İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan NATO, her şeyden önce tarihî bir gerçekliktir.
Varşova Paktı’nın komünist yayılmacılık tehdidine karşı koyma ihtiyacının ürünüydü ve bu asla bir sahte ya da şişirilmiş ihtiyaç değildi.
Fakat, maalesef, Türkiye’de Batı ile ilişkiler ve paktlar konusunda kafası hep karışık olan önemli bir kesim var.
Bu kesimin bir kısmı içi dışı bir “kızıl komünist”ti. Bunlar hâlâ da varlar ama Ceylanpınar’ın kelaynakları gibiler. Koruma altına alınsalar yeridir.
Diğer kısmı ise “yeşil komünist”ti ya da “karpuz”... Bunlar kendilerini tarif ederken, söze, “biz Müslümanlar” diye başlarlardı. İnhisarcı, tahsisçi ve tekfirci idiler. Dolayısıyla onların asıl ve hakiki sıfatı Müslümanlık değil İslamcılık idi.
Hatta bunların çoğu “Gerekirse bir darbe ile devlet ele geçirilmeden dine hizmet olmaz” diyen “siyasal İslamcı”lar idiler. İşte bu grubun komünizme ya da en azından sosyalizme sıcak bakanları, mecburen, hem NATO’ya ve hem de batı ile ittifaka soğuk bakıyordu.
O yüzden karpuz gibiydiler: Kalıpları yeşil, kalpleri kırmızı ve çekirdekleri de kara!
İşte bu güruh son yıllarda yeniden güç kazandı. NATO ve Batı düşmanlıkları adeta tavan yaptı.
Eskiye dair fikirlerinin ve hükümlerinin yanlış olduğunu söyleyerek başlasalar ve sonra da “NATO’ya ve Türkiye’nin üyeliğine artık gerek kalmadı” deseler, anlarız. Ama bunların çoğu, maalesef, Türkiye’nin NATO üyeliğine o eski kafayla karşı çıkıyorlar. Bu yüzden söylediklerine şüpheyle bakıyoruz. Hele mazisi darbecilikle dolu olan o kudretperestlerin “Türkiye’deki darbeleri hep NATO yaptı, o halde aslında düşmanımızdır” demeleri hiç kayda değmez.
Bu ön bilgilerden sonra;
Dış politikadan anlamasak da elbette biliyoruz ki dünya artık iki kutuplu değil. Varşova Paktı yıkıldı. Üye olduğumuz ve olabileceğimiz paktlar konusunda bütün ihtimalleri yeniden ve sık sık düşünmemiz lazım.
Üstelik savaş biçim değiştirmiş, devletler ve milletler arası harpler yerini sosyal tabakalar arasındaki “sosyolojik savaş”lara bırakmış durumda.
Ama yine unutulmamalıdır ki “savaş ilanı” kavramını tarif ve yetkiyi tesbit eden Anayasalar yerli yerinde duruyor.
Dolayısıyla vatandaşlık görevi olan askerlik ve askerî gücün nerede nasıl kullanılacağı konusundaki iç hukuk kuralları halen de geçerli.
Dolayısıyla, ancak ilan edilmiş bir savaş için biriktirilip hazır tutulan askerî kuvvet ile yapılması gerekenler ve bu kapsamda kurulacak ittifaklar da bu iç hukuk kurallarının bir parçası. Türk Ceza Kanunu, “düşman devlet” ve “casusluk” gibi kavramların sınırlarını ve müeyyidelerini iyi-kötü belirlemiş.
Bu ilkeler ışığında son olaylara baktığımızda,
Bir NATO görevlisinin ağır ve kasdî hatası elbette NATO’yu batırmaz. Ve elbette Türkiye’nin NATO ile ilişkilerini koparmasına sebep olamaz ve olmamalı.
NATO’ya gerek olup olmadığı hususu, başta NATO’nun yetkili kurulları olmak üzere hür dünyanın ve hürriyet taraftarı herkesin meselesi. Ana kriter, bir uçta anarşi ve kaosa ve diğer uçta da askeri ceberrutluğa izin verip vermemek.
NATO’ya üyeliğinin sürüp sürmeyeceği ise tüm Türkiye’nin meselesi. Bu konudaki kararı Brexit’te olduğu gibi bizzat millet ve ancak bir referandumla vermeli.
Referanduma gidilecekse alternatif blokların ve bloksuzluk ihtimalinin mali boyutu, riskleri, avantajları gibi hususlar, kamuoyunca, “devlet aklı”nın ürettiği bilgilerle tartışılmalı. Bilhassa ideolojik ve siyasî manipülasyonlardan da uzak kalınmalı.
Hamaset siyasetin bir gereği. Tamam. Ama bilhassa bu gibi konuları serinkanlılıkla tartışmak da büyük millet olmanın en önemli şartlarından biri. Âkil olan onu kullansın.