Birinci Sözde ifade edildiği gibi nimetleri bize veren tablacılara bir fiyat veriyoruz, ancak nimetin hakikî sahibi olan Allah'a, karşılık olarak istediğini verebiliyor muyuz? Cenâb-ı Hakk'ın verdiği nihayetsiz nimetlere karşı istediği şey “şükürdür”.
İnsan maalesef bu nimetlerin çokluğu ve hiç kesilmemesi karşısında ülfet peyda ediyor ve bu ülfet perdesi arkasından hakikî sahibi göremez hale gelebiliyor. Netice itibarı ile de şükrünü hakkıyla yerine getiremeyebiliyor. Ama Ramazan orucunda, normalde kimseden izin istemeden elini uzatıp yiyebildiği-içebildiği nimetlere elini uzatamıyor. O'nun izni olmadan yiyemiyor-içemiyor.
Yani hakikî sahibinin kendisi olduğu zannına kapılan ehl-i iman, nimetlerin hakikî sahibinin kendisi olmadığını fark ediyor. Çünkü nimet kendisinin olsa istediği gibi izin almadan elini uzatır yerdi. Demek kendisine ait değil ki gönlünün istediği vakitte, gönlünün istediği miktarda yiyip içemiyor.
Kendisine ait olmadığını hakikî manada anlayan ve bu husustaki gaflet perdeleri yırtılan insan bu nimetlere karşı nimetlerin asıl sahibine, O'nun karşılık olarak istediği şey olan “şükrü” eda ediyor. Öncesinde en leziz bir kuzuyu yiyip şükrünü eda etmeyen ya da eksik şükürde bulunan insan, Ramazanda bir kuru ekmeğin dahi nasıl büyük bir nimet olduğunu idrak ediyor. En zenginden, en fakire kadar her kul, nimetlerin asıl kıymetini anlayıp şükrediyor. El hasıl, Ramazandaki oruç, “hakikî vazife-i insaniye olan, hakikî ve hâlis, azametli ve umumî bir şükrün anahtarı” oluyor.