Dün söz verdiğimiz gibi, önce sermayedar-müteşebbis ilişkisindeki temel ahlâkî probleme bakalım.
Piyasaya ve piyasanın gerçek değer yargılayıcısı olan altına hükmeden yani “piyasa yapıcı” durumunda olan en büyük sermayedar devlet. Ve elbette devletlerin bankası olan Merkez Bankaları.
Merkez Bankaları ham altını işleyenlerin pare pare yapıp piyasaya attığı altını piyasadan toplayıp yerine pare pare kâğıt para veriyor. Kendi bastığı ya da bastırdığı kâğıt parçasına para deyip değer veriyor. O kâğıt parçası, o dedi diye ve biz de öyle olduğuna inandırıldığımız için, hamiline çeki bile soluyor ve “kıymetli evrak”tan daha kıymetli evrak oluyor.
O kâğıdı eline alan da bir değer elde ettiğini sanıyor. Beş yüz yıllık hile hikâyesi burada başlıyor.
Hikâyeyi merak edenler “Garkad ağacı nerede bulunur” başlıklı 22 Şubat 2014 tarihli yazımıza bakabilir.
Linki: https://www.yeniasya.com.tr/ahmet-battal/garkad-agaci-nerede-bulunur_214997
Halbuki o “para” sadece bir kâğıt. Yesen yenmez, giysen giyilmez.
Merkez Bankalarının gizli ortakları bu pare pare basılı kâğıdın toptancıları olan bankalar. Onlar bu kâğıdı müteşebbise ve piyasaya faiz karşılığı ödünç veriyor ve devletin icra memurunun da yardımıyla ümüğüne basıp faiziyle geri alıyor.
Burada bir sömürü düzeni var: “Sen çalış ben yiyeyim.”
Zira ödünç veren banka ve ardındaki sermayedar sonuca katılmıyor, karışmıyor, hatta çoğu zaman sonuçla ilgilenmiyor. O sadece kendi alacağı ana paranın ve faizin teminatının sağlam olup olmadığı ile ilgileniyor.
Müteşebbis bankadan aldığı ödünç nakit sermayeyi kendi sermayesine katıyor, çalışıyor, çalıştırıyor, kazansa da kazanamasa da bulup buluşturuyor ve faiziyle bankaya ödüyor. Aksi halde bankanın kendisini “çizeceğinin” ve böylece iktisadî hayatının ve buna bağlı olarak sosyal hayatının biteceğinin farkında.
İflâsa İngilizcede “bankruptcy” denmesinin sebebi bu.
Bunun ahlâkî olmadığı açık. Üç yüz senelik küresel sosyal çatışma hikâyesinin kaynağı da bu “sen çalış ben yiyeyim”cilik. Dinlerin faizi yasaklama sebebi de zaten bu.
Çare ne? Her tür sermayeyi devletleştirmek mi?
Marks’ın teorisinde, her şeyin mülkiyetini devlete verir “isek” ve herkes devlet için çalışır “ise” ve devlet her şeyi âdil bölüştürür “ise” dünya Cennet olur. Kim istemez ki?
Ancak bu teoride ilk iki “ise”nin sağlanması için üçüncü “ise”nin sağlanması şart. Üçüncü “ise” ise insan unsuruna ait bir ise!
Marks “devleti işçiler yönetir ise zulüm olmaz, proleterya diktatörlüğü âdil bir diktatörlük olur” diyor. Ama insanda şeytanî yön de melekî yön de var. Devleti elde edenin denetlenmesi şart. Bu da dinî ya da ideolojik diktatörlükle değil hakikî demokrasi ile olur.
O halde bir uçta duran ve serbest bırakılırsa piyasanın görünmeyen bir el tarafından âdilane yönetileceğini varsayan yasaksız-müdahalesiz pür liberal ekonomik model tefritinden diğer uca yani sosyalizm ve oradan komünizm ifratına savrulmaya gerek yok. Bu ifrat model zaten yüz yıl önce Doğu Bloku’nda denendi, pişman olundu.
Sonra orta yolun ortak adı bulundu: Ne liberal ne komünist, “sosyal devlet”.
Bugün artık devletler için ve hukuk ve ahlaâk sistemleri için ana mesele sosyal devletin sermaye ve emek piyasasına kimin kararıyla, nasıl ve ne ölçüde müdahale edeceği.
Yarın bu muhtemel müdahale yöntemlerini inceleyelim.