Son yazımızda yeni parti dedikodularından da yola çıkarak AKP’nin kuruluş yıllarındaki kimlik arayışını gösteren bir hatırayı paylaştık.
AKP’nin kendi kimliksizliğinin ülkeyi nasıl bir kimlik bunalımına sürüklediğini ise zaten geçen hafta yazdığımız “Hem çukur, hem ambar” başlıklı yazımızda delilleriyle anlatmıştık.
O yazıda adını vermeden kendisine atıf yaptığımız değerli Anayasa Hukuku hocası Prof. Dr. Mustafa Erdoğan, yazılarımızı takip ettiğini bildirdi ve teşekkür etti. Ve AKP hakkında henüz kurulmadan önce 11.07.2001’de Radikal’de “Erdoğan ve Liberalizm” başlığıyla yayınlanan değerlendirme yazısında bu parti için “muhafazakâr-demokrat” yakıştırmasını, ihtimallerden bir ihtimal anlamında ve ilk olarak kendisinin kullandığını bildirdi.
Erdoğan, bu yazıda AKP’den “liberallik”ten ziyade “demokratlık” umut etmiş.
Seçerek aynen aldığımız şu ilginç tesbitleri de gördük:
***
“… Türkiye’nin globalleşmenin gereklerine uyum gösterme ve AB üyeliğine hazırlanması sadece acil bir ihtiyaç değildir, aynı zamanda yaygın bir toplumsal talep halini almıştır. Oysa, Türkiye’nin halihazırdaki statükosu -kimi göstermelik çabalarına rağmen- gerçekte buna direnmektedir.
“Nihayet, ‘dürüst politikacı’ özlemi artık herkes için yakıcı bir istek haline gelmiştir.
“… bu fırsatlar iyi değerlendirilemedikleri takdirde tersine işleyebilir ve yeni bir girişimi hüsranla sonuçlandırabilir de. Söz gelişi, sisteme ‘güven verme’ kaygısı statükonun onaylanmasına dönüşür veya halkta böyle bir izlenim oluşursa veya globalleşmenin ve AB’ye uyumun gerekleri duygusal bir milliyetçiliğe kurban edilirse cari sistemin anaforunda yok olmak işten bile değil. ‘Yenilikçi’ oluşumun muhtemel açmazları elbette bunlardan ibaret değil. Ayrıca cari sistemin patronaj ağları içinde kaybolma ve popülizme teslim olma riski de var. Bu yola sapılması yeni oluşuma belki mevcut yapı içinde bir ölçüde tutunma şansı verir, ama bu ‘topu taca atmak’ olur. Böyle bir durumda Erdoğan’ın partisinin mevcut partilerden farkı kalmaz ve kurulu düzenin sıradan bir elemanı haline dönüşür.
“Bence asıl büyük problem yeni oluşumun kimliğiyle ilgilidir. … Türkiye toplumu yeni karşılaştığı her siyasal aktörün önce kimliğini teşhis etmeye çalışır. Toplum sizin hem gerçekten ‘yeni’ olduğunuza inanmalı hem de sizin kim olduğunuz konusunda açık seçik bir kanaate ulaşabilmelidir.
“Bu açıdan baktığımızda, Erdoğan hareketinin ciddî açmazları var. Bir kere, oluşum içinde yer alanların hemen hemen hepsi ve Erdoğan’ın kendisi Erbakancı ‘Millî Görüş’ geleneğinden gelmektedirler. Genel siyasal terminolojiyle söylersek, yeni oluşumcuların kimlikleri ve buna bağlı imajları ‘siyasal İslâmcı’ gelenek içinde şekillenmiştir. Dolayısıyla, daha geniş toplum kesimlerine hitap etmek iddiasında olan bu hareketin temsilcilerinin, kendilerini içinden geldikleri gelenekten ayıran bilinçli tercihlerin neler olduklarını ve hangi saik, endişe ve hassasiyetlerin bu yeni pozisyonu benimsemelerine yol açtığını net bir şekilde topluma açıklamaları gerekiyor.
“Meselâ biz Tayyip Erdoğan’ın ‘Kürt sorunu’, Avrupa Birliği üye adaylığı, sivil özgürlükler, globalleşme ve piyasa ekonomisi gibi konularda ne düşündüğünü bilmiyoruz. Şimdilik bilinen tek şey, Erdoğan’ın kökeninin ‘İslâmcı siyaset’ (MNP-MSP-RP-FP) geleneği olduğu ve popülaritesinin nispeten yüksek olduğundan ibarettir.
“Eğer yeni oluşum, kimliği böyle tanımlanabilir bir şeyse, onun ‘liberal’ veya başka türden hiçbir açılım şansı bulunmadığı açıktır.
Sanıyorum ki, Erdoğan’ın siyasî geçmişi de göz önünde bulundurulursa, o ancak, bir ölçüde ‘liberal’ bir renk taşıyan, ama özünde muhafazakâr-demokrat bir hareketin lideri olabilir.”
***
Bu yazı üzerine basında çeşitli değerlendirmeler yapılmış. Meselâ Cengiz Çandar 13.8.2001 tarihli Yeni Şafak’taki yazısında Mustafa Erdoğan’ın endişelerine katılmış. Oktay Ekşi 15.08.2001 tarihli Hürriyet’te konuyu ve bu yazıyı değerlendirmiş ve AKP için “bu konularda açıklığa kavuşmadıkça sadece adının ‘AK’ olacağını, ama dışarıdan ‘gri’ görüneceğini” yazmış.
Mustafa Erdoğan, 31.12.2007’de bu sefer Star’da kaleme aldığı yazıda yukarıya aldığımız yazısındaki endişeleriyle ilgili olarak şu ilginç değerlendirmeleri yazmış:
***
“… dikkat çektiğim tehlike aslında sadece AKP için değil, yenilikçilik iddiasındaki her parti için geçerlidir.
“Bunu yeniden ifade etmek gerekirse: Türkiye’nin cari sistemi ciddî bir dönüşüm iddiasıyla iktidara gelen partileri bile kısa zamanda ‘yoldan çıkarabilir’ ve onları carî rant mekanizmalarına entegre edebilir.
“Benim görebildiğim kadarıyla, bunun birbirine bağlı iki temel nedeni var. Birincisi, Türkiye’deki ‘rejim’in ideolojik karakteriyle ilgilidir. Rejimin bu özelliği onu kapsamlı veya anlamlı değişimlere ve dolayısıyla değişim aktörlerine karşı dirençli hale getirir. Bu da, karşılaştığı direnç nedeniyle sükût-u hayale uğrayan siyasî partilerin bu sefer sistem içinde varlıklarını sürdürebilecek başka yollar aramalarına neden olur.
“Bu noktada devreye carî sistemin ikinci özelliği girer: Resmî ideoloji duvarına çarpan siyasî partiler için sistemin ‘teselli ikramiyesi’ vardır. Bu ‘ikramiye’ veya ‘sistemik rüşvet’, kısaca, reformist iddiasından vazgeçmesinin karşılığı olarak, eski değişimci partiye rant kapılarının açılmasıdır. Rant dağıtımından bir kere pay almaya başlayan bir partinin bir daha kendine gelmesi ise hiç de kolay değildir.
“Gerçi, teorik olarak, bir partinin bu şekilde hem rantçı sisteme eklemlenmesi hem de aynı zamanda ‘değişimci’ olduğu izlenimini koruyabilmesi ihtimali de vardır. Ne var ki, vaktiyle ANAP örneğinde görüldüğü gibi, bu manevra kabiliyeti ‘değişimci’ partinin çöküşünü olsa olsa geciktirebilir, ama onu engelleyemez.
“Bugüne gelirsek, aradan yaklaşık yedi yıl geçtikten sonra, AKP’nin hâlâ aynı tehlikeyle karşı karşıya olduğu kanaatindeyim. Nitekim, bir yandan AKP’nin değişim iradesinde bir süredir zayıflama gözlenirken, öbür yandan da sistemin rant mekanizmalarına gitgide daha fazla eklemlendiği görülüyor. Bunun böyle olduğu şuradan da belli ki, sistemin AKP’ye gösterdiği direnç bugün epeyce gevşemiştir.”
***
Özetle söyleyecek olursak, Türkiye’deki kurulu ideolojik sistem, yenilik getirmek iddiasıyla siyasete giren herkes üzerinde, “dönüştürücü” bir etki yapıyor. Ama bu etki en çok muhafazakârları savuruyor. Bunun olumsuz sonuçları ise “muhafaza edilmesi gereken toplumsal değerler” üzerinde görülüyor.
Buradan bizim çıkardığımız ders ise şu:
“Gerçekten yeni” siyasî akımlar ortaya çıkarmak mümkün değil. AKP gibi “yeni” ve aslında sun’î partilere de gerek yok. Yeniliği ve değişimi mevcut siyasî akımlar ve onları temsil eden partiler üzerinden düşünmek lâzım.
Ve, gerçek değişim, ancak topyekûn ve “tam demokratikleşme”yle mümkündür.