Risale-i Nurların önce bandrol engeliyle basılmasının engellenmesi, sonrasında bir yasa değişikliğiyle kamulaştırılarak Diyanet İşleri Başkanlığı eliyle ağır müeyyidelerle belirlenmiş bir denetimli neşir sürecine tabi tutulması yalnızca bir metnin engellenmesinden çok daha fazlasını içermektedir.
Devletin derin kodlarını ele veren bu süreçte yaşananlar, cumhuriyeti kuran iradenin bu ülkede ikame etmek istediği materyalist değerlere, ülkeyi kamplaştıran dindışı laiklik anlayışına ve bugün yaşadığımız etnik temelli meselelerin kaynağını teşkil eden ulus-devletçiliğe karşı açıktan bir meydan okuma ve reddiye olan, imparatorluk bakiyesi bu toprakları kaosa sürükleyen doktrinel yaklaşımlar karşısında anti-tez olma özelliğini taşıyan Risale-i Nurlarla, dindar hükümetler aracılığı ile hesaplaşma hevesini ortaya koymaktadır.
İçeriden bir bakışla; safi zihinleri yanıltan bir uygulama ile bu plana dahil olma yarışına bazı Risale-i Nur gruplarının da dahil edilmesi, “Risale-i Nurlar korunuyor, Üstadın vasiyeti yerine getiriliyor” gibi yanıltıcı propagandalarla kamulaştırma heveslisi Nurcuların türetilmesi Nurculuk tarihi açısından bir dönüm noktası sayılabilir. Risale-i Nur’un cihan-şumül davasının müntesipleri bundan sonrası için öncelikle asliyetine uygun olarak basılıp basılamama, devlet tekelini kabul edip etmeme, “dünya muamelatı suretine girip girmeme”, Nurculuk davasının omurgasını oluşturan meşverete riayet, sadakat, uhuvvet ve ittihad gibi prensiplere uyup uymama, Risale-i Nur hakikatlerini siyaset oyunlarına alet edip etmeme… gibi bir dizi paradoksu halletmek zorundadır.
Son günlerde Risale-i Nur metinleri üzerinden yapılan tartışmalara biraz da bu zaviyeden yaklaşmak gerekir. Son günlerde tartışılan put/pot meselesi bu noktada önemlidir. Meselenin uzmanı olarak birkaç dil bilimcinin bir araya gelerek kolaylıkla halledebileceği bu konunun Risale-i Nur muhatapları arasında yeni bir kavganın sebebi oluvermesi, bu meselenin yeni savrulmalara yol açması son derece üzücü bir durumdur. Kavganın yönünü bir metnin hakikatte ne olduğu üzerindeki hakikati arayan tartışmalardan ziyade siyasi tarafgirliğin belirlemesi daha da üzücüdür. İttihad-ı İslam’ı gerçekleştirme görevini farz olarak talebelerine miras bırakan Hz Üstadın izinden gidenlerin bu savruluşları, takip edilen izlerin de farklılaştığının, bir yol ayrımına gelindiğinin habercisidir.
Oysa mesele çok basitti. Edebiyat fakültesinde öğrendiğimiz ilk şeylerden biriydi: “Lugatlar yalan söylemez.” Bir kelimenin etimolojik, semantik açıdan doğru olarak değerlendirilebilmesi için müracaat edilecek ilk yetkili merci lugatlardır. “Put mu pot mu?” sorusuna da cevap verebilecek merci de lugatlardır. Lugatlarda her iki kelimenin aynı yazılıyor olması bu kelimeyi istediğimiz şekilde okuma hürriyetini bize verir mi?
Metin tahlillerinde “sözü kim söylemiş, ne zaman söylemiş, nerede-kime söylemiş?” gibi belirleyici özelliklerin yanında sözü söyleyenin benzer durumlardaki duruşu, hayatının merkezine oturttuğu fikirler, dünya görüşü vs. de son derece önem kazanmaktadır. Bunları göz önüne almadan metni tahlile çalışmak bizi metni farklı ya da yanlış yorumlama gibi bir yanlışlığa sürükleyebilir. Mesela bazı kesimlerin “medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar’ mısraından ötürü Mehmet Akif Ersoy’u medeniyet düşmanı ilan etmeleri gibi. Oysa Akif, bu mısraı kuvveti, çatışmayı, ırkçılığı temsil eden, vahşi yüzünü her fırsatta sergileyen mimsiz medeniyeti temsil eden Batı için kullanmıştır. Hakikatte Akif de Kuran medeniyetinin aşığıdır.
Metnin bağlamı, siyak ve sibakı, Bediüzzaman hazretlerinin davası, hayatının çeşitli dönemlerinde benzer meseleler karşısındaki tavrı göz önüne alınarak yapılan bir tahlilde Emirdağ Lahikası’nda geçen kelimenin ‘put’ olarak okunması kaçınılmazdır. Din dışı bir laiklik anlayışının, etnik milliyetçiliğe dayanan bir ulus devlet anlayışının, “muasır medeniyetler seviyesi” denilerek manevi değerler aleyhinde bir beyin yıkama sürecinin zihinlerde tasarlandığı bir dönemde Mustafa Kemal ile Bediüzzaman arasında geçen bu konuşma bir ‘kimlik’ tescilidir. Bediüzzaman ‘asrın bediisi’ ünvanıyla mahiyetini anladığı, ikinci gün ‘Birinci Desise’ ile uyandırmaya çalıştığı zıd bir cereyanı temsil eden farklı bir kimliğe karşı bilerek, kelimelerini seçerek ve isteyerek konuşuyor. Tartışmanın namaza dair olması pot demeyi iyice anlamsızlaştırıyor. Zira namaz, Bediüzzaman’ın imandan sonra hayatının merkezine oturttuğu temel ibadet olarak yalnızca bir farziyeti ifade etmemektedir. Bediüzzaman kainatın merkezine oturttuğu namaz ile bir varlık ve dava anlamlandırması yapar. Zaferin hemen sonrasında, maddi manevi bir çok problemin olduğu bir anda namazla ilgili beyannameyi meclise sunması alelade bir refleksle açıklanamaz. Ona göre namazın terki bir kimliğin terkidir ve Yeni Türkiye bu kimliğin reddi üzerine kurulmak istenmektedir. Bediüzzaman bunu sezmiştir. Bu red hamlesi üzerine Bediüzzaman’ın put reddiyesi yerli yerine oturmaktadır. Bununla birlikte bu olayla ilgili metnin olaydan otuz beş sene sonra kaleme alınmış olması ‘pot kırmak’ ihtimalini sıfırlamaktadır. Bediüzzaman metni kaleme alırken devrin bir çok olumsuzluğunu aşmış durumdadır. Geriye dönüp baktığında iman küfür mücadelesinde durduğu yer ve yürüttüğü mücadele anlamıyla hangi putların nasıl kırıldığını daha net görme ve değerlendirme imkanına sahiptir ve kırdığı putlar için “ tüh, pot kırmışız” diyecek bir adam da değildir.
Bir İslam alimi olarak İslam’ın izzetini her şartta koruyan, bunun için canını dahi ortaya koyan, bütün şartların aleyhinde olduğu bir ortamda Nikola Nikoloviç’e boyun eğmeyen, idam talebiyle yargılandığı Divan-ı Harb’te hakkın hatırı için susmayan, çıkarıldığı mahkemelerde bir kere bile ağzından kimliğini zedeleyecek bir söz çıkmayan Bediüzzaman Said Nursi’yi ölümünden elli beş yıl sonra pot kırmakla itham etmek hangi insafla bağdaşır? Bu yalnızca derin bir kırılmayla açıklanabilir. ‘Pot’un yanında duranlar, pot kırmayı tevile çalışanlar zihin olarak nerede durduklarını da ifşa ediyorlar. Put kırılamayınca pot kırılmaya devam ediliyor.