıl bir kamu yönetimi tarzına sahip oldukları hakkında istihbarat sahibi olmamanız da mümkün değil. Dolayısıyla başlangıçtaki kuvvetli ortaklığınızın böyle bir gerekçe ile bozulmasını siz kendi kendinize izah edebiliyor musunuz?
C: Aslında arka planda başka şeylerinde var olduğu açık. Mesela dersaneler meselesinde hükümet üstümüze gelmeseydi veya sivil ve silahlı bürokraside adamlarımızı daha hızlı terfi ettirseydi belki biz de önceki gibi yolsuzluklar karşısında sessiz kalma tavrımızı sürdürebilirdik. Ama bıçak kemiğe dayanınca hükümeti hizaya sokmak için aba altından sopa göstermek mantıklı göründü.
S: Peki gerçekten mantıklı mıymış? Netice alabildiniz mi?
C: Hükümetin bize “karşı” kullanabileceği gücünün kalmadığını ve uluslararası istihbaratın da arkamızda olduğunu varsaymıştık ama galiba yanılmışız.
S: Sivil toplum örgütü olarak kalsaydınız ve devletten ve istihbarat işlerinden uzak durabilseydiniz Türkiye’de bunlar yaşanır mıydı?
C: Evet, Türkiye’deki hadiseler belki yaşanmazdı ama yurt dışında büyüyemezdik. Dünya çapında büyüyebilmek için bazı riskleri göze almamız gerekiyordu.
S: Peki, bütün dünyada “bunlar sadece bir eğitim gönüllüleri hareketi olmayabilir, bizim devlet işlerimize de karışmaya meyilli olabilirler, dikkat etmeliyiz” denilmesine sebep olmadınız mı?
C: Evet, bunu tam hesap edemedik. Uluslararası camiada imajımızın bozulduğunun farkındayız. Ama bunu telafi edebilmek için de bilhassa uluslararası mahkemelerde “bütün kusur AKP iktidarında” politikası takip ediyoruz.
S: Bir fitnenin ortaya çıkmasına ve çok masumların da yanmasına sebep oldunuz ve bunun hesabını vermeye yanaşmıyorsunuz. Bari kendi aranızda öz eleştiri yapıyor musunuz?
C: Yapanlarımız vardır. Ama bizim genel kültürümüzde hele liderimize karşı özeleştiri yaygın değildir. Olanda hikmet ararız ve kadere rıza ile bakarız. Siz asıl müsebbiplerle neden ilgilenmiyorsunuz?
S: Asıl müsebbipler dediğiniz AKMHP iktidarı ve arka planındaki güçler ise, evet, belki siz bilmiyorsunuzdur ama biz onları da eleştirdik ve eleştiriyoruz. Ama sizin gibi sadece “FETÖ” damgasını kötüye kullanması sebebiyle değil, öncesinde sizinle birlikte “ETÖ” damgasını kötüye kullandığında da eleştirmiştik. Bizim, hükümetleri tam adalete irşat ve ikaz konusunda eksiğimiz var mı? Sizin gibi “tercihli adalet yöntemi”ni benimsemedik diye yanlış mı yaptık?
Sükût!