Okullarda ahlak, din ya da tarih eğitimine katkı yapmak üzere bazı derneklerle ve vakıflarla işbirliği yapılması mahzurlu mudur?
Adam gibi yapılırsa ve giderilebilir mahzurlara odaklanılıp o mahzurlar giderilebilirse neden mahzurlu olsun ki.
Ama açılan bu kapıdan okullara iktidar siyaseti sokulmak ve okullar iktidar partisinin arka bahçesi yapılmak isteniyorsa yanlıştır.
Bu hangi dönemde ve hangi iktidarın siyaseti için yapılırsa yapılsın yanlıştır. Bu kadar basit.
Sivil toplum örgütleri ve bilhassa kiliselerle protokol işi Batı’da ve bilhassa İskandinav ülkelerinde yaygın.
ABD’de devlet okullarında dinî eğitim verilmez. Ama orada dinî grupların kendi okullarını kurarak, ilkokuldan üniversiteye kadar, denetime açık ama tercihe kapalı dinî eğitim yapabilmeleri modeli kabul edilmiş. Ayrıca orada ana babaların çocuklarına dinî eğitim vermek üzere haftanın belli günlerinde okuldan alıp kiliseye İncil Kursuna ya da camiye Kur’an Kursuna götürmelerine de imkân sağlanmış.
Yani oralarda devlet dinî konularda negatif değil. Sadece nötr.
Bir de şunu anlamamız lazım: Sivil toplum kuruluşları birer “kuruluş”tur. Vakıftır, dernektir... Onların devlette kaydı vardır. Belli ölçüde denetim altındadırlar. En azından devlete beyan usulü geçerlidir.
Cemaatlere ve tarikatlara gelince. Onlar da bu ülkenin sosyolojik gerçeğidir. Adına ne dersek diyelim bu dinî yapıların hepsi bir yönüyle sivildir. Kayıt dışıdır. Kayıt altına alınamazlar. Alınmaları mümkün olmadığı gibi gerekmez de.
Zira illegal değillerdir. Sadece gayrı resmidirler.
Bu yapılardan bazıları kimine göre doğru kimine göre yanlış. Hatta “kime göre doğru ve kime göre yanlış?” sorusu dahi daha doğru.
Devleti fertlerden ve toplumdan ayrı ve bağımsız bir varlık olarak gördüğümüzde ve okulları da toplumun elinden alıp devletin eline verdiğimizde, sahiplenme arzusundan kaynaklanan bir çatışmanın olması da kaçınılmaz oluyor.
Dünyevî cemaatler diyebileceğimiz sosyal gruplardan yıllarca ve seküler bakışla destek almış olan devlet, son yıllarda, az da olsa dinî gruplardan da destek almaya yönelince kıyamet kopuyor.
Oysa asıl kıyamet koparmamız gereken mesele devletin ideolojisi ve eğitimin siyasetten uzak kalamaması.
Bu ideoloji, değişmez adıyla Kemalizm ve gerçek adıyla “tek adam, tek fikir, tek doğru” ideolojisi olunca sonuç değişmiyor.
Bu tartışmada birileri devleti dinî konularda negatif alanda tutmaya çalışıyor.
Bu kafadakilerin, cemaat STK’larını Fethullah Gülen ve ekibine isnat edilen darbe suçlaması üzerinden vurmaya çalışmasını da anlamak mümkün değil.
Millet de buna da bir tepki olarak bir yanlıştan başka bir yanlışa savruluyor ve dini siyasetine alet edenlere destek olmakta mahzur görmüyor. Seçim sonuçları da bunu gösteriyor.
(Şunu da belirtelim: Gülen Hareketi’nin hizmet tarzındaki “devletleşme” hakkında Yeni Asya’nın öteden beri koyduğu ihtirazi kayıtlar ve itirazlar arşivlerdedir. Ve o kayıtlar konusunda bugün iktidarla beraber çalışabilen cemaatler ve STK’ları mahcuptur.).
AKP’ye dini siyasete alet eden uygulamaları sebebiyle muhalif, hasım ve hatta düşman olmak ile eğitime destek veren cemaat ve tarikatlara sırf bu sebeple düşman olmak başka şeydir.
Ölüm hepimizin önünde ve öldürülemiyor. İman ve ahiret dersi verenlere yafta vurup mani olanlar kendi belini kırar.
Özetle resmî eğitim bir şahsa ait resim eğitimi ve bir resmin eğitimi olarak kaldıkça bu tartışmalar sürüp gidecektir. O şahıs kim olursa olsun.
Gelin demokrasiye dönelim. AB ve ABD bir modeldir. Taklit etmek bile rahatlatır.