Bediüzzaman’ın 1953’te Başbakan Adnan Menderes’e yazdığı mektubu nakledip incelemeye devam edelim. (İtalik yazılar ana metin olup altındaki izahlar bize aittir)
*
Gayet kısa birkaç esası, İslâmiyetin bir kahramanı olan Adnan Menderes gibi dindarlara beyan ediyorum.
Birincisi: İslâmiyetin pek çok kanun-u esasîsinden birisi, “ve lâ teziru vâziretun vizra uhra” âyet-i kerîmesinin hakikatıdır ki, “Birisinin cinayetiyle başkaları, akraba ve dostları mesul olamaz.”
Halbuki, şimdiki siyaset-i hâzırada particilik taraftarlığıyla, bir câninin yüzünden pek çok mâsumların zararına rıza gösteriliyor. Bir câninin cinayeti yüzünden taraftarları veyahut akrabaları dahi şenî (alçakça) gıybetler ve tezyifler (hakaretler) edilip, bir tek cinayet yüz cinayete çevrildiğinden, gayet dehşetli bir kin ve adaveti (düşmanlığı) damarlara dokundurup kin ve garaza ve mukabele-i bilmisile (misliyle karşılık vermeye) mecbur ediliyor.
*
Yakın tarih bilgilerimizle biliyor ve bu ikazdan da anlıyoruz ki, 1950-60 arasındaki Demokrat Parti iktidarında, bilhassa 1955’ten sonra, çeşitli sebeplerle, siyasî hatalar ve hatta zulümler yapılmış. Ama Bediüzzaman, yanlışları erkenden görmüş ve “din namına telâş” etmiş ki henüz 1953’te, Menderes’e, yukarıdaki ikaz mektubunu yazmış.
Bu yazıda bizim amacımız Demokrat Parti iktidarının particilik taraftarlığı ile yaptığı hataları sayıp dökmek değil. Ayrıntıları öğrenip anlamak isteyenin o dönemi anlatan hatıralara ve kitaplara bakması yeterli.
Önemli olan şu:
Particilik taraftarlığı, kontrolsüz kaldığında tarafgirliğe dönüşmeye müsait bir yapı.
Daha önemlisi bu tarafgirlik ve “ne olursa olsun iktidarda kalma” arzusu, iktidar kuvvetini, masuma zarar veren bir yapıya dönüştürebiliyor. Toptancılık yapılarak kurunun yanında yaş da nemli de yakılıyor. Kamu düzenini korumak bu zulmün gerekçesi oluyor. En önemli bahanesi ise “suçluları mutlaka cezalandırmak” düşüncesi.
Metinde geçen biçimiyle bir cinayet (ağır suç demektir) yüz cinayete nasıl çevrilir?
Bir katili düşünelim. Onun devlet tarafından yargılanıp öldürülmesi cinayet değil adalettir. Ama onunla aynı mahallede yaşayan veya aynı fikirde olan ya da aynı partiye kayıtlı olan veya akraba olan kişileri, suçla ilişkileri yok iken, sırf bu ilişkileri sebebiyle idam ettiğimizde, bunu devlet de yapsa ve adalet adına da yapsa, her bir idam yeni bir cinayettir. Suçlunun yanındaki doksan dokuz masumu idam etmek, bir cinayeti yüz cinayete çevirmek demektir.
Masuma da zarar veren adalet gerçek adalet değildir.
Daha da önemlisi bu şekildeki zulüm yaygınlaşınca zulümden zarar görenlerin duyguları sel olur ve intikam duygusu halinde cemiyetin nefs-i emmaresine akar.
İntikam duygusu yanlış bir duygu değildir. Allah’ın “El Müntakim” isminin yansımasıdır. Bu duyguyu devlet tatmin ederse ve adaletli davranırsa Hak tecelli eder.
Yanlış olan, intikam alayım derken masuma zarar vererek o masumda ve arkadaşlarında da bir kan dâvâsı ve intikam duygusunu ortaya çıkarmaktır. Bunu devlet de yapsa zulümdür.
“Gücü elimize geçirirsek biz de sizden öcümüzü alacağız” fikri elbette yanlıştır, ama sosyal bir olgudur. Bediüzzaman’ın ifadesiyle “mukabele-i bilmisil”, bir “kaide-i zalimane”dir. Ama bu yanlış kuralın işlemesinin sebebi olan “toptancılık adaletsizliği”, bu yanlışa sebep olduğu için daha büyük bir yanlıştır.
Bu yanlışın sonucu nedir? Bediüzzaman’ın okuyalım:
“Bu ise, hayat-ı içtimaiyeyi (sosyal hayatı ve dokuyu) tamamen zîr ü zeber (yerle bir) eden bir zehirdir. Ve hariçteki düşmanların parmak karıştırmalarına tam bir zemin hazırlamaktır. İran ve Mısır’daki hissedilen hadise ve buhranlar bu esastan ileri geldiği anlaşılıyor. Fakat onlar burası gibi değil; bize nisbeten pek hafif, yüzde bir nisbetindedir. Allah etmesin, bu hal bizde olsa pek dehşetli olur.”
Toptancılıktan kaynaklanan siyasî kan dâvâlarının toplumda açacağı yara, sosyal hayatı yerle bir eder. Kutuplaştırır, kamplaştırır, anlamayı ve anlaşmayı zorlaştırır. Bu bozuk sosyal doku ise dış parmaklarca kolaylıkla delik deşik edilir.
Nitekim o tarihlerde birer birer bağımsızlığını kazanan İslâm devletleri, iç barışı bozan sosyal çalkantılar da bahane edilerek, “adalet namına zulmeden” güya “ehl-i hamiyet” ama hakikatte despot ve müstebit yönetimlerin kucağına düşürüldüler.
Bu risk, Türkiye için de elbette ve hatta evleviyetle geçerli ve Allah muhafaza, yüz kat fazla menfi netice ortaya çıkaracak kadar da önemli.
O gün de böyleydi. Bu gün de böyle ve galiba yakın gelecekte de böyle olacak.
İşte bu sebeple “demokrat”ların icraatının ve “adalet”inin bir “doğru yol” üzerinde akıp gitmesi çok önemli.
İşte bu yüzden, beşinci Halife olan Risale-i Nurun, “kamu düzeninin devamı için öncelikle masumu koruma” esasına dayalı adalet dersini, bu memleketteki ehl-i siyasete ve ehl-i adalete vermek, hele bu günlerde, her şeyden daha önemli.
Ey vicdan sahipleri… Uyanın!
Zaman atalet zamanı değil. Duvar hapsinden korkmayın, yürek hapsinden korkun.
Zaman yutkunma zamanı değil. Gözlerinizi bantlamayın, kulaklarınızı tıkamayın, sözünüzü yutmayın.
Zaman bahane zamanı değil. Bizim de ağzımızı tutmayın, elimizi tutun, elimizden tutun.