Bediüzzaman’ın Merhum Adnan Menderes’e yazdığı mektubu nakledip incelemeye devam edelim.
(İtalik yazılar ana metin olup altındaki izahlar bize aittir).
*
Gayet kısa birkaç esası, İslâmiyetin bir kahramanı olan Adnan Menderes gibi dindarlara beyan ediyorum.
Birincisi: İslâmiyetin pek çok kanun-u esasîsinden birisi, “ve lâ teziru vâziratun vizra uhra” âyet-i kerîmesinin hakikatidir ki, “Birisinin cinayetiyle başkaları, akraba ve dostları mesul olamaz.”
*
Bediüzzaman’ın Menderes’i ve DP iktidarını ikaz maksadıyla yazdığı bu mektupta atıf yaptığı birinci kural “ve lâ teziru vâziratun vizra uhra” âyetinin adalet dersidir.
Bediüzzaman, bu âyetin ihtiva ettiği adalet dersine, adeta, İslâm Anayasasının (ya da İslâm’ın İnsan Hakları Bildirisinin) birinci maddesi olacak kadar önem vermektedir.
Nitekim bu âyet, Bediüzzaman’ın içtimaî ve siyasî derslerini ihtiva eden Emirdağ Lâhikası isimli eserinin ikinci cildinde, on ayrı mektupta ve on üç defa atıf yapılarak izah edilmiştir. (Diğer eserlerindekileri ehli ayrıca sayabilir.)
Öyle anlaşılıyor ki, bu âyet, muhtemelen Risalelerde üzerinde en çok durulan âyetlerden biridir. Bu ise devletin temeli durumunda olan adaletin temin ve tesisi hususunda bu âyetin öneminin büyük olduğunu göstermektedir.
Daha da önemlisi, bu âyet, Kur’ân’da, dört ayrı sûrede “ve lâ…” biçiminde ve beşincide de “en lâ…” biçiminde başlamak üzere toplam beş ayrı sûrede tekrar edilen önemli bir âyettir.
Önemli bir nokta da şudur: Bediüzzaman, Risalelerde, genellikle, tefsir ettiği âyet ve hadislerin mealini vermeye gerek duymadan doğrudan izahına girişmekteyken, sıra bu âyete geldiğinde, ısrarla, yukarıdaki gibi bir meal vermektedir.
Bunun bir sebebi galiba şudur: Gördüğümüz kadarıyla meallerde bu âyetin manası genellikle “hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez” şeklinde verilmektedir. Bu mana ise sadece ahiretteki hesabı ifade eder ve dünyevî hukuk açısından doğrudan bir hüküm/yargı ihtiva etmez.
Oysa yukarıdaki metinde Bediüzzaman’ın verdiği -ve diğer atıflarında da aynı ya da benzer ifadelerle ve ısrarla tekrar ettiği- meal ise “suç” ve “ceza” kavramlarını ihtiva ettiğinden dünyevî hukuka da atıf ve kaynaklık yapan bir mana ortaya çıkarır.
Bunun önemi ise şuradadır: Bilinen meallere göre öğrenildiğinde bu âyet bir hukuk kuralı niteliği taşımaz. Oysa Bediüzzaman’ın mealine göre bu âyet doğrudan adalet teorisi dersi ve ilkesi niteliğindedir.
Daha da önemlisi, bu ilke, aslında modern insan hakları teorisinde ve ceza hukukunda genel kabul gören bir kavram olan “suçun ve cezanın şahsiliği” ilkesinin net karşılığıdır.
Gerçekten, “Kur’ân’da suçun ve cezanın şahsiliği ilkesi var mıdır?” sorusuna, Risaleleri okumuş olmayan din adamları ve ilahiyatçılar, kolaylıkla, “hayır” cevabı verebilmektedir.
Buna karşılık Risaleleri dikkatli okumuş bir ilkokul mezunu, aynı soruya “elbette var” cevabı vermekte ve bilhassa İslâm toplumlarında zulmün kol gezdiği bu çağda çok büyük önem taşıyan bu âyeti hatırlayıp hatırlatmaktadır.
Peki neden bu mana bilinmiyor? Öğretilmediği için!
Bu mananın bilinmemesi şaşırtıcı değildir. Esasen Bediüzzaman da bu âyetin bu meali için aynı kitabındaki bir başka mektubunda “buldum” demektedir.
Biz de, bu yüzden, bir yıl kadar önceki bir yazımızda, Diyanet İşleri Başkanlığına bir teklif yapmıştık: Bediüzzaman’ın bu buluşunu geliştirmek üzere bu âyetin bu mealini bir proje konusu yapmasını ve yarışma ve benzeri yollarla bu âyetin bu manasını kamuya mal etmesini ve bilhassa dindar camianın dikkatine sunmasını teklif etmiştik. Böylece bu âyetin dersinin güncele tatbik edilmesi de mümkün olacaktı.
Henüz ses çıkmadı. Demek sıra gelmedi.
Belki de yapılmıştır da biz duymamışızdır. O da bizim kabahatimiz olur. Ama Bediüzzaman’ın Menderes’e derslerinde vurgulanan “kim suçluysa cezayı ona ver” İlâhî emrinin günümüzde tatbik edilmemesinden daha büyük bir kabahat olmaz!