Siyasetin geldiği nokta itibariyle muhafazakârlar açısından arayış kaçınılmaz. Ama aranması gereken nedir?
Yeni parti dedikoduları sıklaşıyor. AKP’nin mahallî seçim başarısına endeksli olarak bu işin ciddileşmesini ihtimal dahilinde görenler var. Ama şüphe sebebi de çok.
Zira parti demek siyasî cereyanın teşkilatı demektir ve mevcut tabloda, toplumdaki siyasî akım sayısı kadar siyasî parti zaten var. Hatta fazlası da var. Bu durumda teorik olarak yeni partiye ihtiyaç yok demektir. Ama yine de arayış “var ediliyor”!
Siyasette yeni bir hedef ve mecra arayanların, mevcut partilerde kendilerine yer bulmaya çalışmak yerine, yeni parti kurmak ya da yeni partiye bağlanmak istemesinin bazı özel sebepleri var. Bunları anlamadan siyaseti doğru okumak mümkün görünmüyor.
En birinci sebep lider karizmasından ve lider sultasından kaynaklanan ve aslında tarz-ı siyaset farkına da işaret eden ekipleşmeler ve dışlanmışlıklar. İkinci bir sebep de “gaza gelme” halleri.
Konunun “gaza gelme” boyutunu anlatabilmek için önce basit ve temel bir bilgi: O tarihte o bölgede Karayolları bürokratı olan bir dostumuzun kendi ziyaret gözleminden anlattığına göre, Erdoğan, 1999’da cezasının infazı için dört ay kaldığı Pınarhisar Cezaevinde, misafirlerini, rastgele onarlı gruplar halinde, cezaevi müdürünün odasında ve müdürün masasında oturarak ağırlarmış.
Artık gaz vericiliğin gerisini sizin ferasetinize havale ediyoruz.
Ekipleşme meselesinin anlamını ise AKP’nin kuruluş yıllarından bir hatıra ile gösterelim:
Bir meslek derneğinin kuruluşunda da beraber olduğumuz, siyasete istekli, AP/DYP kökenli ve demokrat duruşlu değerli bir avukat arkadaşımız, 2001’de, AKP’nin kuruluşu aşamasında, henüz ortada partinin adı da yokken derneğimizin yıllık danışma kurulu toplantısına geldi. AKP kurucularının kendisine yaptığı “partinden ayrıl, bizimle çalış” teklifini istişare etmek istediğini söyledi.
Konu hakkında çeşitli mülahazalar beyan edildi.
Ayrıksı bir arkadaşımız, Abdullah Gül’ün “Biz sadece dindarların partisi olmayacağız” söylemini de hatırlatarak kendisine şunları söyledi ve bir soru sordu:
“Sen demokrat duruşlu bir arkadaşımızsın. Bu partinin de ‘muhafazakâr demokrat’ bir parti olabileceğini söylüyorsun. Tamam, diyelim ki niyet böyle. Ama bence fiiliyatın da böyle olabilmesi için önemli bir şart var. Şartın tamam olup olmadığını anlamak için önce sorayım: Kurulacak partinin genel başkan yardımcılarından ne kadarı beş vakit namaz kılan ve eşi başörtülü olan türden dindar kişilerden oluşacak?”
Ortamdakilerin çoğunun mana veremediği bu soruya avukat arkadaşımızın cevabı şu oldu: “On genel başkan yardımcısı olacaksa herhalde en az yedi sekizi dediğin anlamda dindar kişilerden olur. Hem bu çok önemli mi? Kurucular benim gibi çok sayıda demokratı da ‘yanlarına’ alıyor.”
Bu cevap üzerine soruyu soran kendi yorumunu yaptı: “Bu dediğin parti bu haliyle ‘muhafazakar demokrat’ olamaz. Zira hepimiz biliyoruz ki memlekette siyasete meraklı dindar zaten az. O dindarlar içinde demokrat dindar ise maalesef çok çok az. Bu kadar azınlıkta olan dindar demokratlar bir partide birleşirse o parti hiçbir varlık gösteremez, başarılı olamaz. Yok eğer aralarına başka dindarları da alırlarsa o zaman da bu partide görünüşte ‘muhafazakârlık’ olur, ama gerçek anlamıyla ‘demokratlık’ olamaz. Kurucuların, ‘demokratlar’ı ‘göstermelik olarak’ ‘yanlarına’ almaları da yetmez. Gerçekten beraber yürümeye niyetli olup olmadıkları önemli.”
Bu sual cevap ve açıklama ile ortaya konulan yaklaşım o gün orada bulunanların çoğunun hoşuna gitmemişti.
Zaten konuyu meşverete getiren de bu cevabı ve ölçüyü ciddiye almamış olacak ki AKP’de siyaset yapmaya başladı. Kendi amaçları yönünden kendi çapında başarılı da oldu.
Ama geldiğimiz noktada AKP’nin “muhafazakâr demokrat”lığından geriye neyin kaldığını kendisinden dinlemek de henüz nasip olmadı.
Bu hatıraların bugüne ve geleceğe dersine ise sonraki yazıda devam edelim.