AKP’nin kuruluşunun gerçek sebeplerinin ve şartlarının daha çok tartışıldığı bu günlerde Yeni Asya’nın da sayfalarında yer verdiği bir haber bizce gündemde hak ettiği ilgiyi bulamadı.
(Hatırlatalım; AKP, 2001’de Fazilet Partisinin AYM tarafından kapatılması davası sürecinde ve bu partinin kadrolarının “yenilikçiler” denilen kısmı tarafından ortaya çıkarılmış bir hareketti.).
Sözcü’nün Fikri Sağlar’dan naklettiğine göre, eski cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, kendisine hatıralarını yazıp yazmayacağını soran eski bakan Fikri Sağlar’a “yazmayı düşünmüyorum” demiş ama ayrıca bir de yine 2001’de MGK’da kendisi ile başbakan Ecevit arasında yaşanan anayasa kitabı fırlatma hadisesi ve ardından gelen ekonomik krizle ilgili olarak şunları söylemiş:
“O olayda da herkes bizim aramızdaki gerginliğin ve ekonomik krizin başlangıcının, Anayasa kitapçığı olayından kaynaklandığını zanneder. Ancak gerginlik, Fazilet Partisi’nin kapatılması davası nedeniyle başladı. Ecevit iki kez bana gelip, Fazilet’in kapatılmamasını, bunun için arkadaşlarım olan Anayasa Mahkemesi üyelerine telkinde bulunmamı istedi. Hukukun üstünlüğüne inanan ve yıllarca AYM’de görev yapan bir kişiye söylediği bu sözlere kırıldım ve reddettim. Bir süre sonra yeniden gelip, aynı istekte bulundu. Yine reddettim ve o görüşmede aramızdaki gerginlik arttı. Bu durum sürerken, 19 Şubat’taki Anayasa kitapçığı olayı yaşandı. Gerginliğin asıl nedeni, Ecevit’in FP konusundaki isteğiydi. MGK’da yaşananlar da, bu gerginlikten kaynaklandı.”
Bu haberin çıkması üzerine DSP Genel Başkan Yardımcısı Önder Aksakal bir açıklama yapmış ve özetle, Ecevit’in o tarihte Saadet Partisinin kapatılmamasından yana olduğunu ama bu maksatla yargıya müdahale ya da telkin anlamına gelecek bir şey yapmadığını ve yapmış olamayacağını ve aksini iddia edenin de ispat etmesi gerektiğini söylemiş.
Tarih ders kitabıdır derler. O halde bu aktarılanların anlamı nedir?
Önce şunu açıklayalım: Siyaset ve hukuk birbirine yakın iki alandır. Hukukun pozitif kaynağı olan kanunlar siyasetin merkezi olan TBMM’de tartışılıp onaylanıyor. Dolayısıyla hukukun siyasete katkısı olduğu gibi siyasetin de hukuka etkisi vardır ve olacaktır. Önemli olan bu etkileşimin yazılı kurallara bağlı biçimde ve insan hakları ve demokrasinin temel değer yargılarına da uygun olarak sürüp gelişmesidir.
Aynı şekilde Anayasa Mahkemesinin bir parti hakkındaki kapatma davasında verdiği karar -hangi yönde olursa olsun- hem mahiyeti ve hem de gerekçeleri itibariyle elbette siyasetle ilgilidir. Zira bu kararla siyasi partiler düzlemine anayasal yetkiyle hukuken müdahale edilmiş olmaktadır ve bir partinin kapatılma koşullarının hukuken oluşup oluşmadığının belirlenmesi aktif siyasetin meşruiyet sınırlarını müzakereye açtığından hukukun siyasete doğrudan temas etmesini gerektirir.
Anayasa Mahkemesi üyelerinin kapatma davasında karar verirken dosyadaki delillerle yetinmeyip yeni delil toplamaları elbette mümkündür. Bu maksatla, siyasetçilerin bildikleri bazı hususları onlardan öğrenmeye çalışmaları da faydalı olabilir. Ama bu tür bir bilgilenme için teklifin siyasetçilerden değil bizzat üyelerden gelmiş olması ve bu bilgilerin yargılama safhasında kullanılabilecek şekilde objektifleştirilmesi gerekir.
Dolayısıyla bizzat Ecevit tarafından cumhurbaşkanlığına aday gösterilmiş ve seçilmiş olan Sezer’in, eski mesai arkadaşlarına telkinde bulunması için ısrar eden Ecevit’le sürtüşmeyi ve hatta onun iktidarının devrilmesini göze alması, ders alınması gereken ilginç bir yaklaşımdır.
Bu olay aynı zamanda kuvvetler ayrılığının ve denk kuvvetlerin bir arada uyum içinde geçinmesinin zorluğunu ve fakat gerekliliğini de gözler önüne seriyor.
En önemlisi de bu olay, siyasetçiyi ve hukukçuyu hukuka uymaya zorlayan tarafsız cumhurbaşkanına ihtiyacı da gösteriyor.
Bugünkü Anayasa Mahkemesi üyelerinin siyaset karşısında o günkünden daha iyi bir koruma kalkanı içinde olduğunu düşünmek istiyoruz.
Aksi halde kriz yokmuş gibi görünür ama krizi sürekli yaşarız.
Nitekim OHAL’in olağanlaştırılması aslında bir krizin süreklileştirilmesidir. Kim ne derse desin.